29 Aralık 2013 Pazar

Küheyli Buharlan - Mümtaz Mehmet Tütüncü



Steampunk nedir? Steampunk, sanayi devriminin dünya teknolojisindeki en büyük ve son teknolojik devrim olduğu alternatif bir evren tasviridir. Viktoryen dönemi İngiltere'sinin tüm dünyanın moda-zevk anlayışına hakim olduğu, kullanılan tüm aletlerin mekanik olduğu bir dünyadır. Bir nevi makina mühendislerinin dünyası. Peki neden böyle? Nasıl oluyor da günümüz elektrik dünyasında buhar gücüyle çalışan makinelerin ön planda olduğu bir dünya tasviri bu kadar ilgi çekebiliyor? Böyle bir sorunun bence net cevabı tam olarak 19. yüzyılda yatıyor. 1800'lerin başlarında Endüstri Devrimi gerçekleşir ve 1800'ler buhar gücünün ve mekaniğin kontrolü altında kısa sürede teknoloji alanında büyük bir sıçramaya sahne olur. Ardından Jules Verne ve H. G. Wells gelirler. Kendi günlerinin en başarılı bilimkurgu eserlerini yazarlar. Jules Verne bir yandan aya gider, bir yandan dünyanın merkezine gider, bir yandan balonla dünyanın çevresinde dolaşır. Hepsinin ötesinde de kaptan Nemo ve Nautilius (hatta daha doğrusu Nautilius ve kaptan Nemo) u sunar bizlere. H. G. Wells ise farklı bir dünyanın peşindedir. Onun evreninde hayvanları ameliyat ederek insanlaştırmayan çalışan Dr. Moreau, görünmezlik iksiri üzerinde çalışan Görünmez Adam, 3 boyutta hareketin yorumlanması ile zamanda yolculuğu bulan bilim adamı ve uzaylıların dünyayı istilası vardır. Bu iki büyük yazar başta olmak üzere dünya çapında güçlü bir bilimkurgu edebiyatı oluşur (Wells ve Verne öncesi pek çok eser bilimkurguya yakın, bilimkurgu olarak tanımlanmaya uygun kabul edilir. Mary Shelley'nin Frankeinstein'ı da günümüz yaklaşımına en yakın ilk bilimkurgu eser olarak değerlendiriliyor. Ama yine de Wells ve Verne'ün bilimkurgu edebiyatı oluşumunun kırılma noktası olduğunu belirtmek doğru bir yaklaşım olur). Endüstri devrimi ışığı altındaki teknolojinin başrolü oynadığı hikayeler anlatmak demek bir zamanlar bilimkurgu demek olsa da artık bilimkurgunun bir alt dalı olarak steampunk demektir.


1 Aralık 2013 Pazar

Ayyuka - Kiracı Odaları


Ayyuka'nın romantiklere, klasik aşk şarkılarını sevenlere, yarınlara umutla bakanlara, melankoliklere, duygusallara, iç huzurunun peşinde koşanlara hitap etmeyen şarkılarıyla ilk tanışmamızdan beri yıllar geçti. İlk albümlerinde "Küçük kız sıkıldı oğlanından. 'Olmaz' dedi oğlan, 'sen benimsin bırakmam'. Kız gitti, oğlanın gözü yaşlı. Bir toz bulutu bile çıkmadı gayrı..." diyerek yakalamışlardı bizi. Ardından "...Tersi dönmüş kara fatma, zıplaması mümkün değil. 'Ya ez' diyor, 'ya ters çevir'. Halim öyle böyle değil..." ile hitap ettikleri kitlenin haricinde kalanları iyice elediler. İçinizden geçenlere tercüman olan şarkılar değildi onlarınki, kendinizi ifade etmek, kendinizi bulmak için dinleyemezdiniz Ayyuka'yı. Daha çok aslında geniş çerçevede olanları vuruyordu yüzünüze. Aşk şarkılarının ismi "Aksi" ydi ve "... sen karadan gel bana, ben denizden kaçayım. Sen büyü beyaz köşkte, ben bahçene kusayım..." diyordu, "Dünya Hali" nde "...kah balıktım susuz çölde, kah deveydim deniz dibinde..." ile uyumsuz olmanın keyfini (!) sürüyordu (Sarkastik olmaya çalıştım da, sarkazm yaptığımın belli olmama ihtimaline karşı parantez içinde ünlem koydum. Yapamayabiliyorum çünkü bazen sarkazm, ciddiye alanlar oluyor, absürd bir resim çıkıyor ortaya).



14 Kasım 2013 Perşembe

Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceraları - Yeditepe Canavarı


İstanbul'un bir fon olarak Türk çizgiromanlarında ne kadar canlı olarak yer aldığı ile ilgili görüşlerimizi paylaşmıştık zamanında. Milattan yaşlı şehir, "hikayede bir karakter olma" klasiğinin ötesinde resmen hikayeleri şekillendiren, yönlendiren, tadını, havasını katan bir yapıda. Mesela hikaye Cihangir'de geçiyorsa bir yerde kedi olacak illa ki (bknz. duvardaki silahın patlaması). Ya da karakterimiz karşıdan karşıya vapurla geçiyorsa bu karşıdan karşıya vapurla geçiyor demektir; ama arka planda martılara simit atan birileri varsa İstanbul'da boğazdan geçiyor demektir. İstanbul'u turistik merakla seven bir Ankaralı olarak yorum yapmak konusunda çok da öteye geçemiyorum. Eminim İstanbul'u yaşayan arkadaşlar bu gibi örnekleri kitap çıkartacak kadar uzatabilirler. Uzatamayacak bir insan olarak benim söyleyebileceğim ise -geçen sefer de aynı noktaya değinmiştim sanırsam- çok değerli çizerlerimizin büyük kısmının İstanbul'da yaşamasından ve çok yetenekli olmalarından ötürü yaşadıkları şehri hikayelerinde çok güzel bir şekilde -belki isteyerek, belki farkında olmayarak- yansıtıyor olmaları.

13 Ekim 2013 Pazar

Cennetin Çeşmeleri - Arthur C. Clarke

Bilimkurgu, özellikle biz mühendisler olmak üzere meraklılarını çok bağlayan bir tür. Bir filmin, kitabın, çizgiromanın bilimkurgu olması bazen o esere bir şans tanımamız için yeterli olabiliyor (beni sık sık hayal kırıklığına uğratan bir ön yargı). Bilimkurgunun iyisini bulmanın verdiği haz, mutluluk ise bambaşka. Hal böyle olunca insan tanıdığı bir yazarın okumadığı bir kitabıyla karşılaşınca daha bir gözü kapalı yaklaşabiliyor. Bu yaklaşım, kitaplarının çoğunu zevkle okuduğum H. G. Wells'in yakın zamanda çıkmış, "edebiyat tarihinin ilk distopyası" olarak reklamı yapılmış "Efendi Uyanıyor" da yeni bir hayal kırıklığına yol açmıştı bende. Aslında isminden cisminden, kapağından, reklamından tahmin etmek gerekirdi. Boşuna değil H. G. Wells'in distopya denince ilk akla gelen yazarlardan biri olmaması.


Arthur C. Clarke aynı şekilde şimdiye kadar hep zevkle okuduğum bir bilimkurgu yazarı olagelmiştir (bknz. Bir Uzay Efsanesi). Bilimkurgu edebiyatının, özellikle de uzayın en önemli yazarlarından biridir Clarke. Hani "aklı bir karış havada" derler ya, Clarke'ınki bir karışı hayli hayli geçer. Amcamın oğluymuş gibi bahsettiğim bu büyük yazar, İngiliz kraliyet nişanıyla ödüllendirilmiş, British Interplanetary Society'ye başkanlık yapmış, Hugo ve Nebula başta olmak üzere pek çok ödülü birkaç kez kazanmış bir şahıs. Aklı hep uzaydaymış kendisinin. İnsanoğlunun uzayı iyice kontrolü altına aldığı, uzayda yaşam kurmaya başladığı, uzay bilimi ve teknolojileriyle ilgili gelişmelerin günlük yaşamın bir parçası olduğu gelecekler tasvir eder hep. Bir kitabı ya da kitap serisi uzunca bir dönemi konu alıyorsa yıllara göre teknolojinin gelişmesini bile hayal edip yansıttığını görürüz. Örneğin kitabın başlarında özel bir görev için kullanılan bir uzay mekiği, ilerleyen bölümlerde bir antika olmuş ve önemli olayların gelişimini anlatmak üzere müzeye kaldırılmıştır, vb. Clarke'ı pek çok bilimkurgu romanı yazarından ayıran nokta da buradadır. Başka bilimkurgu yazarları gelecekte güçlü hayal güçlerinin ürünlerini sergiler, onlara dayanarak hikayeler anlatırken Clarke'ın hikayelerinin temelini gerçek bilimsel, teknolojik gelişmeler, olaylar oluşturur. Hayal gücünden yoksun hikayeler olduğunu söylemiyorum. Tam tersine, özellikle bilim ve teknolojiyle ilgilenen insanları çok derinden kavrayacak bir hayal gücü vardır ortada. Fakat kullandığı fikirler öylesine güçlü bilimsel temellere dayanır, anlatım dili o kadar ayrıntılıdır, gerçekleşen olaylar o kadar mantıklıdır ki kurgusal bir romandan çok geleceğin geleceğinden gelme belgeselvari bir kitap okuyor gibi olursunuz. Bu olguya katkı sağlayan, kimilerince olumlu, kimilerince olumsuz bir yan olarak gözükebilecek bir nokta daha vardır Clarke'ın kitaplarında; hikayeler o kadar yavaş gelişir, hikaye yapısı olarak o kadar aksiyon içermez, o kadar az heyecan doludur ki, gerçek hayatta yaşanmış bir olayı anlattığına -eğer ki bilimkurgusal bir gelecekte geçmiyor olsaydı- inanabilirsiniz.

"Cennetin Çeşmeleri" wikipedia'nın söylediğine göre Clarke'ın en meşhur 3 kitabından bir tanesi. Hayatının bir noktasından sonrasını dalış sevdası nedeniyle taşındığı Sri Lanka'da geçiren Clarke'ın, Sri Lanka'yı temele koyduğu bir hikaye Cennetin Çeşmeleri, ve diğer kitaplarından alışık olduğumuz üzere uzayda değil, dünyada geçen bir hikaye anlatılıyor bu sefer (yani en azından atmosfer sınırları içinde). Bu sefer hikayemizde uzay gemileri, astronotlar, gezegenler yok. Dünya dışı bilinç sahibi yaratıklar için de yok diyeceğim ama onlar var. Sadece arka planda yer alsalar, ana hikayeyle direk bir temas kurmadan, sadece dünyanın geleceği tasvirinin bir parçası da olsalar yine varlar. Ve yazar, insanlığın bugünüyle ilgili eleştrilerini, dinle ilgili eleştirilerini, yaşamla, tüketimle ve benzeri dünyevi konularla ilgili eleştrilerini de bu dünya dışı bilinç yoluyla aktarıyor okuyucuya. Peki tüm bunlar yoksa ne var hikayede, bu sefer ana kahraman kim? Uzay Efsanesi ve Rama gibi serilerden alışık olduğumuzun aksine "Cennetin Çeşmeleri" nin ana kahramanı bir mühendis. Hem de öyle böyle bir mühendis değil, Cebelitarık Boğazı üzerine bir köprü tasarlamış ve inşa ettirmiş, dünyanın favori mühendisi. Mühendisimizin yeni projesi ise yıldızlara uzanan bir köprü inşa etmek.



1900'lü yılların başında, ilk uyduların fırlatılmaya başladığı zamanlarda bir Rus mühendisi bir soru atar ortaya. Madem uydular gönderebiliyoruz, uzay mekaniği cisimlerin yörüngede sabit olarak kalmalarını sağlıyor, neden uzaya doğru bir asansör inşa etmiyoruz? O yıllarda mühendise verilen cevap basitmiş: çünkü bu imkansız. Bu cevabın geçerliliği ise 1900'lü yılların sonlarına doğru yitirmeye başlamış. Yine Rusya'da 1950'lerde labratuvarlarda ilk karbon nanotüpler görülmeye başlanmış. Mükemmel bir karbon zincirinden oluşan bu malzemeler o kadar güçlüymüş ki uzaya çıkacak bir asansör fikrini "lan, acaba...?" mertebesine çıkarmış. Uzaya çıkmakla ilgili onlarca kitap yazmış Clarke durur mu, zamanı biraz ileri sarmış ve teknolojinin bu fikrin bir projeye dönüşebileceği bir geleceği tasvir etmeye başlamış. Uzaya gitmek için ihtiyaç duyduğu şeyler elinde; fikir, fikri bir gün gerçek kılma potansiyeline sahip bir teknoloji ve fikrin gerçekleşmesini sağlayacak, teknolojinin yeterince geliştiği yıllarda yaşayan mühendis. Tabii çeşitli sorunlar, sıkıntılar olmadan direk düşünülen ve sonrasında inşa edilen bir asansörün öyküsü ne kadar okunası olabilir? Bizim de mühendisimizin projesini tamamlayabilmesi için pek çok sorunu çözebilmesi gerekiyor. Nitekim kitabın sonunda, olaylardan 1500 yıl sonraki dünya tasvir edilirken asansörün çok eski bir yapı olarak varlığını, uzaya köprü fikrini ilk okuduğunuz an öngörebiliyorsunuz (Tabii Clarke'ın tasvir ettiği haliyle olması baya zor).

Clarke, herkese tavsiye edilmesi zor bir yazar. Bilimkurguya, teknolojiye, uzaya yabancı ve soğuk kişilerin zevkle okuması çok mümkün olmayan bir yazar. Kaldı ki tüm bunları sevenler bile yavaş kurgusu, az aksiyonu dolayısıyla bir kitabını okuduktan sonra ikincisine geçmekte tereddüt yaşayabilir. Fakat dünyasına bir kere girebiliyorsanız hayal dünyanıza bambaşka boyutlar katacak bir yazar kendisi. Öyle olmalı ki onunkiler kadar başarılı bilimkurgu kitaplarıyla  çok az karşılaştık. Onun kadar başarılı yazar ise çok daha az.

29 Eylül 2013 Pazar

"Anne Ben Barbar mıyım?" - 13. İstanbul Bienali

İstanbul Bienali, bu sene 13. yılına "Anne, ben barbar mıyım?" sorusuyla girdi. İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın düzenlediği bienalde, 14 eylül - 20 ekim tarihleri arasında İstanbul'da 5 farklı mekanda tüm dünyadan katılan sanatçıların eserleri sergileniyor. Sanat, sergi güzel, kaçırılmaması gereken etkinlikler, İstanbul'da her fırsatta gitmek, gezmek istediğimiz bir şehir diyerekten biz de bulduğumuz bir fırsatta atladık, gittik İstanbul'a. 2 gün haftasonu elverdiğince, gücümüz yettiğince bienali gezdik.

"Anne, ben barbar mıyım?" Lale Müldür'ün aynı isimli şiirinden bir alıntıymış. Bienalin  başlığı olarak bu soruyla ilk karşılaştığımda bienalin bir kimlik sorgulaması tadında sanat eserlerinden oluşacağını düşünmüştüm. "Barbar" ı bildiğimiz, günlük kullandığımız anlamıyla alınca, yani "zorla, şiddetle istediğini yaptıran, genel kuralları hiçe sayıp kendi gücünün yettiği şekilde davranan..." olarak almıştım. Bir yandan bizim toplumumuza Avrupa'nın bakış açısı "barbar" olduğundan, toplumsal bir kimlik sorgulaması fikri uyanmıştı. Öte yandan Gezi parkı olayları ile, çeşitli söylemlerle (çapulcu, vs.) barbar etiketi yapıştırılmaya çalışılan insanlara ve onların hareketlerine, hedeflerine yönelik bir söylem olabileceğini düşünmüştüm (ikincisini gerçekten bienali gezmeye başlamadan önce mi düşündüm, yoksa şimdi aklıma geldi de önceden düşünmüş gibi gösterme fikri hoşuma mı gitti tam emin değilim. Bilinç değişik bir oyuncak). Tabii söz konusu bienal olunca kesin bir doğru ya da kesin bir yanlıştan söz etmek çok mümkün olmasa gerek. Sonuçta eserleri bu gözle inceleyince de eminim pek çok fikre ulaşmak mümkün. Bienali gezdiren rehberlerin özellikle vurguladıkları nokta ise şu: "barbar" kavramı, ilk çıktığı eski Yunan dönemindeki anlamıyla kullanılmıştır. O zamanlar şehirlerde yaşayan insanlar, kırsal kesimde yaşayan insanların ne konuştuklarını anlamazlarmış. "Ne diyor bu yabaniler, bar-bar-bar-bar diye bir şeyler konuşuyorlar" derlermiş (yani demişlerdir herhalde). Antik-Yunan zamanlarında Yunanca konuşamayan, Yunanlı olmayanları, ilerleyen zamanlarda Hristiyan olmayanları, sonrasında da batılı olmayanları tanımlayan bir kavram olmuş bu (Bienalin kavramsal ayrıntıları ile ilgili kendi internet sitesinde yazanları okumanızı tavsiye ederim. Kavramsal Çerçeve başlığı baya dolu dolu bir başlık). Sergilenen eserler hem kamusal alan, kamusallık-evrensellik, hem de yabancılık, toplum dışılık konuları çevresinde dolanıyor.

Bienalin sergilendiği 5 mekan İstiklal caddesi üzerindeki Arter, Salt Beyoğlu; Eminönü'nden geçen tramvayın geçtiği cadde olan Kemeraltı caddesindeki Galata özel Rum İlköğretim Okulu, Rum okulunun biraz ilerisinde, İstanbul Modern'in yanında yer alan Antrepo no:3 ve Unkapanı tarafında yer alan 5533. Biz ne yazık ki kısıtlı zaman dolayısıyla 5533'e gidemedik, diğer 4 yeri gezebildik. Bienali gezmek ücretsiz, mekanlara istediğiniz gibi girip gezinebiliyorsunuz; isteyenler için ücretli rehberli turlar yer alıyor. Ben bu rehberli turlara katılmayı şiddetle tavsiye ederim. Alacağınız tek bir biletle 3 mekanda (Arter, Rum okulu, Antrepo) rehberli turlara katılabiliyorsunuz. Rehber arkadaşlar bienale ve sanat eserlerine çok hakimler. Açık bir şekilde vakitleri olsa her bir eserle ilgili uzun uzun bir şeyler anlatabilirler. Tabii rehberli turun süresi kısıtlı olduğundan vakitleri yettiği kadarını anlatıyorlar. Bir de bizim kadar şanslıysanız ve turlardan bir tanesinde sizden başka kimse yoksa rehberle uzun uzun sohbet etmek, eserlerle ilgili kendi fikrinizi belirtme fırsatınız oluyor. Üzerinde düşünmek, fikir belirtmek bienale daha bir dahil olmanızı sağlıyor.



Arter'de sizi Jimmie Durham'ın "Kapıcı - (The doorman)" isimli heykeli karşılıyor. Çöplerden yapılmış bir heykel bu. Rehberimizin söylediğine göre Jimmie Durham eski Amerikan halklarıyla (kızılderililer, Aztekler, vb.) ilgili araştırmalar yapan bir aktivistmiş. Bu eseri, bu halklar için çok önemli olan volkanik bir taşla ilgili yaptığı araştırmalar sonucunda çıkmış. Sanatçı aynı zamanda çöp olarak atılmış nesneleri de çok severmiş. İşlevi bitmiş, ona yüklenmiş misyonunu tamamlamış bir malzemenin özgürlüğüne kavuştuğunu düşünürmüş. Bu şekilde onlara heykellerle yüklendiği misyondan farklı kullanımlar sağlayarak algı bozan bir yaklaşımı varmış. Benim bu anda "adam ne güzel özgürlüğe kavuşmuştu, sen ona yeni misyon verdin, aldın özgürlüğünü elinden. Oldu mu peki?" diyesim geldi ama sanatsal bir yapıya mühendissel bakış açısı katmak istemedim. Biraz ileride yer alan "Hector Zamora" nın çalışması yine Arter'deki ilgi çekici çalışmalardan biri. Duvara yansıtılan videoda bir mekan içerisinde birbirine tuğla fırlatan birkaç grup işçi görürüz. Yerde ise işçilerin kullandıkları kasketler ve eldivenler durmaktadır. Youtube'da "Inconstância Material" diye aratırsanız, Türkiye'de aynısı gerçekleştirilmiş ve Arter'de sergilenen vidyonun aslını izleyebilirsiniz. Çalışma ile ilgili ayrıntılı bilgiyi yine bienalin ana sayfasından erişebilirsiniz. Konuyu bienalin bakış açısıyla düşünmeye çalışınca tuğlaların, çalışmanın gerçekleştiği binayı (ya da vidyonun yansıtıldığı duvarı) ayakta tutarken o kadar sağlam gözükürken aslında ne kadar kırılgan olduklarını konuştuk. Barbar olan (atılan tuğlalar) ile olmayan (binayı oluşturan tuğlalar) arasında çok büyük farklılıklar bulunmadığı, bizim çalışmaya yönelik bir yorumumuz oldu. Arter'de yer alan (bizce) en vurucu çalışma ise Meksikalı, çok isimli bir sanatçının (ctrl+c, ctrl+v = José Antonio Vega Macotela) "Zaman Takası" isimli çalışmasıydı. Bir hapishanede gerçekleştirmiş sanatçı bu çalışmasını. Birlikte çalışmak üzere anlaştığı mahkumlardan bir şey yapmalarını istemiş, karşılığında da mahkumun bir isteğini gerçekleştirmiş. Mesela bir mahkum, hücresindeki sigara izmaritlerinden bir kolaj oluştururken sanatçıdan çocuğunun ilk adımlarını izlemesini istemiş. Eserler, bu bilgi ışığında bakılınca çok etkileyici, insanı kendi dünyasına çeken bir yapıya bürünüyor. Özellikle parmağını sürte sürte "Monte Cristo Kontu" kitabının üzerinde bir delik açan mahkumun bu çalışması bence çok başarılıydı. Hele ki kitap da benzer bir şekilde azimle kaza kaza yıllar yıllar içinde hapisten kaçan bir adamın hikayesini anlatıyorken.


Söz konusu toplum içinde yabancı olmak, dışlanmak, itelenmek, ötekileştirilmek olunca romanlar, Sulukule ile ilgili olan çalışmalar da hem bienal çerçevesine en iyi oturan hem de en etkileyici çalışmalardandı. Bu çalışmalar için Rum Okulu'nun en üst katında bir köşe ayrılmıştı ve Sulukule'deki "kentsel dönüşüm" ile ilgili bir belgesel gösteriliyordu. Antrepo'da ise bir odada Sulukule çıkışlı yeni nesil bir rap grubu olan Tahribad-ı İsyan için Halil Altındere'nin çektiği bir nevi klip gösteriliyordu. "Harikalar Diyarı" isimli şarkıları için çekilmiş vidyo, Sulukule'deki kentsel dönüşüme verilen bir tepki olarak çok başarılı bir çalışmaydı. Bu klip de dahil olmak üzere en çok eser,  (bence)  bienalin en etkili ve etkileyici mekanı olan Antrepo'da sergileniyor. Özellikle David Moreno'nun ölü maskeleri fotoğraflarına kağıttan huniler yapıştırdığı çalışması üzerinde düşündükçe farklı fikirler doğuran, benim en çok aklımda kalan eserlerden bir tanesi. Biraz uzaklaşıp baktığınızda hunilerin gölgeleri fotoğrafların ağızlarına yerleştirilmiş birer konuşma balonuna dönüşüyor. Tabii konuşma balonlarının içi siyah olduğundan (gölge sonuçta) ölü maskeleri sizinle, sizin anlayacağınız şekillerde konuşamıyor. Bir sonraki esere bakmaya geçerken hala daha içimde bir dürtü dönüp bu çalışmaya bakmamı, onun anlattıkları üzerinde daha fazla düşünürsem daha iyi anlayabileceğimi söylüyordu. Antrepo'da öyle bir çalışma var ki gözden kaçması çok mümkün, ama kaçırmadığınız zaman çok memnun olacak, etkileneceksiniz. Hemen girişte sağ tarafta bir çocuk atölyesi var, görevli birkaç arkadaşın çocuklarla birlikte çalıştıkları bir oda. Bu odanın devamında ise gizlenmiş başka bir oda daha var. Bu gizlenmiş odada kağıtlardan şekiller kesilmiş, masanın üstüne koymuş. 2 tane de fener bırakılmış odanın bir kenarına. Siz fenerleri kağıtlara tutarak arka duvarda kağıtların gölgelerini düşürüyorsunuz. Yaklaştırarak, uzaklaştırarak, ışık kaynağının yerini değiştirerek bir nevi gölge oyununun yönetmeni oluyorsunuz. Yan atölyede ise çocuklar, gölge yaratacak kağıttan yeni figürler (ağaçlar, binalar, insanlar, vb.) oluşturuyorlar. Sanıyorum Ankara'ya dönüş otobüsüne yetişmemiz gerekmeseydi en az yarım saat oyalanırdık o odada.

Güzel, etkili olan her eserle ilgili bir şeyler yazamıyorum; bienali anlatan kitap yaklaşık 500 sayfa, benim gücüm ancak aklımda kalan birkaç eserle ilgili aklımda kalan birkaç yorumu paylaşmaya yetiyor. Zaten eserler; haklarında bir şeyler yazılmasına (monolog) değil, konuşulmasına, tartışılmasına, farklı düşüncelere yol açılmasına (dialog) yönelik çalışmalar. İstanbul'un sanat dolu sokakları, bienal çatısı altında sizleri bekliyor. En az 1, en fazla 3 arkadaşınızla gidin, gezin, konuşun, bakının, düşünün, yorumlayın. (Yazımı hepimiz barbarız diye bitirmek istiyorum ama sanata değer veren insan kostümünü son anda barbar dürtülerle çarçur etmeye de gönlüm elvermiyor. İç çelişkiler dünyası...)

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Dumankara - Hayat Bir Yangındı (Çizgilerle Ankara)

Bir zaman önceydi, İstanbul'u sahne olarak kullanan, hatta sahneden de öteye resmen hikayelerinde bir karakter olarak şehre rol vermiş 2 şahane çizgiromandan bahsetmiştik. Çok kısa bir süre sonra ilginç bir süpriz kitapevlerinde yerini aldı: Dumankara. Kendisini "Deli Gücük" çizgiromanlarından tanıdığımız Levent Cantek'in senaryosu ile Ankara sokaklarını meskan tutmuş 21hikaye. Türkiye'de çizgiroman çok seri üretilen bir mecra değil. Son yıllarda -özellikle yabancı çizgiromanların tercümesini yapan yayınevlerinin çok iyi çizgiromanları Türkiye'ye getirmelerinin sayesinde- belli bir kıpırdanma yok değil, her ay raflarda yerini alan onlarca çizgiromanın arasında Türk yazar-çizerlere ait çalışmalar görmek mümkün. Fakat bu çizgiromanların büyük çoğunluğu mizah dergilerinde çıkan çok başarılı hikayelerin toplama albümleri olduklarından yurt dışında gördüğümüz başlı başına birer proje olan çizgiromanlardan yapı olarak daha farklılar. Mizah dergiciliğimizin -bence- çok gelişmiş ve çok başarılı olmasından ötürü çoğu her sayfası dolu dolu, kalite bakımından fazlasıyla tatmin edici ciltler; ancak benim bahsetmeye çalıştığım daha farklı bir boşluk. Son zamanlarda çıkan özellikle Stüdyo Rodeo'nun ve Levent Cantek'in çalışmaları aslında aradaki farkı çok güzel gösteriyor. Deli Gücük: Zifirname'nin sonsözünde de belirttiği üzere; bu çalışmalar yurt dışında oluşmuş terimler kullanıldığında klasik anlamda bir "çizgiroman" olmaktan çok birer "grafik roman". Yani birbirini takip eden karelerle bir hikaye peşinde koşmaktansa belli bir konu üzerine, bir bütün olarak inşa edilmiş çalışmalar.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Vincent Price














Korku, beni en çok tetikleyen duygulardan birisidir. Kendisine bir kere kapılınca kurtulmak, kafamı iyi düşüncelerle, içimi hoş duygularla doldurmak için ne gerekiyorsa yaparım. Karanlıkta otururken bir ses duyduğumu mu sandım; hemen ışıkları yakar, etrafı kolaçan ederim. Gece uyandım ve odamın içinde bir silüet mi gördüm; açımı değiştirir gördüğüm şeyin gördüğümü sandığım şey olmadığını kendime kanıtlamaya çalışırım (yetmezse ayağa kalkar, silüeti oluşturan eşyaları dağıtırım). Ormanda, kampta, gece nöbetinde karanlığın, ıssızlığın, sessizliğin kara büyüsüne mi kapıldım; ateşi harlar, yakınımdaki alet, edevatı (bıçak olsun, çakı olsun, düdük olsun, fener olsun, hatta budaklı, sağlam bir odun bile olabilir) kontrol ederim. Benim için tehlike ile paralel bir duygudur korku; dolayısıyla içimi korku kapladığında tüm olası tehditlere karşı diken üstünde olurum. Korku benim için en etkili duygudur. Mesela mutluyken kötü bir haber alınca anında üzülebilirim ya da kızgınken iyi bir haberle tüm sinirim uçup gidebilir. Fakat içimde korku varsa başka hiçbir duygu o anda benliğimi saramaz, korkum geçene kadar hepsi sırasını beklemek zorunda kalır. Ne zaman ki korkuya neden olan şartlar değişir, o zaman diğer duyguların yolu açılır.

28 Haziran 2013 Cuma

Uğursuz Bir Şey Geliyor Bu Yana - Ray Bradbury

"Something Wicked This Way Comes" olabildiğine şairane bir tabir değil mi? En azından ben kendisini ilk duyduğum zamandan beridir böyle düşünüyorum. İnsanın gözünün önüne hep bir gece karanlığını getirdiği konusunda sanıyorum hemfikir olabiliriz. Onun haricinde çeşitlendirmeler yapılabilir. Kimi gözünü kapattığında şehrin sokaklarının altında, lağımlarda dolanan, çıkmaz, arka sokaklarda, gölgelerde gizlenen bir şeylerin olduğu bir sahne canlandırır zihninde; kimi eski, Viktoryen bir evin onlarca koridorlarında, merdivenlerinde, tavan arasında dolanan bir şeyleri. Kimi için güvenli evinde, yatağında yatarken sokağın başında, bozulmuş sokak lambasının altından kendine doğru yaklaşan bir gölge olabilir, ya da gecenin bir yarısı denk geldiği bir parkta, hatta daha da iyisi bir mezarlıkta hışırtısını duyduğu ama göremediği bir şeyler... Korku edebiyatının en büyük isimlerinden birisi olan Lovecraft "... en büyük korku bilinmeyenin korkusudur" der ve hikayelerinde korkunun kaynağı olan canavarları olabildiğince az tanımlayarak boşlukları okuyucunun hayal gücüne tamamlamak üzere bırakır. "Something wicked this way comes" da bence tam olarak bunu yapan; yaklaşan "wicked" yani uğursuz, lanetli, fena, kötü şeyi net tanımlamadan -something- bırakan bir tabir.

20 Haziran 2013 Perşembe

Man of Steel - Zack Snyder - 2013



Geçtiğimiz son on sene, birçok nedenden dolayı çizgiroman ve süper kahramanlar için altın yılları oldu aslında.  Şöyle geniş çerçevede bir bakınca, gelişen görsel efekt teknolojilerinin artması, çizgiromanın aslında aşırı derecede yüksek düzeylerde rağbet gören bir yayın dalının olması ve 'nerd' popüleritesinin artması gibi etmenler bizi bu günlere getirdi. Bu konu çok daha detaylı olarak tartışılabilir; ama konumuz o değil.

11 Haziran 2013 Salı

Leyla the Band Ankara Konseri - 30.05.2013


Onları ilk defa "Leyla ile Mecnun" un 5. bölümünde dinledik. Mecnun, Leyla için bir orkestra toplayıp, pencerenin altında Seranat yapmış, Seranat'ın videosu youtube'da yayınlanınca da bir internet fenomenine dönüşmüştü. Hoş bu ilk şarkı senaryonun, hikayenin bir parçası olduğu için sonradan gelen büyük ilginin bir parçası olamadı. Sonuçta zaten genel olarak müzik tercihleri başarılı bir dizi, çoğu bölümde güzel şarkılar kullanılıyor, jenerik ve dizi içi müzikleri de güzel olunca bölüm içi bir hikayeden fazlası değil gibiydi. Fakat ilerleyen bölümlerde, sanki bir öngörüymüşcesine gerçekleşti bu senaryo. Bir bölümün finalinde, ardından bir internet fenomenine dönüşen "Bu Kıza Kadar" yayınlandı. Bu seferki şarkı senaryo icabı, hikayenin bir parçası değil, tamamen bir klip tadındaydı. Hikaye için çekilmiş bir klip değil, seyirci için çekilmiş bir klipti izlediğimiz. Tam anlamıyla bir müzik klibiydi ve çok tuttu. "Leyla the Band" grubunun fikir, oluşum ve gelişim süreci nasıl gelişti tam bilemiyorum ama bana öyle gleiyor ki "Bu Kıza Kadar" bu işin gerçekleşeceği yönündeki ilk ve en önemli kilometre taşıydı.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

İçeriden Ölmek - Robert Silverberg

Söz konusu bilimkurgu olunca insan bazen kötü süprizlerle karşılaşabiliyor. Sinema söz konusu olunca işin rengi biraz farklı; sonuçta hikaye sıkıntılı olsa da özel efektlerle, aksiyonla bir şekilde yine iyi vakit geçirtiyor insana. 'Patlamış mısırlık film' diye nitelendirdiğimiz filmler var sonuçta; patlamalar, çatlamalar, şakalar, falanlar filanlar 2 saat boyunca izleniyor, kafalar boşaltılıyor, hiçbir şey düşünmeden salya akıtarak ekrana bakılıyor ve bazılarımız için tatmin verici bir 2 saat geçmiş oluyor (o da lazım bazen diyerekten). Aynı şey ne yazık ki (ya da neyse ki) kitaplara uyarlanamıyor; bir kitap 'patlamış mısırlık' ise öyle "1 hafta - 2 hafta okuyayım, kafamı boşaltayım..." falan filan olmuyor. İlk 5 sayfa "acaba ilgi çekici bir şeylere mi yöneliyor, hikaye patlayacak mı bir yerlerde" düşünceleriyle geçerken 10. sayfa "sanırım kitabın yapısına alışır, hikayelere biraz daha girebilirsem zevk alırım bu kitaptan" düşünceleriyle çevriliyor. Ardından gelen 190 sayfa (200 sayfalık bir kitap varsaydım, daha fazlası katlanma sınırlarını benim için geçer) "başladığım bir kitabı bitirmeden bırakmam, o kadar da kötü sayılmaz, kendince bir mizah anlayışı var" düşünceleriyle geçiyor. Kitabın en zevk veren kısmı son bölümün ilk sayfası oluyor. Mesela "Uzaya Haçlı Seferleri" isimli bir kitabı, aslında ismini görür görmez bırakmam gerekirken sonuna kadar okudum; tam da bu duygu ve düşünceler içinde. İnsanın dili böyle gereksiz kitaplardan bir kere yanınca kitap seçiminde daha seçici olmaya başlıyor (ki bu da çok satanlar listelerine yaklaştırıyor insanı ki onun sıkıntıları da başka).

28 Nisan 2013 Pazar

Deli Gücük - Zifirname

Türkiye'nin son yıllardaki en başarılı yerli çizgiroman çalışmalarından biri olan Deli Gücük'ün ilk iki cildi "Osmanlı Taşrasından Korku ve Dehşet Hikayeleri" ve "Alacakaranlık Zamanlar" dan bir zamanlar bahsetmiştik. Gel zaman git zaman, blogunda 3. cildin çıkacağı duyrulan Deli Gücük'ün yeni cildine ulaşmak biraz zaman aldı. Arada 2012 yılının sonbaharında İletişim yayınlarından Murat Başekim'in yazdığı 7 tane hikayeden oluşan "DG" isimli bir kitapla heyecan ve merakımızı tazeledikten sonra 2013 Mart ayı ile birlikte Deli Gücük'ün 3. cildi "Zifirname" raflardaki yerini aldı.



23 Nisan 2013 Salı

Zerre - Erdem Tepegöz

Türk sineması artık tamamen başarılı bir sektör haline gelmiş durumda. Her ay, hatta hemen hemen her hafta vizyona birkaç tane Türk filmi giriyor. İşin sevindirici yanı, bu filmlerin hepsinin boş aksiyon, boş komedi ya da boş korku filmlerinden olmaması. Komedi olsun, gerilim olsun, 'sanatsal film' olarak değerlendirilen nispeten durağan, karakter odaklı filmler olsun, Türk filmleri açısından vizyon (bence) baya canlı bir yapıda. İşin üzücü yanı ise -en azından Ankara'da- alışveriş merkezi içinde bulunmayan sinemaların büyük bölümünün kapanmış olmaları. Bir zamanların On, Derya, Batı, Megapol, Kavaklıdere ve daha bilimum sinemaları artık "bizim zamanımızda sinemaya gitmek için AVM'ye gidilmek zorunluluğu yoktu" dedirtmek istercesine peş peşe kapandılar. Büyülüfener sinemaları (Bahçelievler ve Kızılay) ve Kızılırmak, AVM içinde olmayan, geriye kalan sayılı sinemalardan (Ankara özelinde benim aklıma başka sinema gelmedi açıkçası. Varsa da benim bilmediğim sinemalar). AVM sinemaları aslında iyiler, koltuklar rahat, ulaşım nispeten daha sıkıntısız ve benzeri güzellikleri var. Sıkıntılı noktaları ise belli gruplara dahil olmalarından kaynaklı olsa gerek, gösterdikleri filmler çoğunlukla Amerika'nın stüdyo filmleri ve Türkiye'deki yüksek bütçeli filmler. Mesela geçenlerde Altyazı dergisinde denk geldiğim "Yabancı" isimli filme gitmek için sinemalara bakındım; film sadece Kızılırmak, Büyülüfener ve bir AVM sinemasında vizyona girmişti. Yakında vizyona girecek Iron Man 3'ün 20 tane falan sinemada, bazı sinemalarda 2'şer salonda vizyona gireceğini düşününce bence üzücü bir sayı 3. Kaldı ki olay sadece Türk filmleri de değil. Zamanında Amerika'dan bir bağımsız film olan "Düşler Diyarı" (Beasts of the South Eastern Wild) filmi için vizyona baktığımızda onun da ancak 2-3 sahnede oynadığını görmüştük.


22 Mart 2013 Cuma

İyi Güzel Muhteşem Yarın - Cory Doctorow

Cory Doctorow'u daha önce duymuş muydunuz bilemiyorum. Benim kendisini keşfetmem, Türkçe'ye çevrilen (yazının konusu olan) kitabın kapak tasarımını ilginç bulmamla başladı. Yanda gördüğünüz kapak tasarımı ve bir betimleme ya da zincirleme isim tamlaması olmayan kitap ismi, değişik bir şeyler vaad ediyormuş gibi gelmişti bana. Okuduktan sonra biraz aldatıcı olduğuna karar verdiğim kapak ve arka kapak yazısı, benim ilgimi çekmeye yetti: "İlerlemenin sonuna varıldığında ne olur? Çağdaş bilimkurgunun önemli isimlerinden Cory Doctorow, tasarladığı Disney motifleri egemenliğindeki karamsar gelecekte, ergen 'üst-insan' Jimmy ile düşlerinin kızı ölümlü Lacey'nin öyküsü etrafında...". Kitabın sonuna geldiğinizde ise kurgusal hikayenin yanında, hatta belki kurgusal hikayeden çok yazarın ilginç bir insan olduğunu görüyorsunuz. "Bilimkurgu yazarı, blogçu ve teknoloji aktivisti Cory Doctorow, ünlü Boing Boing blogunun ortak editörüdür ve aralarında Guardian, New York Times, Publishers Weekly ve Wired gibilerinin bulunduğu pek çok gazete, dergi ve internet sitesine yazılarıyla katkıda bulunmaktadır. Doctorow, teknoloji yasaları, politikaları ve anlaşmalarında özgürlüğü savunan, kar amacı gütmeyen sivil özgürlükler kuruluşu olan Elektronik Sınırlar Vakfı'nın (eff.org) Avrupa İlişkileri Müdürlüğü görevini yürütmüştür. İngiltere'deki açık üniversitenin konuk profesörlerindendir ve Kanada'daki Waterloo Üniversitesi'nde sanal kürsü sahibidir. 2007 yılında California Üniversitesi Anenberg Kamusal Diplomasi Merkezi'nde Fullbright Başkanlığı görevini yürütmüştür. 2008'de baba olmuştur, kızı Poesy Emmeline Fibonacci Nautilus Taylor Doctorow, her türlü teknolojik ve insan yapımı eseri solda sıfır bırakan bir mucizedir." (Kitabın içindeki yazar tanıtımını direk aktardım) Gerek bu tanıtım yazısından, gerekse hikayeden sonra gelen, 2010 Dünya Bilimkurgu Fuarı'nda yaptığı konuşması ve bir röpörtajı gösteriyor ki bir yandan tam bir bilimkurgu hayranı olan, "geek" olarak adlandırılan insan grubunun örnek bir üyesi, bir yandan da teknik, teknolojik, bilimsel pek çok konuya uzun uzadıya kafa patlatan ve hakkatten çok sağlam fikirleri olan birisi.


16 Mart 2013 Cumartesi

18. ODTÜ Rock Şenliği - Büyük Ev Ablukada, Milankundura, Fil Bizim İşimiz

Bir ODTÜ Rock şenliğini daha bitirdik bu akşam. Bu sene kısmet ilk gün ve son güne oldu, ona rağmen harika konserler dinledik. Yani dinledik derken, bugün biraz tek başıma kaldım. Söz konusu Büyük Ev Ablukada olunca, bir de cuma akşamı olmasının etkisiyle 2-3 gün önceden tükenmişti biletler. Birlikte gidelim diyen pek çok kişi eşlik edemediler bana bu konserde. Bir de tek başıma kaldım derken de nasıl bir olumsuz elektrik varsa üstümde, onlarca insan ayakta kaldı, oturacak yer bulamadılar, benim sağımdaki de solumdaki de iki koltuk boştu, kimse gelip oturmadı yanıma. Çok da itici bir insan değilimdir aslında, insanlar neden ayakta kalmayı, merdivenlere oturmayı benim yanımda oturmaya tercih ettiler tam kavrayamadım.


14 Mart 2013 Perşembe

18. ODTÜ Geleneksel Rock Şenliği - Gevende, Kafabindünya, Mutrib




Bir ODTÜ Geleneksel Rock Şenliği serüvenini daha dün akşam başlattık. Yani ODTÜ MT (Müzik Toplulukları) başlattı, biz hemen hemen her yıl olduğu gibi seyirci olarak yerimizi aldık. Bu sene konser takvimi açıklandığı anda bende büyük bir heyecan yaratmıştı çünkü gerek her günün son grubu, gerekse de ön grupların çoğu sahnede dinlemeyi çok izlediğim gruplardı. Yan taraftaki listede görüyorsunuz zaten, ne kadar başarılı bir liste olduğu, dinleyenin zevklerine göre değişir tabii; ama benim açımdan baya heyecan verici bir program. Tabii geçen senenin şenliği Korhan Futacı, Yasemin Mori ve ön grupları ile yine güzel bir şenlik yaşatmıştı bize. Bu senenin en büyük sıkıntısı artık çalışıyor olmak oldu. Geçen senelerde rahat rahat dinliyorduk; oysa bu sene ilk konserin başlangıç saati de son konserin bitiş saati de önemli bir hal aldı. Biletleri satan çocuğa konser saatlerini sorduğumda kapının 4'te açılacağını, son grubun da büyük ihtimalle 8 civarı çıkmasını beklediklerini; ama konserlerde illa ki sarkma olacağını söyledi. Hal böyle olunca bizde hesaplamalar başladı, saat 6'da ODTÜ'de olabilsek, ilk gurubu kaçırmış olsak, bir şeyler atıştırsak... Aynı bu şekilde de başladık ilk güne. Saat 6'da bir şeyler atıştırıp Mimarlık Anfisi'ne geçtik. En azından ikinci gruba yetişmiş olmak istiyorduk çünkü ikinci grup post-rock tarzları ile Türk rock grupları arasında ayrı bir yerleri olan Kafabindünya'ydı. Tabii Rock Şenlikleri geleneğini bozmadı, saat 6'da gittiğimizde hala daha kapı açılmamıştı. Saat 7 gibi kapı açıldı, saat 7.30 gibi ilk grup Mutrib sahneye çıktı.

6 Mart 2013 Çarşamba

Beş Sevim Apartmanı - Mine Söğüt

Mine Söğüt'ün son kitabı olan "Deli Kadın Hikayeleri" nden bahsetmiştim bir zamanlar. O zamanlar Mine Söğüt, kitapevlerinde karşıma çıkan ilginç bir isimdi, bir yandan merak ediyor, öte yandan sırf kapağına bakılıp kitap alınır mı diyordum. Tabii kitap tasarımlarını, eşi Bahadır Baruter'in yapıyor olması pek bir çekici geliyordu bana (Bahadır Baruter benim özellikle eskiden "Lombak" dergisinde yayınlanan Ruhaltı çizimleri olmak üzere çizimini çok beğendiğim bir karikatürist). "Deli Kadın Hikayeleri" beni çok etkilemişti, Mine Söğüt böylece takip ettiğim bir yazar oldu benim için.

Memo Tembelçizer'in Lemanyak günlerinden kalma "Lemanyak Şehitleri" köşesine pek çok kereler Miki ve Biki olarak misafir olması sonucu çok sevimli, çok sevecen, neşe dolu bir kadın portresi çiziyordu Mine Söğüt; öte yandan böyle sevecen bir iç dünyası olan bir insanın bu tür şeyleri (acı çeken kadınlar, kadına şiddet, deliren kadınların hikayeleri) bu kadar çarpıcı bir şekilde betimlemesi ilginç gelmişti bana. Mine Söğüt'ün nasıl bir insan olduğunu Lemanyak Şehitleri'ni, ya da çeşitli sitelerde denk geldiğim röpörtajlarını okurken iyice merak etmiştim. Bu konuda tüm sorularımın cevabını Burak'la birlikte geçtiğimiz hafta katıldığımız CerModern'deki söyleşisinde aldım.

Mine Söğüt, tam Memo Tembelçizer'in çizdiği gibi, sevimli, neşeli, sevecen bir insan. Anlattığı öykülere hiç uymayan, ince bir ses tonu ve melodili bir konuşma tarzı var. Kitaplarının kaynağı, acı, şiddet, delilik dolu hikayelerin çıkışı ise gazetecilik geçmişinde saklıymış. Yıllarca gazetecilik yaptıktan sonra bir süre Öküz dergisinde yazıları yayınlanmış. Söyleşide söylediği üzere artık televizyonu ve gazeteleri hayatından tamamen çıkarmış. "Süreçleri uzun uzun anlatarak dikkatimizi dağıtıyorlar, sonuçları görebilmemizi engelliyorlar" diyor gazeteler için. Güncel hayatı internetten takip ediyormuş artık. "Süreçleri okumaktansa sonuçlara bakınmakla yetiniyorum" diyor. Kitap yazarken belli bir düzeni olmadığını anlattı söyleşide, "Yazmak; yemek ya da içmek gibi. Nasıl ki acıktığınızda yemek yer, susadığınızda su içerseniz, bunları yapmak gerektiğinde değil, içinizden -doğal yollarla- yapmak gelirse yazmak da benim için o şekilde" diye anlattı (tabii anlattıklarını kayda almadığım için birebir cümleleri değil bunlar). Çoğunlukla bir melodi yakaladığında, o melodiye göre yazarmış. Yazının bir müziği olduğunu, yazı yazarken de çoğunlukla o müziğin peşinde gittiğini söyledi. Kitaplarıyla ilgili soru soran insanlara, bir cevap vermeden önce "siz nasıl düşündünüz?", "siz nasıl değerlendirdiniz?" gibi sorular sorarak olayı bir soru-cevap söyleşisinden çıkartıp daha bir sohbet, tartışma, paylaşım ortamına dönüştürmesi de hoş bir ortam yarattı. Tabii 20 virgülle, 10 satırlık cümleler kuran abilerimiz bambaşka bir tat kattılar söyleşiye, o konuya çok fazla girmesek olur sanırım. Burak arkadaşımızın "Kadınların gözünden onların hikayelerini anlatıp ardından da onları deli olarak nitelendiriyorsunuz. Delilik çok güçlü bir kavram, sizin için, kitaplarınızda delilik nerede duruyor? Delilik sizin için ne anlam ifade ediyor?" sorusu geceye renk katan, cevaplamadan önce Mine Söğüt'ü düşünmeye iten sorulardan bir tanesi oldu (soruyu yanlış yazmamışımdır umarım). Ben de gecenin sonunda pişmiş kelle gibi sırıtarak elimde kitapla imza sırasına girerek renk kattım; ama sanırım sadece kendi suratıma. Bir noktada heyecanlanıp kitabı Burak'a verdim, "al abi sen imzalat" dedim ama kendisi son dakikada kitabı elime geri tutuşturup "hadi bakalım" dedi. Ben de "ehe" diyerek kitabımı kendisine uzattım, imzalatmak üzere. Sonrada kırmızı kulaklarla topuk (biraz fazla heyecanlanabiliyorum bazen)...


Gelelim imzalattığım kitaba. "Deli Kadın Hikayeleri" ni okuduktan sonra kitapevinde bir gün "Beş Sevim Apartmanı - Rüya Tabirli Cinperi Yalanları" kitabına bakınıyordum. O sırada yanımdan geçen bir genç "çok etkileyici, harika bir kitap. Bence okumalısın" diye tavsiyede bulunup yoluna devam etti, ben de aldım kitabı. Hikayemiz "Beş Sevim Apartmanı" nda açılıyor. 5 katlı Beş Sevim Apartmanı'nın her katında başka birisi yaşamaktadır. Dışarıdan bakan komşuların bilmediği şey, bu 5 garip insanın 5'i de delidir. Binanın bodrumunda yaşayan, kimsenin orada yaşadığını bilmediği psikolog doktor Samimi'nin hastalarıdır bu 5 insan. Cinler ve periler yüzünden delirmiş bu 5 kişiyi doktor Samimi belli bir amaç doğrultusunda binaya getirmiştir. Doktor Samimi'nin ve apartmanın öyküleri de dahil olmak üzere bir yandan tüm bu insanların öykülerini okurken bir yandan da doktor Samimi'nin günlüğü doğrultusunda onun yaptıklarını, amaçlarını izleriz. "Beş Sevim apartmanında garip bir şeyler oluyordu" diyerek başlayan kitap, apartman sakinlerinin (pek de sakin olmasalar da) hikayelerini anlatarak yavaş yavaş başladığı noktaya doğru ilerler. Bir yandan da bize aile içinde, çoğunlukla anne-babalarıyla yaşadıkları acılar, sorunlar, sıkıntılar yüzünden deliren, cinlerle perilerin dünyasına düşen insanların hikayelerini anlatır. Cinperilerin diyarında yaşayan tüm bu insanların hayal dünyalarının artlarında bir de gerçekte yaşadıkları vardır. Cinlerle perilerin onlara musallat olması boşuna değildir.

Yarattığı binbir türlü yaratıkla masalsı anlatımıyla, kurduğu karanlık dünyalarla, kendisinin de bahsettiği yazılarının müziğiyle, söyleşiye gelmiş birkaç öğretmenin uzun övgüler dizdiği başarılı betimleme gücüyle ("kitabı okurken o patlıcan yemeğinin tadını resmen damağımda hissettim" - hangi kitaptan bahsettiklerinden emin değilim) yakın takibe alınması gereken bir yazar Mine Söğüt. "Kırmızı Zaman" ve "Şahbaz'ın Harkulade Yılı 1979" söyleşide en çok bahsi geçen kitaplardı. Benim sıradaki hedefim bu iki kitap olacak. Kendisini hiç okumamış olanlar içinse zaten ilk kitabı olan "Beş Sevim Apartmanı" güzel bir başlangıç olacaktır.

31 Ocak 2013 Perşembe

Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi - Derviş Şentekin

Kitabın sonunda ana karakter ölüyor.



Yakın zamanda çıkan bir Türk polisiyesi "Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi". Bir gazeteciymiş Derviş Şentekin, Radikal'in Kitap ekinin editörlüğünü yapmış. 2011 yılında da ilk kitabı olan "Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi" yi çıkarmış.

Yazının başında şaka yapmış olduğumu düşünen varsa şaka yapmıyorum; gerçekten de kitabın en sonunda ana karakterimiz olan detektif ölüyor. Bana inanmıyorsanız bir kitapevine girdiğinizde bulabilirseniz kitabı elinize alın ve bakın. Kitabın son sayfasına bakmanıza gerek yok, kapağına baksanız da olur. Kapakta, anlatıcı karakterin öldüğünü 3 cümle ile çok net anlatıyor. Kapaktaki yazının çeldirici, şaşırtmaca olduğunu düşünebilirsiniz; o zaman kitabın arka kapağına bakın. Ön kapakta 3 cümle ile özetlenmiş ana karakterin öldürülmesi arka kapakta daha ayrıntılı anlatılmış. Diyeceksiniz ki "ama onların ikisi birden şaşırtmaca olabilirdi, belki yazar başka bir şeyden bahsedecekti, ana karakteri öldürmüş gibi yapıp öldürmeyecekti". Böyle düşünüyorsanız ve bana kızdıysanız kızmayın. Çünkü kitabın en başı, ilk bölümü de ana karakterin ölümünü anlatıyor. Hikaye başlamadan önce yazar, ana karakterini öldüreceğini kesin olarak bildiğinizden emin olmak istemiş, bunu garantiye almak için her fırsatı kullanmış.

Hikayeyi bozmadan kitabı tanıtmak gerekirse: İsmini bilmediğimiz bir karakter var elimizde. Kendisinden "ben" diye bahsettiği, başka birisi onun adını söyleyeceği vakit de "bana adımla seslendi" dediği için karakterimizin adını hikayenin sonuna kadar öğrenemiyoruz. Adını bilmediğimiz abimizle ilgili bildiklerimiz eski bir satranç şampiyonu olduğu, istihbarat teşkilatına girdiği, sonra da oradan kovulduğu. Hikaye başladığında elimizde eski bir istihbaratçı var yani, ve ondan kaybolan babasını aramasını isteyen bir kız.

Kitabı okumak isteyenlere kitabı beğenmelerinin yolunu açacağına inandığım söylemek istediğim birkaç konu var. İlk olarak, elinizdeki alışık olduğumuz türden bir polisiye değil. Aksiyonu olan bir hikaye değil en başta; hızla gelişen olaylar, koşuşturmalar, bulmacalar falanlar filanlar yok elimizde. Fazlasıyla sakin, fazlasıyla dingin bir kitap; olanlara bir anlam vermeye çalışan eski istihbaratçının günlük yaşantısına konuk oluyoruz. Zaten sürekli tekrarladığım üzere ana karakterin öleceğini, daha ilk sayfaya başlamadan bildiğimizden dolayı yazarın amacının sürükleyici, merak uyandıran, heyecanlandıran bir kurgu olmadığı aşikar. Hal böyle olunca kitap, ilham gelerek yazılmış bir hikayeden çok kurgulanmış, üzerinde çalışılmış bir proje gibi duruyor. Bir söyleşisinde yazar da bu görüşü desteklemiş:  "... Roman klasik bir açılışla başlayıp, “şah-mat”la sonuçlanıyor. Bol bol gönderme var; gazeteci arkadaşım İbrahim Koçyiğit, kitaptaki yirminin üstünde göndermeyi buldu. Romanda tam 41 sanatçıya gönderme var diyerek oyunu daha da zorlaştırayım..." Açıkçası bu göndermeler konusunda ben çok da uyanık davranamadım; olaya hiç bu açıdan yaklaşmadığım için kitabı okurken bu noktaya çok fazla dikkat etmemiştim. Fakat çok bariz olan şu göndermeyi okumak benim çok hoşuma gitmişti:
"...'Onun için en rahatı cinayetçilerle takılmak; onlara yardım ediyorum.' 'Nevzat başkomisere mi takılıyorsun?' dedim heyecanla. 'Yok, yok. Onlar, neydi o genç çocukla kız, işte onlarla sağlam bir ekip kurdu. Dışarıdan kimseyle çalışmıyorlar pek.' 'Bu aralar Ankara'dan bir cinayetçi çıkmış, kasıp kavuruyormuş ortalığı' dedim Ankaralı başkomiserin adını hatırlamaya çalışarak. 'Hı hı, Behzat başkomiser. Tuttuğunu koparıyormuş adam. Kimsenin gıkı çıkmıyormuş. Tabancası elinde geziyor diyorlar; deli bir adammış.'
Behzat başkomiser sanıyorum hepimizin bildiği üzere Behzat Ç.'ye denk geliyor, Nevzat başkomiser de Ahmet Ümit'in polisiyelerinin çoğunun baş karakteri olan Başkomiser Nevzat (3 tane de çizgiroman hikayesi var kendisinin).

Polisiye bir hikayeye ve ilk bölümün hikayenin en sonunda, en heyecanlı anı ile başlamasına kanıp hareketli ve sürükleyici bir kitap bekleyenleri uyarırım; bu kitap sizi hayal kırıklığına uğratabilir. Fakat bir (hatta arka planda birkaç) karakteri derinlemesine inceleyen, güzel, akıcı bir dili olan, iyi kurgulanmış ve daha gerçekçi bir hikaye okumak istiyorsanız, benim okumaktan büyük zevk aldığım bir kitaptı BPVKÇG (Bunu bir daha yapmayacağım, çok çirkin durdu).

22 Ocak 2013 Salı

"Kuçu Kuçu"


Fransız bir yazar olan Fabrice Roger - Lacan'ın yazdığı bir tiyatro oyunu "Kuçu Kuçu". Fransa'da ilk defa 2010 yılında sahnelenmiş. 2012-2013 tiyatro sezonunda da AYSA tiyatro yapımcılığında, Özgü Namal ve Selen Uçer'in oyunculuğunda Türkiye'de sahnelenmeye başlamış. Özgü Namal ve Selen Uçer'in oyunculuklarına başrol demek ne kadar doğru olur bilemiyorum çünkü ikisinden başka oyuncu yok sahnede; 2 kişilik bir oyun "Kuçu Kuçu".

Melis hanımın kocası Ragıp, çok büyük bir iş adamı olan Kudret beyin yanında işe başlar. İşçi-iş veren ilişkilerini geliştirmek üzere Melis ve Ragıp, Kudret beyin adasında bir akşam yemeğine davet edilirler. Melis'i adaya geldiğinde Kudret beyin eşi Melda hanım karşılar. Ragıp ve Kudret, iş toplantısı adaya Kudret'in helikopteri ile geleceklerdir. Onlar gelene kadar Melis ve Melda'nın sohbet edecek bol vakti olacaktır. Fakat bu sohbet hiç basit, sıradan bir "ilişki geliştirme" sohbeti olmayacaktır.

Oyunu izlemek isteyenlerin olacağını umuyorum çünkü açıkçası ben oyunu çok beğendim. Zaten Özgü Namal'ın oyunculuğunu, oynadığı filmlerde beğenmişimdir. Kendisini bir de tiyatroda izlemek güzel bir deneyim oldu. Dolayısıyla oyunla ilgili mümkün olduğunca bilgi vermeyeceğim. Yine de bu konuda titiz arkadaşlar bundan sonrasına geçmeyebilirler (ben olsam geçer, sonra da yazana bir sürü laf söylerdim, siz öyle yapmayın).

Çok başarılı bir iktidar savaşı var oyunda. Zaten oyunun ismi bir çeşit köpek-sahip ilişkisini çağrıştırıyor. Afiş de iki karakterin de bir yandan ötekine bağlı olduğunu, bir yandan da ötekinin tasmasını elinde tutmaya çalıştığını imgeliyor (tabii oyunu izledikten sonra imgeliyor. İzlemeden önce ismin, afişin ne anlatmaya çalıştığı üzerinde ben çok fazla durmamıştım). Özellikle kimi sahnelerde oyuncuların bir şeyler yapmaya çalışırken tasması çekilen bir köpek gibi sürüklenmeleri iktidar oyunu konusunda güçlü bir atmosfer yaratıyor. İktidarı ele geçiren tarafın sanki silkinip ayağa kalktığını, dengesini sağladığını; öteki tarafın ise tasmanın egemenliğine boyun eğerek yerde sürüklendiğini hissediyorsunuz. Ayakta duramazsanız kaybedersiniz, ayağa kalkabilmek için de karşı tarafı yere düşürmek zorundasınız. Durum; ne kadar 2-3 hamle sonrasının hesaplandığı ustaların oynadığı türden olmasa da, 2 çocuğun oynadığı satranç oyununa benziyor. Strateji kurarak gelişen bir savaş değil, yıkmak için saldıran hamleler var ortada. Oyunu iyi hamle yapabilen kazanmayacak, kötü hamle yapan kaybedecek.

İş böyle olunca oyunun başlangıcı ve bitişinde çalan Bülent Ortaçgil'in şarkısı "Benimle Oynar Mısın?" oyunu güzel tanımlayan, iyi bir tercih olmuş. Hatta oyunun yazarı bile kendi oyununa bu kadar uyan bir şarkı olduğunu bilse herhalde çok sevinirdi. -Bir ara not: Piyano eşliğinde (hemen hemen her müzik parçasında olduğu gibi) çok güzel olmuş "Benimle Oynar Mısın?". Aynı zamanda Özge Fışkın seslendirmiş şarkıyı, kendisinin yorumu da baya hoş olmuş. Müzik bakımından da baya iyiydi oyun yani-


Oyunun bütünlüğünü, başarısını sağlayan en önemli noktalardan bir tanesi de basit bir oyun olması. Basit kötü bir anlam çağrıştırıyorsa ona yalın da diyebiliriz. Demek istediğim şu; çok fazla alt mesaj, politik içerik, tarihi ya da felsefi göndermeler barındırmıyor oyun (ya da barındırıyorsa da benim cahilliğim onları farketmeme fazlasıyla engel). Yani tabii kendi felsefi bir yaklaşımı var, manasız bir oyun değil kast ettiğim. Daha çok oyun için "bu oyun feminist, realist, opportunist, Budist, Santralist (kötü espri batağına saplandım mı kaçabildiğim görülmemiştir) bir oyun" denecek bir tarzı yok. Tamamen iki karakter arasındaki iktidar kavgasına odaklanan bir oyun; replikler kadına şiddet konusunda da, kapitalist ekonomi konusunda da, hayvan hakları konusunda da göndermeler içermiyor. Böyle söyleyince boş, amaçsız, manasız bir oyun gibi gözüktüyse çok yanlış anlattım derdimi. Söylemek istediğim şu: Oyunun tek odak noktası iktidar. Hal böyle olunca da havada kalan, arada kaynayan herhangi bir nokta olmuyor. Belki de bu yüzdendir ki tek perde, 1.5 saatte bitiyor oyun.

Kendimce tiyatroda her zaman kendi zevkime uygun oyun bulamam. Olanların bileti açıldığı gün tükenir, bulabildiklerimiz zaman zaman benim ilgi alanım dışında kalarak bende çok fazla iz bırakmazlar. Bu açıdan bu tarz farklı, direk bir olayı ya da bir sorunu anlatmayan oyunlar daha bir ilgi çekici gelmiştir bana. Benim gibi düşünen arkadaşlara "Kuçu Kuçu" yu takip edip izlemelerini tavsiye ediyorum. İnternet sitelerinde gezinmek biraz zor da olsa AYSA Tiyatrolarını şuradan takip edebilirsiniz: http://www.aysaorg.com/index.php?ilno=1

19 Ocak 2013 Cumartesi

Abis - Aslı Tohumcu

Aslı Tohumcu'dan ilk olarak 2011'de yayınlanan kitabı "Taş Uykusu" ile bahsetmiştik. "Taş Uykusu" o zamanda belirttiğim üzere beni çok etkileyen, beğendiğim bir kitap olmuştu. O aralar, normalde Milli Eğitim Bakanlığı'nın Yazarlar Okulda projesine dahil olmuş olan ilk kitabı "Abis" in gençlerin gelişimini olumsuz yönde etkileyeceği öne sürülerek bu projeden çıkartıldığı haberi ile karşılaşmıştım. Eh, insan merak ediyor bir yandan hal böyle olunca.

Öncelikle daha önceden es geçtiğimiz bir nokta olarak Aslı Tohumcu'dan bahsedelim. Bir önceki yazıda kendisinin bir "Afili Filintalar" blogu yazarı olduğundan bahsetmiştik; zaten benim bu aralar beğenerek okuduğum yazarlardan yeni tanıştıklarımla çoğunlukla "Afili Filintalar" blogu sayesinde tanıştım. Aslı Tohumcu'nun ilk kitabı "Abis" yayınlanmadan önce kendisi çeşitli yayınevlerinde editörlük ve TRT2'de muhabirlik yapmış. Aynı zamanda Vatan Kitap ve Akşam Kitap eklerinde çalışmış. Abis'in ardından 3 kitabı daha yayınlanmış. Aynı zamanda konuk yazar olarak gittiği Hollanda'da çalıştığı gazetedeki yazıları toplanarak Hollanda'da "Hangi Türkten bahsediyorsun?" isimli bir kitap olarak basılmış.


Abis, uzun soluklu tek bir öykü kitabı değil. Pek çok öyküden oluşan bir kitap. Öyküler çoğunlukla aile içi şiddet, eşler arası mutsuzluk gibi konuları işliyor. Hikayelerin karakterlerinin hemen hemen tamamı mutsuz, çoğunluğu mağdur kimseler. Hatta zaman zaman o mağdurlar maktule dönüşüyorlar kimi hikayelerde. Özellikle bu bakımdan çok sert bir kitap Abis. Karakterlerine en acımasız şekilde yaklaşıyor, onlara türlü türlü acılar çektirmekten çekinmiyor. Yazarın gazeteci yönünü çok açık bir şekilde görüyoruz bu  gazetelerin 3. sayfalarından fırlamışcana bir atmosferde ilerliyor, gelişiyorlar. Ve yazar da güçsüzü koruyup suçluyu cezalandıracak bir hikaye örgüsünden çok gerçekçi bir örgü tercih ediyor; güçsüzler acı çekiyor, ölüyorlar. Hoş suçlular da yer yer cezalandırılıyorlar; ama bu olayların gerçekleşmesine, bizi allak bullak etmesine engel değil. Açıkçası ben bazı öyküleri bitirdikten sonra bir sonrakine geçmeden kapattım kitabı, bir süre kitabın atmosferinden uzaklaşmam gerekti.

Toplumsal olaylara ilgi duyan, sosyal yapı ile ilgili düşünmek, fikir yürütmekten hoşlanan arkadaşlar için çok ideal bir kitap Abis. Ne yazık ki ülkemizde olan durumu anlatıyor; yani o karakterlerden bir tanesini 2 sokak ötede bulmak, ya da alışveriş merkezinde farketmeden yanından geçmek baya mümkün. Öte yandan aşırı şiddete, şiddet ve mağdurlarla ilgili ince ayrıntıları okumaya dayanamayacak olan arkadaşlar için bence acı verici bir tecrübe olur onu okumak. Ama son not olarak şunu belirtmeden geçemeyeceğim, bu kadar etkili olmasının nedeni de çok başarılı bir kitap olması. Yani kendinizce yeterli cesareti görüyorsanız ben şiddetle tavsiye ediyorum.

Kitabın arka kapak tanıtımı:

"Aslı Tohumcu Abis'te sustalı bir bıçağın korkunç anlamlar barındıran sesiyle seriyor "gerçek" i önümüze... Satır aralarında naif bir sesle "dünya yaşanması gereken bir yer değil mi?" diye soruyor...
Tohumcu bu ilk kitabında, hayatın göründüğü gibi olmadığını, insan ruhunun karanlık noktalarını ve şiddetin kan kırmızısını anlatıyor... Abis, dünyayı bir kabusa döndürelere edebiyatla bir karşı çıkış, sert bir isyanın da kitabı."

2 Ocak 2013 Çarşamba

Barış Abiden Çocuklara...



Google abimiz bugün (02.01.2013) çok güzel bir süpriz yaptı ve Barış Manço'nun 70. yıl dönümünü kutladı (yukarıdaki resim ile) (Demek ki Kentpark'da da o yüzden Kara Sevda çalıyordu bugün). Hal böyle olunca biz de duygulandık tabii, sonuçta çocukluğumuz Barış Manço şarkılarıyla geçti. Geçenlerde kuzenlerimle konuşuyorduk, çocukluğumuzda oynadığımız her oyun başka bir Barış Manço albümüne bağlı. Mesela Carmageddon oynarken en çok "anahtarlı falan bir şeyler vardı" diyerek anımsadığımız "Sahibinden İhtiyaçtan" albümünü dinliyorduk. Tabii zaman geçtikçe, yeni oyunlara geldikçe önce "Mançoloji" de takıldık, sonrasında da zaten tek bilgisayarda sırayla oyun oynamanın ve dolayısıyla kasetlerin devri bitti. CD'ler ve mp3'lerin devri yeni şarkıcılarla tanışmamıza, dolayısıyla "sadece" Barış Manço dinlediğimiz günlerin sona ermesine neden oldu.

Çocukluğumda ablamla -nedense- şarkıcılarla ilgili konuştuğumuzu hatırlıyorum. Ablam bana neden bu kadar çok Barış Manço dinlediğimi sormuştu, ben de Barış Manço'nun şarkılarının çoğunun öteki şarkıcılar gibi aşkla ilgili olmadığını, çocuklar içinde pek çok şarkısı olduğunu ve bizlerin varlığını unutmayan tek şarkıcı olduğundan onu çok sevdiğimi söylemiştim (Kaset üzerine kayıt yapılabildiğini yeni keşfettiğimiz zamanlardı, radyo programı yapıyormuş gibi söyleşi yapıyor, kasede kaydediyorduk. Herhalde 6-7 yaşlarındaydık, her gördüğümüzden bir tane de kendi tarzımızda yapmaya çalışıyorduk). Tabii çocuk kafasıyla böyle bir cümle kurmuş olamam; şimdi bile cümlenin sonuna gelene kadar atla karayı seçtim; ama ana fikrim buydu. Çünkü Barış Manço, çocuklara yönelik şarkılarında benimle konuşuyormuş gibi hissediyordum. O hikayeyi bana anlatıyordu; o şarkıyı ben dinleyeyim, ben eğleneyim diye yazmıştı. Sanki büyüklerin ne düşündükleri, şarkıyı beğenip beğenmedikleri umrunda değildi. Onlara, onlar için birkaç şarkı vermiş, sonra sohbet etmek için bize dönmüştü. (Adam Olacak Çocuk programını göz önünde bulundurursak o şarkıları gerçekten de böyle bir hissayatla yazmış olması mümkün).

Barış Manço'nun pek çok şarkısını sağda solda sürekli duyarız. Mançoloji en çok sevilen şarkılarını bir araya topladı zaten, orada yer alamamış birkaç tanesi daha hemen hemen herkesin ezberindedir. Yukarıda bu kadar girişini yaptığım, sizlerle paylaşmak istediğim 2 şarkıdan bir tanesi de bu şekilde hepimizin ezberinde olduğuna inandığım bir şarkı. Hatta "sağ gösterip sol salla..." kuplesi eminim pek çoğunuzun aklına melodiyi getirdi. "Müsadenizle Çocuklar" albümünün ilk şarkısı olan "Müsadenizle Çocuklar", sözleri çok bir bütünlük içermeyen, daha çok tekerleme tadında bir şarkı. "...büyükler kös kös otururken adam oluvermiş çocuklar..." cümlesi, Barış abinin çocuklara olan sevgisinin, inancının bir kanıtı ve o zamanın çocuklarının da onu çok sevmesinin temel nedenlerinden biri. Şarkının en önemli özelliği ise bir çeşit dönemin başarılı pop şarkıcıları korosu eşliğinde söylenmiş olması (Jale Bekar, Ajlan Büyükburç, Burak Kut, Nalan Tokyürek, Tayfun, Hakan Peker, Soner Arıca, Grup Vitamin, Kerim Tekin, Ercan Saatçi ve nette bulamadığım, klipten de çıkaramadığım başkaları daha).


İkinci şarkı biraz daha az bilinen, çocuklarla bir sohbet havasında geçen bir şarkı. "Darısı Başınıza" albümünün son şarkısı "Günaydın Çocuklar" da bir çocuk korosu eşlik ediyor Barış Manço'ya. Sözlerinin güzelliği ile beni sanıyorum müzik dinlemeye başladığım ilk günlerden bugüne kadar büyüleyen; yukarıda yazdığım hislerin, duyguların, düşüncelerin kaynağı olan şarkı budur. Sanıyorum dünyanın çocuklar sayesinde renkli ve güzel olduğu düşüncesi bu şarkı ile yerleşti bende. Barış abinin sizinle konuşuyor olduğu, bu hikayeyi size anlatıyor olduğu duygusunu umarım siz de benim bir zamanlar hissettiğim gibi hissedersiniz.


Tabii Barış Manço'dan genç dostlarına şarkıların bunlarla sınırlı olmadığını hepimiz biliyoruz. Hiç yoktan "Arkadaşım Eşşek" ya da "Ayı" bile bu başlık altında anılabilinecek şarkılar. Amacımız birkaç güzel şarkıyla Barış abiyi hatırlamak olduğundan uzuncana bir listeye boğmak istemedim yazımı. İleride başka güzel şarkılarıyla tekrar tekrar hatırlarız kendisini zaten.