29 Eylül 2013 Pazar

"Anne Ben Barbar mıyım?" - 13. İstanbul Bienali

İstanbul Bienali, bu sene 13. yılına "Anne, ben barbar mıyım?" sorusuyla girdi. İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın düzenlediği bienalde, 14 eylül - 20 ekim tarihleri arasında İstanbul'da 5 farklı mekanda tüm dünyadan katılan sanatçıların eserleri sergileniyor. Sanat, sergi güzel, kaçırılmaması gereken etkinlikler, İstanbul'da her fırsatta gitmek, gezmek istediğimiz bir şehir diyerekten biz de bulduğumuz bir fırsatta atladık, gittik İstanbul'a. 2 gün haftasonu elverdiğince, gücümüz yettiğince bienali gezdik.

"Anne, ben barbar mıyım?" Lale Müldür'ün aynı isimli şiirinden bir alıntıymış. Bienalin  başlığı olarak bu soruyla ilk karşılaştığımda bienalin bir kimlik sorgulaması tadında sanat eserlerinden oluşacağını düşünmüştüm. "Barbar" ı bildiğimiz, günlük kullandığımız anlamıyla alınca, yani "zorla, şiddetle istediğini yaptıran, genel kuralları hiçe sayıp kendi gücünün yettiği şekilde davranan..." olarak almıştım. Bir yandan bizim toplumumuza Avrupa'nın bakış açısı "barbar" olduğundan, toplumsal bir kimlik sorgulaması fikri uyanmıştı. Öte yandan Gezi parkı olayları ile, çeşitli söylemlerle (çapulcu, vs.) barbar etiketi yapıştırılmaya çalışılan insanlara ve onların hareketlerine, hedeflerine yönelik bir söylem olabileceğini düşünmüştüm (ikincisini gerçekten bienali gezmeye başlamadan önce mi düşündüm, yoksa şimdi aklıma geldi de önceden düşünmüş gibi gösterme fikri hoşuma mı gitti tam emin değilim. Bilinç değişik bir oyuncak). Tabii söz konusu bienal olunca kesin bir doğru ya da kesin bir yanlıştan söz etmek çok mümkün olmasa gerek. Sonuçta eserleri bu gözle inceleyince de eminim pek çok fikre ulaşmak mümkün. Bienali gezdiren rehberlerin özellikle vurguladıkları nokta ise şu: "barbar" kavramı, ilk çıktığı eski Yunan dönemindeki anlamıyla kullanılmıştır. O zamanlar şehirlerde yaşayan insanlar, kırsal kesimde yaşayan insanların ne konuştuklarını anlamazlarmış. "Ne diyor bu yabaniler, bar-bar-bar-bar diye bir şeyler konuşuyorlar" derlermiş (yani demişlerdir herhalde). Antik-Yunan zamanlarında Yunanca konuşamayan, Yunanlı olmayanları, ilerleyen zamanlarda Hristiyan olmayanları, sonrasında da batılı olmayanları tanımlayan bir kavram olmuş bu (Bienalin kavramsal ayrıntıları ile ilgili kendi internet sitesinde yazanları okumanızı tavsiye ederim. Kavramsal Çerçeve başlığı baya dolu dolu bir başlık). Sergilenen eserler hem kamusal alan, kamusallık-evrensellik, hem de yabancılık, toplum dışılık konuları çevresinde dolanıyor.

Bienalin sergilendiği 5 mekan İstiklal caddesi üzerindeki Arter, Salt Beyoğlu; Eminönü'nden geçen tramvayın geçtiği cadde olan Kemeraltı caddesindeki Galata özel Rum İlköğretim Okulu, Rum okulunun biraz ilerisinde, İstanbul Modern'in yanında yer alan Antrepo no:3 ve Unkapanı tarafında yer alan 5533. Biz ne yazık ki kısıtlı zaman dolayısıyla 5533'e gidemedik, diğer 4 yeri gezebildik. Bienali gezmek ücretsiz, mekanlara istediğiniz gibi girip gezinebiliyorsunuz; isteyenler için ücretli rehberli turlar yer alıyor. Ben bu rehberli turlara katılmayı şiddetle tavsiye ederim. Alacağınız tek bir biletle 3 mekanda (Arter, Rum okulu, Antrepo) rehberli turlara katılabiliyorsunuz. Rehber arkadaşlar bienale ve sanat eserlerine çok hakimler. Açık bir şekilde vakitleri olsa her bir eserle ilgili uzun uzun bir şeyler anlatabilirler. Tabii rehberli turun süresi kısıtlı olduğundan vakitleri yettiği kadarını anlatıyorlar. Bir de bizim kadar şanslıysanız ve turlardan bir tanesinde sizden başka kimse yoksa rehberle uzun uzun sohbet etmek, eserlerle ilgili kendi fikrinizi belirtme fırsatınız oluyor. Üzerinde düşünmek, fikir belirtmek bienale daha bir dahil olmanızı sağlıyor.



Arter'de sizi Jimmie Durham'ın "Kapıcı - (The doorman)" isimli heykeli karşılıyor. Çöplerden yapılmış bir heykel bu. Rehberimizin söylediğine göre Jimmie Durham eski Amerikan halklarıyla (kızılderililer, Aztekler, vb.) ilgili araştırmalar yapan bir aktivistmiş. Bu eseri, bu halklar için çok önemli olan volkanik bir taşla ilgili yaptığı araştırmalar sonucunda çıkmış. Sanatçı aynı zamanda çöp olarak atılmış nesneleri de çok severmiş. İşlevi bitmiş, ona yüklenmiş misyonunu tamamlamış bir malzemenin özgürlüğüne kavuştuğunu düşünürmüş. Bu şekilde onlara heykellerle yüklendiği misyondan farklı kullanımlar sağlayarak algı bozan bir yaklaşımı varmış. Benim bu anda "adam ne güzel özgürlüğe kavuşmuştu, sen ona yeni misyon verdin, aldın özgürlüğünü elinden. Oldu mu peki?" diyesim geldi ama sanatsal bir yapıya mühendissel bakış açısı katmak istemedim. Biraz ileride yer alan "Hector Zamora" nın çalışması yine Arter'deki ilgi çekici çalışmalardan biri. Duvara yansıtılan videoda bir mekan içerisinde birbirine tuğla fırlatan birkaç grup işçi görürüz. Yerde ise işçilerin kullandıkları kasketler ve eldivenler durmaktadır. Youtube'da "Inconstância Material" diye aratırsanız, Türkiye'de aynısı gerçekleştirilmiş ve Arter'de sergilenen vidyonun aslını izleyebilirsiniz. Çalışma ile ilgili ayrıntılı bilgiyi yine bienalin ana sayfasından erişebilirsiniz. Konuyu bienalin bakış açısıyla düşünmeye çalışınca tuğlaların, çalışmanın gerçekleştiği binayı (ya da vidyonun yansıtıldığı duvarı) ayakta tutarken o kadar sağlam gözükürken aslında ne kadar kırılgan olduklarını konuştuk. Barbar olan (atılan tuğlalar) ile olmayan (binayı oluşturan tuğlalar) arasında çok büyük farklılıklar bulunmadığı, bizim çalışmaya yönelik bir yorumumuz oldu. Arter'de yer alan (bizce) en vurucu çalışma ise Meksikalı, çok isimli bir sanatçının (ctrl+c, ctrl+v = José Antonio Vega Macotela) "Zaman Takası" isimli çalışmasıydı. Bir hapishanede gerçekleştirmiş sanatçı bu çalışmasını. Birlikte çalışmak üzere anlaştığı mahkumlardan bir şey yapmalarını istemiş, karşılığında da mahkumun bir isteğini gerçekleştirmiş. Mesela bir mahkum, hücresindeki sigara izmaritlerinden bir kolaj oluştururken sanatçıdan çocuğunun ilk adımlarını izlemesini istemiş. Eserler, bu bilgi ışığında bakılınca çok etkileyici, insanı kendi dünyasına çeken bir yapıya bürünüyor. Özellikle parmağını sürte sürte "Monte Cristo Kontu" kitabının üzerinde bir delik açan mahkumun bu çalışması bence çok başarılıydı. Hele ki kitap da benzer bir şekilde azimle kaza kaza yıllar yıllar içinde hapisten kaçan bir adamın hikayesini anlatıyorken.


Söz konusu toplum içinde yabancı olmak, dışlanmak, itelenmek, ötekileştirilmek olunca romanlar, Sulukule ile ilgili olan çalışmalar da hem bienal çerçevesine en iyi oturan hem de en etkileyici çalışmalardandı. Bu çalışmalar için Rum Okulu'nun en üst katında bir köşe ayrılmıştı ve Sulukule'deki "kentsel dönüşüm" ile ilgili bir belgesel gösteriliyordu. Antrepo'da ise bir odada Sulukule çıkışlı yeni nesil bir rap grubu olan Tahribad-ı İsyan için Halil Altındere'nin çektiği bir nevi klip gösteriliyordu. "Harikalar Diyarı" isimli şarkıları için çekilmiş vidyo, Sulukule'deki kentsel dönüşüme verilen bir tepki olarak çok başarılı bir çalışmaydı. Bu klip de dahil olmak üzere en çok eser,  (bence)  bienalin en etkili ve etkileyici mekanı olan Antrepo'da sergileniyor. Özellikle David Moreno'nun ölü maskeleri fotoğraflarına kağıttan huniler yapıştırdığı çalışması üzerinde düşündükçe farklı fikirler doğuran, benim en çok aklımda kalan eserlerden bir tanesi. Biraz uzaklaşıp baktığınızda hunilerin gölgeleri fotoğrafların ağızlarına yerleştirilmiş birer konuşma balonuna dönüşüyor. Tabii konuşma balonlarının içi siyah olduğundan (gölge sonuçta) ölü maskeleri sizinle, sizin anlayacağınız şekillerde konuşamıyor. Bir sonraki esere bakmaya geçerken hala daha içimde bir dürtü dönüp bu çalışmaya bakmamı, onun anlattıkları üzerinde daha fazla düşünürsem daha iyi anlayabileceğimi söylüyordu. Antrepo'da öyle bir çalışma var ki gözden kaçması çok mümkün, ama kaçırmadığınız zaman çok memnun olacak, etkileneceksiniz. Hemen girişte sağ tarafta bir çocuk atölyesi var, görevli birkaç arkadaşın çocuklarla birlikte çalıştıkları bir oda. Bu odanın devamında ise gizlenmiş başka bir oda daha var. Bu gizlenmiş odada kağıtlardan şekiller kesilmiş, masanın üstüne koymuş. 2 tane de fener bırakılmış odanın bir kenarına. Siz fenerleri kağıtlara tutarak arka duvarda kağıtların gölgelerini düşürüyorsunuz. Yaklaştırarak, uzaklaştırarak, ışık kaynağının yerini değiştirerek bir nevi gölge oyununun yönetmeni oluyorsunuz. Yan atölyede ise çocuklar, gölge yaratacak kağıttan yeni figürler (ağaçlar, binalar, insanlar, vb.) oluşturuyorlar. Sanıyorum Ankara'ya dönüş otobüsüne yetişmemiz gerekmeseydi en az yarım saat oyalanırdık o odada.

Güzel, etkili olan her eserle ilgili bir şeyler yazamıyorum; bienali anlatan kitap yaklaşık 500 sayfa, benim gücüm ancak aklımda kalan birkaç eserle ilgili aklımda kalan birkaç yorumu paylaşmaya yetiyor. Zaten eserler; haklarında bir şeyler yazılmasına (monolog) değil, konuşulmasına, tartışılmasına, farklı düşüncelere yol açılmasına (dialog) yönelik çalışmalar. İstanbul'un sanat dolu sokakları, bienal çatısı altında sizleri bekliyor. En az 1, en fazla 3 arkadaşınızla gidin, gezin, konuşun, bakının, düşünün, yorumlayın. (Yazımı hepimiz barbarız diye bitirmek istiyorum ama sanata değer veren insan kostümünü son anda barbar dürtülerle çarçur etmeye de gönlüm elvermiyor. İç çelişkiler dünyası...)