31 Ocak 2013 Perşembe

Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi - Derviş Şentekin

Kitabın sonunda ana karakter ölüyor.



Yakın zamanda çıkan bir Türk polisiyesi "Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi". Bir gazeteciymiş Derviş Şentekin, Radikal'in Kitap ekinin editörlüğünü yapmış. 2011 yılında da ilk kitabı olan "Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi" yi çıkarmış.

Yazının başında şaka yapmış olduğumu düşünen varsa şaka yapmıyorum; gerçekten de kitabın en sonunda ana karakterimiz olan detektif ölüyor. Bana inanmıyorsanız bir kitapevine girdiğinizde bulabilirseniz kitabı elinize alın ve bakın. Kitabın son sayfasına bakmanıza gerek yok, kapağına baksanız da olur. Kapakta, anlatıcı karakterin öldüğünü 3 cümle ile çok net anlatıyor. Kapaktaki yazının çeldirici, şaşırtmaca olduğunu düşünebilirsiniz; o zaman kitabın arka kapağına bakın. Ön kapakta 3 cümle ile özetlenmiş ana karakterin öldürülmesi arka kapakta daha ayrıntılı anlatılmış. Diyeceksiniz ki "ama onların ikisi birden şaşırtmaca olabilirdi, belki yazar başka bir şeyden bahsedecekti, ana karakteri öldürmüş gibi yapıp öldürmeyecekti". Böyle düşünüyorsanız ve bana kızdıysanız kızmayın. Çünkü kitabın en başı, ilk bölümü de ana karakterin ölümünü anlatıyor. Hikaye başlamadan önce yazar, ana karakterini öldüreceğini kesin olarak bildiğinizden emin olmak istemiş, bunu garantiye almak için her fırsatı kullanmış.

Hikayeyi bozmadan kitabı tanıtmak gerekirse: İsmini bilmediğimiz bir karakter var elimizde. Kendisinden "ben" diye bahsettiği, başka birisi onun adını söyleyeceği vakit de "bana adımla seslendi" dediği için karakterimizin adını hikayenin sonuna kadar öğrenemiyoruz. Adını bilmediğimiz abimizle ilgili bildiklerimiz eski bir satranç şampiyonu olduğu, istihbarat teşkilatına girdiği, sonra da oradan kovulduğu. Hikaye başladığında elimizde eski bir istihbaratçı var yani, ve ondan kaybolan babasını aramasını isteyen bir kız.

Kitabı okumak isteyenlere kitabı beğenmelerinin yolunu açacağına inandığım söylemek istediğim birkaç konu var. İlk olarak, elinizdeki alışık olduğumuz türden bir polisiye değil. Aksiyonu olan bir hikaye değil en başta; hızla gelişen olaylar, koşuşturmalar, bulmacalar falanlar filanlar yok elimizde. Fazlasıyla sakin, fazlasıyla dingin bir kitap; olanlara bir anlam vermeye çalışan eski istihbaratçının günlük yaşantısına konuk oluyoruz. Zaten sürekli tekrarladığım üzere ana karakterin öleceğini, daha ilk sayfaya başlamadan bildiğimizden dolayı yazarın amacının sürükleyici, merak uyandıran, heyecanlandıran bir kurgu olmadığı aşikar. Hal böyle olunca kitap, ilham gelerek yazılmış bir hikayeden çok kurgulanmış, üzerinde çalışılmış bir proje gibi duruyor. Bir söyleşisinde yazar da bu görüşü desteklemiş:  "... Roman klasik bir açılışla başlayıp, “şah-mat”la sonuçlanıyor. Bol bol gönderme var; gazeteci arkadaşım İbrahim Koçyiğit, kitaptaki yirminin üstünde göndermeyi buldu. Romanda tam 41 sanatçıya gönderme var diyerek oyunu daha da zorlaştırayım..." Açıkçası bu göndermeler konusunda ben çok da uyanık davranamadım; olaya hiç bu açıdan yaklaşmadığım için kitabı okurken bu noktaya çok fazla dikkat etmemiştim. Fakat çok bariz olan şu göndermeyi okumak benim çok hoşuma gitmişti:
"...'Onun için en rahatı cinayetçilerle takılmak; onlara yardım ediyorum.' 'Nevzat başkomisere mi takılıyorsun?' dedim heyecanla. 'Yok, yok. Onlar, neydi o genç çocukla kız, işte onlarla sağlam bir ekip kurdu. Dışarıdan kimseyle çalışmıyorlar pek.' 'Bu aralar Ankara'dan bir cinayetçi çıkmış, kasıp kavuruyormuş ortalığı' dedim Ankaralı başkomiserin adını hatırlamaya çalışarak. 'Hı hı, Behzat başkomiser. Tuttuğunu koparıyormuş adam. Kimsenin gıkı çıkmıyormuş. Tabancası elinde geziyor diyorlar; deli bir adammış.'
Behzat başkomiser sanıyorum hepimizin bildiği üzere Behzat Ç.'ye denk geliyor, Nevzat başkomiser de Ahmet Ümit'in polisiyelerinin çoğunun baş karakteri olan Başkomiser Nevzat (3 tane de çizgiroman hikayesi var kendisinin).

Polisiye bir hikayeye ve ilk bölümün hikayenin en sonunda, en heyecanlı anı ile başlamasına kanıp hareketli ve sürükleyici bir kitap bekleyenleri uyarırım; bu kitap sizi hayal kırıklığına uğratabilir. Fakat bir (hatta arka planda birkaç) karakteri derinlemesine inceleyen, güzel, akıcı bir dili olan, iyi kurgulanmış ve daha gerçekçi bir hikaye okumak istiyorsanız, benim okumaktan büyük zevk aldığım bir kitaptı BPVKÇG (Bunu bir daha yapmayacağım, çok çirkin durdu).

22 Ocak 2013 Salı

"Kuçu Kuçu"


Fransız bir yazar olan Fabrice Roger - Lacan'ın yazdığı bir tiyatro oyunu "Kuçu Kuçu". Fransa'da ilk defa 2010 yılında sahnelenmiş. 2012-2013 tiyatro sezonunda da AYSA tiyatro yapımcılığında, Özgü Namal ve Selen Uçer'in oyunculuğunda Türkiye'de sahnelenmeye başlamış. Özgü Namal ve Selen Uçer'in oyunculuklarına başrol demek ne kadar doğru olur bilemiyorum çünkü ikisinden başka oyuncu yok sahnede; 2 kişilik bir oyun "Kuçu Kuçu".

Melis hanımın kocası Ragıp, çok büyük bir iş adamı olan Kudret beyin yanında işe başlar. İşçi-iş veren ilişkilerini geliştirmek üzere Melis ve Ragıp, Kudret beyin adasında bir akşam yemeğine davet edilirler. Melis'i adaya geldiğinde Kudret beyin eşi Melda hanım karşılar. Ragıp ve Kudret, iş toplantısı adaya Kudret'in helikopteri ile geleceklerdir. Onlar gelene kadar Melis ve Melda'nın sohbet edecek bol vakti olacaktır. Fakat bu sohbet hiç basit, sıradan bir "ilişki geliştirme" sohbeti olmayacaktır.

Oyunu izlemek isteyenlerin olacağını umuyorum çünkü açıkçası ben oyunu çok beğendim. Zaten Özgü Namal'ın oyunculuğunu, oynadığı filmlerde beğenmişimdir. Kendisini bir de tiyatroda izlemek güzel bir deneyim oldu. Dolayısıyla oyunla ilgili mümkün olduğunca bilgi vermeyeceğim. Yine de bu konuda titiz arkadaşlar bundan sonrasına geçmeyebilirler (ben olsam geçer, sonra da yazana bir sürü laf söylerdim, siz öyle yapmayın).

Çok başarılı bir iktidar savaşı var oyunda. Zaten oyunun ismi bir çeşit köpek-sahip ilişkisini çağrıştırıyor. Afiş de iki karakterin de bir yandan ötekine bağlı olduğunu, bir yandan da ötekinin tasmasını elinde tutmaya çalıştığını imgeliyor (tabii oyunu izledikten sonra imgeliyor. İzlemeden önce ismin, afişin ne anlatmaya çalıştığı üzerinde ben çok fazla durmamıştım). Özellikle kimi sahnelerde oyuncuların bir şeyler yapmaya çalışırken tasması çekilen bir köpek gibi sürüklenmeleri iktidar oyunu konusunda güçlü bir atmosfer yaratıyor. İktidarı ele geçiren tarafın sanki silkinip ayağa kalktığını, dengesini sağladığını; öteki tarafın ise tasmanın egemenliğine boyun eğerek yerde sürüklendiğini hissediyorsunuz. Ayakta duramazsanız kaybedersiniz, ayağa kalkabilmek için de karşı tarafı yere düşürmek zorundasınız. Durum; ne kadar 2-3 hamle sonrasının hesaplandığı ustaların oynadığı türden olmasa da, 2 çocuğun oynadığı satranç oyununa benziyor. Strateji kurarak gelişen bir savaş değil, yıkmak için saldıran hamleler var ortada. Oyunu iyi hamle yapabilen kazanmayacak, kötü hamle yapan kaybedecek.

İş böyle olunca oyunun başlangıcı ve bitişinde çalan Bülent Ortaçgil'in şarkısı "Benimle Oynar Mısın?" oyunu güzel tanımlayan, iyi bir tercih olmuş. Hatta oyunun yazarı bile kendi oyununa bu kadar uyan bir şarkı olduğunu bilse herhalde çok sevinirdi. -Bir ara not: Piyano eşliğinde (hemen hemen her müzik parçasında olduğu gibi) çok güzel olmuş "Benimle Oynar Mısın?". Aynı zamanda Özge Fışkın seslendirmiş şarkıyı, kendisinin yorumu da baya hoş olmuş. Müzik bakımından da baya iyiydi oyun yani-


Oyunun bütünlüğünü, başarısını sağlayan en önemli noktalardan bir tanesi de basit bir oyun olması. Basit kötü bir anlam çağrıştırıyorsa ona yalın da diyebiliriz. Demek istediğim şu; çok fazla alt mesaj, politik içerik, tarihi ya da felsefi göndermeler barındırmıyor oyun (ya da barındırıyorsa da benim cahilliğim onları farketmeme fazlasıyla engel). Yani tabii kendi felsefi bir yaklaşımı var, manasız bir oyun değil kast ettiğim. Daha çok oyun için "bu oyun feminist, realist, opportunist, Budist, Santralist (kötü espri batağına saplandım mı kaçabildiğim görülmemiştir) bir oyun" denecek bir tarzı yok. Tamamen iki karakter arasındaki iktidar kavgasına odaklanan bir oyun; replikler kadına şiddet konusunda da, kapitalist ekonomi konusunda da, hayvan hakları konusunda da göndermeler içermiyor. Böyle söyleyince boş, amaçsız, manasız bir oyun gibi gözüktüyse çok yanlış anlattım derdimi. Söylemek istediğim şu: Oyunun tek odak noktası iktidar. Hal böyle olunca da havada kalan, arada kaynayan herhangi bir nokta olmuyor. Belki de bu yüzdendir ki tek perde, 1.5 saatte bitiyor oyun.

Kendimce tiyatroda her zaman kendi zevkime uygun oyun bulamam. Olanların bileti açıldığı gün tükenir, bulabildiklerimiz zaman zaman benim ilgi alanım dışında kalarak bende çok fazla iz bırakmazlar. Bu açıdan bu tarz farklı, direk bir olayı ya da bir sorunu anlatmayan oyunlar daha bir ilgi çekici gelmiştir bana. Benim gibi düşünen arkadaşlara "Kuçu Kuçu" yu takip edip izlemelerini tavsiye ediyorum. İnternet sitelerinde gezinmek biraz zor da olsa AYSA Tiyatrolarını şuradan takip edebilirsiniz: http://www.aysaorg.com/index.php?ilno=1

19 Ocak 2013 Cumartesi

Abis - Aslı Tohumcu

Aslı Tohumcu'dan ilk olarak 2011'de yayınlanan kitabı "Taş Uykusu" ile bahsetmiştik. "Taş Uykusu" o zamanda belirttiğim üzere beni çok etkileyen, beğendiğim bir kitap olmuştu. O aralar, normalde Milli Eğitim Bakanlığı'nın Yazarlar Okulda projesine dahil olmuş olan ilk kitabı "Abis" in gençlerin gelişimini olumsuz yönde etkileyeceği öne sürülerek bu projeden çıkartıldığı haberi ile karşılaşmıştım. Eh, insan merak ediyor bir yandan hal böyle olunca.

Öncelikle daha önceden es geçtiğimiz bir nokta olarak Aslı Tohumcu'dan bahsedelim. Bir önceki yazıda kendisinin bir "Afili Filintalar" blogu yazarı olduğundan bahsetmiştik; zaten benim bu aralar beğenerek okuduğum yazarlardan yeni tanıştıklarımla çoğunlukla "Afili Filintalar" blogu sayesinde tanıştım. Aslı Tohumcu'nun ilk kitabı "Abis" yayınlanmadan önce kendisi çeşitli yayınevlerinde editörlük ve TRT2'de muhabirlik yapmış. Aynı zamanda Vatan Kitap ve Akşam Kitap eklerinde çalışmış. Abis'in ardından 3 kitabı daha yayınlanmış. Aynı zamanda konuk yazar olarak gittiği Hollanda'da çalıştığı gazetedeki yazıları toplanarak Hollanda'da "Hangi Türkten bahsediyorsun?" isimli bir kitap olarak basılmış.


Abis, uzun soluklu tek bir öykü kitabı değil. Pek çok öyküden oluşan bir kitap. Öyküler çoğunlukla aile içi şiddet, eşler arası mutsuzluk gibi konuları işliyor. Hikayelerin karakterlerinin hemen hemen tamamı mutsuz, çoğunluğu mağdur kimseler. Hatta zaman zaman o mağdurlar maktule dönüşüyorlar kimi hikayelerde. Özellikle bu bakımdan çok sert bir kitap Abis. Karakterlerine en acımasız şekilde yaklaşıyor, onlara türlü türlü acılar çektirmekten çekinmiyor. Yazarın gazeteci yönünü çok açık bir şekilde görüyoruz bu  gazetelerin 3. sayfalarından fırlamışcana bir atmosferde ilerliyor, gelişiyorlar. Ve yazar da güçsüzü koruyup suçluyu cezalandıracak bir hikaye örgüsünden çok gerçekçi bir örgü tercih ediyor; güçsüzler acı çekiyor, ölüyorlar. Hoş suçlular da yer yer cezalandırılıyorlar; ama bu olayların gerçekleşmesine, bizi allak bullak etmesine engel değil. Açıkçası ben bazı öyküleri bitirdikten sonra bir sonrakine geçmeden kapattım kitabı, bir süre kitabın atmosferinden uzaklaşmam gerekti.

Toplumsal olaylara ilgi duyan, sosyal yapı ile ilgili düşünmek, fikir yürütmekten hoşlanan arkadaşlar için çok ideal bir kitap Abis. Ne yazık ki ülkemizde olan durumu anlatıyor; yani o karakterlerden bir tanesini 2 sokak ötede bulmak, ya da alışveriş merkezinde farketmeden yanından geçmek baya mümkün. Öte yandan aşırı şiddete, şiddet ve mağdurlarla ilgili ince ayrıntıları okumaya dayanamayacak olan arkadaşlar için bence acı verici bir tecrübe olur onu okumak. Ama son not olarak şunu belirtmeden geçemeyeceğim, bu kadar etkili olmasının nedeni de çok başarılı bir kitap olması. Yani kendinizce yeterli cesareti görüyorsanız ben şiddetle tavsiye ediyorum.

Kitabın arka kapak tanıtımı:

"Aslı Tohumcu Abis'te sustalı bir bıçağın korkunç anlamlar barındıran sesiyle seriyor "gerçek" i önümüze... Satır aralarında naif bir sesle "dünya yaşanması gereken bir yer değil mi?" diye soruyor...
Tohumcu bu ilk kitabında, hayatın göründüğü gibi olmadığını, insan ruhunun karanlık noktalarını ve şiddetin kan kırmızısını anlatıyor... Abis, dünyayı bir kabusa döndürelere edebiyatla bir karşı çıkış, sert bir isyanın da kitabı."

2 Ocak 2013 Çarşamba

Barış Abiden Çocuklara...



Google abimiz bugün (02.01.2013) çok güzel bir süpriz yaptı ve Barış Manço'nun 70. yıl dönümünü kutladı (yukarıdaki resim ile) (Demek ki Kentpark'da da o yüzden Kara Sevda çalıyordu bugün). Hal böyle olunca biz de duygulandık tabii, sonuçta çocukluğumuz Barış Manço şarkılarıyla geçti. Geçenlerde kuzenlerimle konuşuyorduk, çocukluğumuzda oynadığımız her oyun başka bir Barış Manço albümüne bağlı. Mesela Carmageddon oynarken en çok "anahtarlı falan bir şeyler vardı" diyerek anımsadığımız "Sahibinden İhtiyaçtan" albümünü dinliyorduk. Tabii zaman geçtikçe, yeni oyunlara geldikçe önce "Mançoloji" de takıldık, sonrasında da zaten tek bilgisayarda sırayla oyun oynamanın ve dolayısıyla kasetlerin devri bitti. CD'ler ve mp3'lerin devri yeni şarkıcılarla tanışmamıza, dolayısıyla "sadece" Barış Manço dinlediğimiz günlerin sona ermesine neden oldu.

Çocukluğumda ablamla -nedense- şarkıcılarla ilgili konuştuğumuzu hatırlıyorum. Ablam bana neden bu kadar çok Barış Manço dinlediğimi sormuştu, ben de Barış Manço'nun şarkılarının çoğunun öteki şarkıcılar gibi aşkla ilgili olmadığını, çocuklar içinde pek çok şarkısı olduğunu ve bizlerin varlığını unutmayan tek şarkıcı olduğundan onu çok sevdiğimi söylemiştim (Kaset üzerine kayıt yapılabildiğini yeni keşfettiğimiz zamanlardı, radyo programı yapıyormuş gibi söyleşi yapıyor, kasede kaydediyorduk. Herhalde 6-7 yaşlarındaydık, her gördüğümüzden bir tane de kendi tarzımızda yapmaya çalışıyorduk). Tabii çocuk kafasıyla böyle bir cümle kurmuş olamam; şimdi bile cümlenin sonuna gelene kadar atla karayı seçtim; ama ana fikrim buydu. Çünkü Barış Manço, çocuklara yönelik şarkılarında benimle konuşuyormuş gibi hissediyordum. O hikayeyi bana anlatıyordu; o şarkıyı ben dinleyeyim, ben eğleneyim diye yazmıştı. Sanki büyüklerin ne düşündükleri, şarkıyı beğenip beğenmedikleri umrunda değildi. Onlara, onlar için birkaç şarkı vermiş, sonra sohbet etmek için bize dönmüştü. (Adam Olacak Çocuk programını göz önünde bulundurursak o şarkıları gerçekten de böyle bir hissayatla yazmış olması mümkün).

Barış Manço'nun pek çok şarkısını sağda solda sürekli duyarız. Mançoloji en çok sevilen şarkılarını bir araya topladı zaten, orada yer alamamış birkaç tanesi daha hemen hemen herkesin ezberindedir. Yukarıda bu kadar girişini yaptığım, sizlerle paylaşmak istediğim 2 şarkıdan bir tanesi de bu şekilde hepimizin ezberinde olduğuna inandığım bir şarkı. Hatta "sağ gösterip sol salla..." kuplesi eminim pek çoğunuzun aklına melodiyi getirdi. "Müsadenizle Çocuklar" albümünün ilk şarkısı olan "Müsadenizle Çocuklar", sözleri çok bir bütünlük içermeyen, daha çok tekerleme tadında bir şarkı. "...büyükler kös kös otururken adam oluvermiş çocuklar..." cümlesi, Barış abinin çocuklara olan sevgisinin, inancının bir kanıtı ve o zamanın çocuklarının da onu çok sevmesinin temel nedenlerinden biri. Şarkının en önemli özelliği ise bir çeşit dönemin başarılı pop şarkıcıları korosu eşliğinde söylenmiş olması (Jale Bekar, Ajlan Büyükburç, Burak Kut, Nalan Tokyürek, Tayfun, Hakan Peker, Soner Arıca, Grup Vitamin, Kerim Tekin, Ercan Saatçi ve nette bulamadığım, klipten de çıkaramadığım başkaları daha).


İkinci şarkı biraz daha az bilinen, çocuklarla bir sohbet havasında geçen bir şarkı. "Darısı Başınıza" albümünün son şarkısı "Günaydın Çocuklar" da bir çocuk korosu eşlik ediyor Barış Manço'ya. Sözlerinin güzelliği ile beni sanıyorum müzik dinlemeye başladığım ilk günlerden bugüne kadar büyüleyen; yukarıda yazdığım hislerin, duyguların, düşüncelerin kaynağı olan şarkı budur. Sanıyorum dünyanın çocuklar sayesinde renkli ve güzel olduğu düşüncesi bu şarkı ile yerleşti bende. Barış abinin sizinle konuşuyor olduğu, bu hikayeyi size anlatıyor olduğu duygusunu umarım siz de benim bir zamanlar hissettiğim gibi hissedersiniz.


Tabii Barış Manço'dan genç dostlarına şarkıların bunlarla sınırlı olmadığını hepimiz biliyoruz. Hiç yoktan "Arkadaşım Eşşek" ya da "Ayı" bile bu başlık altında anılabilinecek şarkılar. Amacımız birkaç güzel şarkıyla Barış abiyi hatırlamak olduğundan uzuncana bir listeye boğmak istemedim yazımı. İleride başka güzel şarkılarıyla tekrar tekrar hatırlarız kendisini zaten.