24 Ağustos 2016 Çarşamba

Pagan Çeşmesi ve Ben

Bugün size biraz Pagan Çeşmesi'ni anlatacağım. Temel amacım Pagan Çeşmesi'ne neden yazıyor olduğumu anlatmak. Aslında Pagan Çeşmesi'ni kavramsal olarak ilk kurduğumuz zaman ne yapmakta olduğumuz konusunda açık bir fikrimiz olduğundan emin değilim. Aynı duygu ve iç güdülere sahip olduğumuz için fikir ham olarak ortaya atıldığı zaman derinlemesine bir sorgulama hiç yapmamıştık - en azından ben yapmamıştım (sen de yapmamıştın şimdi, hiç öyle başını sallama). Başlarda olayımız 40 kişiden 3'ünün geyik çevirdiği, 30 tane başlık açıp 4 tanesinde, sabah yaptıkları ve ertesi sabah yapacakları sohbetlerin yazıldığı bir forumdu. Evet, onlar bizdik, hayır, forum tüm internete açık değildi. Bizden başka kimse girmiyordu. Forum demek o yıllarda sosyal medya demekti. Biz de sosyal medyayı deniyorduk işte kendi meşrebimizce. Sonra bir gün internetin sonsuz olmadığını keşfettik. Birisi pirizini çektiği zaman kapanıyor bu meret. Facebook sonu gelmeyecek gibi gözüküyor değil mi? Geocities ve Hotmail de bir zamanlar öyleydi, internet demek bu iki site demekti. "Bir sabah gözlerimi açtığımızda çok uzak diyarlara yol almış olmasıı, bizim de ona olan sonsuz güvenimizden dolayı hiçbir şeyi kaydetmemiş olmamız hayatımızda yer eden kötü bir enstantenedir." Sonra bir gün Almanya'da oturmuş biramı içiyorum (çünkü Almanya'dayım, neden içmeyeyim ki), o zamanlar da Skype'ın hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olduğu yıllar, Skype'ta dedik ki Pagan Çeşmesi'ni biraz da blog olarak mı denesek? Blog biraz şekil ihtiyacından, ya da süregelen bir merak duygusunun bastırılma ihtiyacı, öğrenme arayışı. Yani Pagan Çeşmesi'ni Facebook'ta kurmuşuz, ama Facebook kabuk değiştirme sürecinde bizim bütün planlarımızı alt üst edecek kararlar vermiş. Hal böyle olunca biz de Pagan'ın bir yarısını Facebook'ta tutup kalan yarısını Blog'a aktaralım dedik.

Daha önce buraya yazmakta bir amacım olup olmadığını doğru dürüst düşünmemiştim, sorgulamamıştım. Bu fikir (yani neden Pagan Çeşmesi? diye bir yazı yazmak) aklıma, güzel bir dost burada yazılanlarla ilgili fikirlerini söylediği bir akşam geldi. Konu burada bahsi geçen bir kitaptan açıldı ve benim burada yazdığım bir yoruma atıfta bulunuldu. O ana kadar burada yazdıklarımı birilerinin gerçekten okuyor olduğunu düşünmemiştim. Yani tamam, sonuçta internette herkese açık bir alana bir şeyler yazıyorsan, bu birilerinin onu okuyabileceği anlamına geliyor. Birilerinin okuyacağını düşünmüyorsan, sadece kendin için yazdığını sanıyorsan word'de yaz, excel'de yaz, powerpoint'te yaz, paint'te yaz (ama elle yazma, 2 yıl önce yazdığım bazı yazıları bile okuyamıyorum, hayatımda gördüğüm en kötü el yazılarından birine sahibim). Blog'a ne ihtiyacın var? Sinema seven bir insan olarak aylık olarak Altyazı dergisini alırım. O ayın dergisinde yönetmen tarzları hakkında bir yazı okurken bu blogda bir değişiklik yapıp bir deneme yazısı yazayım dedim. Neden yazmayayım ki? İlkokulda güzel kompozisyon yazardım. Blogda eskiden yazdığım yazıları okuyorum, hala ilkokuldaki kompozisyonların ötesine geçememişim. Sonra blogda yeni yazdığım yazılara bakıyorum, hala ilkokul kompozisyonları. Sonra bu yazıyı yayınlamadan önce tekrar bir okudum, hala ilkokul kompozisyonu. İçimdeki çocuğu hala yaşatıyorum sanırım, ama benimki ilkokul Türkçe dersinde takılı kalmış. Blog'da "neden Pagan Çeşmesi?" konulu fazladan bir kompozisyon olsa ne farkeder? Yalnız mesela eskiden yazdığım bir çizgiromanla ilgili yazıya bakıyorum. Hatırlıyorum, yeni çıkan sayıyı sipariş etmişim, elimdeki sayıları da bitirmişim. O anın heyecanıyla oturmuşum, yazmışım bir şeyler. Diyorum ki bu kadar başarılı bir çizgiroman, sadece ne kadar güzel olduğunu anlatsam yeter. Yazıyı yazarkenki duygularımı hatırlıyorum, bazı anlatmak istediklerimi üstü kapalı anlatayım, çok fazla bilgi vermeyeyim falan demiştim. Üstünden zaman geçip okuyunca "sonra şöyle oldu, sonra o gitti, sonra bak çok büyük patlama oldu, sonra adam geldi, sonra..." diye film anlatan çocuk gibi. Tam bir gerçekler Eminönü vakası. Eminönü'yü de severim halbuki. Ankaralı bir insan olarak benim için Mısır Çarşısı, boğaza nazır balık ekmek keyfi otantik, güzel anlamları var Eminönü'nün. Yani aslında bence oldukça güzel yazıyorum sanırım. :D İşte tam olarak da bu gaz yeni yazılar çıkmasını sağlayan.

İşin doğrusu, buraya yazdıklarımı kimse okumuyor sanıyordum değil (İngilizce'deki gibi, sonuna değil koyarak cümleyi olumsuz yaptım. Have to - don't have to gibi). Daha çok okunuyor olması hakkında düşünmemiştim. "neden Pagan Çeşmesi?" diye yazmamın nedeni "birileri okuyormuş, o zaman al bunu oku!" değil (not). Aslında birilerinin en azından kayıtların bulunduğu sayfalara giriyor olduğunu bilmek çok da zor değil (not). Blogger istatistik olarak veriyor zaten, şu gün şu kadar kişi, şu kaydı okudu (kayda baktı) diye (slipped and read). Tabi bu girişlerin çoğunun google görsel aramaları sırasında gerçekleştiği bilgisini de veriyor (acı gerçekler). Aynı zamanda blogumuzdaki en çok ziyaret edilen sayfanın bize tek yazıyla misafir olan, (ne yazık ki) devamını getirmeyen Kamelya'ya ait olduğunu da gösteriyor. Yazı çok güzel bu arada, okumayan kalmamıştır herhalde ama kazara bu yazıyla karşılaşmışsan Marina Abramoviç'e bir bak. O usta bir kalemden çıkmış bir yazı işte. 


Zaten buraya (genel toplamda) tek yazan da ben değilim. Belki son 2-3 yıldır benim yazılarım çoğunluktadır, ama yine de Pagan Çeşmesi fikrini birlikte geliştirdiğimiz Burak var. Bir zamanlar bir Burak yazardı, bir ben yazardım, üç Burak yazardı, bir ben yazardım. Sonra hayat bizi tekrar Ankara'da bir araya getirdi (bu gereksiz bilgi, konuyla bir alakası yok). Facebook bölüğü iyice coştu, canlandı, aldı başını yürüdü. Sohbet, muhabbet gırla. Öyle ki arada iş-güç yoğunluğundan 1 hafta bakma, döndüğün zaman uçan arabaların, ışınlanan insanların arasında walkman'i için pil arayan çocuğa dönüyorsun. Konuyla ilgili Hakan Nisan'ın Uykusuz'da geçen hafta çok güzel bir karikatürü vardı. Fotoğrafını çekip yana koydum (yani bunları yazarken henüz koymadım ama siz okurken kesin koymuş olurum. O yüzden gelecek zamandan bilinen geçmiş zaman olarak bahsetmekte bir sıkıntı görmedim). Bir haftasonunu evde Pagan Çeşmesi'nde paylaşılanlara bakınarak geçiriyorum, yine de bitiremiyorum. Bir de blogda yazan Erinç var. Kendisi yazdıklarının çoğunu taslak olarak bırakıp yayınlamamayı tercih ediyor. Kendisi ödüllü hikayelere sahip bir dost, yazdıkları (hikaye olsun, blog yazısı olsun) hep çok keyifli yazılar. Ama siz hepsini okuyamıyorsunuz, yalnızca Burak ve ben okuyabiliyoruz. Bu da bizim ilginç bir torpilimiz. Bir de çektiği kısa filmleri başkalarından önce bizimle paylaşan bir güzel dostumuz var. Bir de KPSS Türkiye birincisi var. Bir de İsviçreli bilim adamı var. Ben de M3 somun (bulabilirsem) sıkıyorum (bugünlerde gündemim M3 somun, M2, M2.5, M4, M5, M6 tüm boyutlarda somunum var, M3 pul, yaylı pul, havşa vida, alyan vida, her şeyim var. Bir M3 somunum yok. Anlıyor musun? Hadi gülümse).

İşte böyle dostlar. Peki "neden Pagan Çeşmesi?". Diyeceğim o ki bazı valizler vardır, açılmamalıdır. Bazı valizler vardır, açılamaz. Bazı valizler vardır, açılmaz. Bazı valizler de sadece vardır.

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Locke and Key



Locke and Key ilk yayınlanmaya başlayalı 8 yıl olmuş. Ben seriyi okumaya başlayalı ve ilk anların heyecanını buradan anlatmaya çalışalı 4 yıl, serinin son cildi çıkalı 2 yıl. 2 yıldır kütüphanemde ciltleri izliyorum, hikayenin ne kadar da güzel olduğunu hatırlamaya çalışıyorum. 4. cilde gelince hikaye sona yaklaştı demiştim, 5. cilt çıktığında ise "Alpha & Omega" nın fasikülleri basılıyordu. "Alpha & Omega" yı 2 yıldır elime alıp alıp bırakıyordum. Çünkü hikaye bitecek. Geçen haftanın başında dahice bir fikir buldum; birinci cildin önsözünden başlarsam okumaya, haftada 1 ciltle 2 ay kadar idare ederdi beni Locke and Key. Artık sona gelme vaktim de gelmişti, Joe Hill'in yeni çizgiromanlarıyla devam edebilirim nasıl olsa. Fikir o kadar dahiceydi ki 6 cildi okumak 5 günümü aldı.

Anahtarların peşinde bir hayat. Ortalıkta gizemli şeyler yapılmasına imkan veren onlarca anahtar dolanırken tabi ki bu anahtarların peşinde olanlar olacak. Yüzüğün peşindeki Sauron, Ölüm Yadigarlarının peşindeki Voldemort gibi anahtarların da peşinde Zack Wells var. Yakalayabilene arka planda da bir o kadar çok ve eğlenceli detaylar var. Örneğin ("Wells" ten sonra) kütüphanedeki kitaplar, deliler hastanesinde delilere Neil Gaiman okuyan çocuk, ya da mezuniyet balosu ve bir kova kan. Mezuniyet balosu ve bir kova kan özellikle enfes olmuş, çünkü sonrasında Jamal "Sometimes I feel like no one gets us" der, Kavanaugh da "Isn't that our lot in life, though?" diye cevap verir. Bir manada Joe Hill'in Deadpool sahnesi, duvarların yıkıldığı an. Hikayede hayal kırıklığına uğradığım tek nokta ise Harry Potter ekolü finali oldu. Kıyamıyorsan kıyma arkadaşım dedim sona geldiğimde. Kıyacaksan da hakkını ver. Bak "Yürüyen Ölüler" e, nasıl da hakkını vere vere dumur ediyor insanı sürekli.

Biraz fantastik sevenlere yönelik bir sohbet oldu bu sefer. Yazılanları anlamayıp sinir olanlar anlayış gösterin; zaten çizgiromanı okumayanlar ne dediğimi anlamasın diye  uğraştım biraz da. Hikaye çok güzel çünkü. 20 cilt olsa yine okunur. Hatta son cilt üzüyor insanı, hikayeyi bu kadar hızlı bağlayıp sona getirdi diye. 3-4 yeni anahtar, 1-2 farklı kötü, 2-3 ek kapışma ile daha bir süre daha giderdi. Bir yandan da ana hikayeden bağımsız tek sayılık hikayeler de şu anda çıkıyormuş. 6 hikayeden 2 tanesi yayınlanmış - 1 tanesi de 1-2 aya çıkacakmış. 7. cilt de ardından gelir. Sonra belki 8, sonra belki 9...