30 Eylül 2012 Pazar

Dredd - 2012


Yasama yürütme ve yargının sokaklara inip aramızda kol gezdiği Dredd'in yeni filmini uzun zamandır bekliyordum. Güzel bilimkurgu öğeleri ile bezenmiş, aksiyonun ön planda olduğu, birçok toplumsal olgunun da arkaplanda analizden geçirildiği Dredd bizi neyse ki oldukça tatmin etti. 

Dredd, nükleer post-apokaliptik bir Amerika'da, duvarlarla çevrili mega şehirlerin oluştuğu, karmaşanın, yoğunluğun, kalabalığın, sıcağın, tozun, pisliğin her yerde olduğu bir uzamda karşılışıyor bizi. Sekiz yüz milyon insanın konakladığı, New York ve Boston arasının tamamen kaplayan Mega City 1, karanlık ve umutsuzluğun insanoğlu üzerindeki etkisini çok uzaklardan bile yansıtabilen bir şehir. Umudun, morallerin, etiğin yokolduğu bu şehirde pek tabi suç oranı da tavan yapmış durumda. Bu şımarıklığı da düzeltmek için kurulan Adalet Sarayı'nın görevlileri olan 'Judges' yani yargıçlar, aslında MP Polisi - Yargıç terimlerinin sokakta vücut bulmuş birleşmiş halleri. Özet olarak herhangi bir yargıç sokakta sizi yakalayıp yargılayabiliyor, hükmünüz idam ise hemen orada gerçekleştirebiliyor. 

Filmin konusu ise özetle şu şekilde, şehirde yeni çıkan ve aşırı derecede tutan Slow-Mo adlı uyuşturucu büyük tehlike oluşturmaktadır. Bir cinayet ihbarı üzerine varoşlardaki Peach-Trees adlı 200 katlı dev Mega-Bina'ya giden Dredd ve psijik mutant stajyeri Anderson, şans eseri buranın Ma-Ma ve klanının üssü olduğunu ve Slow-Mo'dan bu klanın sorumlu olduğunu öğrenirler. Klanın önemli üyelerinden birisini yakaladıktan sonra merkeze sorgulamak üzere geri götürmeye çalışırlarken, Ma-Ma elemanını sorgulanmasını önlemek için binayı tamamen kapatır ve bütün apartmana duyuru yaparak bu iki yargıcı infaz etmesini ister, bu şekilde aksiyon başlar. Yakın zamanda izlediğimiz harika ötesi Endonezya aksiyon filmi The Raid: Redemption ile konu aynı aslında.


Mükemmel bir distopya ile karşılıyor bizi Dredd. Gattaca'dan aldığım distopya duygusunu, geçen yılın filmi In Time'da ucundan koklayabilmiştim. Dredd bana Gattaca'ya çok yakın, özellikle ilk yarısında, distopya duygusunu tüylerim diken diken olurcasına verdi. Maalesef ikinci yarı tamamen bina içinde geçtiğinden, o güzel yaratılmış distopyayı çok görme fırsatımız olmadı, ki bu beni üzen maddelerden biriydi. Güzel bilimkurgu detaylarının süslendiği, yerinde bir post-apokaliptik uzama çok başarılı bir distopya düzeninin oturtulduğu apaçık. Film ön planda mükemmel bir aksiyon filmi iken, arkaplanda hüküm ve yargının, ölümün ve yaşamın değerinin, orantısız gücün, yozlaşmış düzenin ve koruyucuların yavaş ve ince ince yergisini bizlere aktarıyor. Robotik hale bürünmüş yargıçların sokakta koruduğu düzenin, düzene ne kadar yardım ettiği, sokaktaki insanın düşüncesine bile danışmadan verilen hükümlerin ne ölçekte yararlı olduğu husuları arada bir göz kırpıyor. 

Yargıç olmak istemeyen acemi kızımız Anderson ile de aynı şekilde düzen sorgulaması, alacağı kararlar karşısında sürekli tereddüt hali aslında sokaklardan gelen düşüncenin, dünyaya yargıç gözüyle baktığı anki ilk şaşırmasını duyuruyor. 

Satır aralarında verilen alt mesajlar haricinde film o kadar göreve yönelik ki, beni mest etti. Kafa yormaya hiç gerek yok; Peach Trees'de tuzağa düşürüldükten sonra Ma-Ma'yı yakalamayı amaç edinen Dredd ve Anderson, film boyunca kat kat binada ilerleyerek aksiyondan aksiyona uçuyor. Ve aksiyonlar harkulade. Film daha Dredd girişinin yapıldığı ilk sahneden itibaren kaliteli bir yapım olduğunu çıtlatırken, binadaki her aksiyon sekansına ayrıca bayıldığımı belirtmek istiyorum.



Dredd'e gelince, herkes Dredd'i Slyvester Stallone ile tanıdı, aslında ben de. Daha sonraları konunun aslında İngiliz 2000 AD'den çıkma bir çizgiroman serisi olduğunu öğrendim. Judge Dreed ne kadar 'cheesy' ise, Dredd o kadar zıttı, aslında çizgiromana bu sefer çok daha sadık. Bu sefer Dredd'in yüzünün gözükmesi, über kahraman Dredd imajı gibi yanlışlar yok. Dredd o mükemmel miğferini film boyunca çıkarmıyor ve kahraman imajı çizmiyor. Çok uzman bir özel tim imajını sürekli kurduğu planlar ve tuzaklar ile bilinçaltımıza gömüyor. Kahraman olmadığını zaten ikinci yarısı çok net bir şekilde görebiliyoruz, spoiler vermek istemiyorum.

Setlerin ve ışıklandırmanın epey güzel olduğunu söylerek asıl beni çok mutlu eden konuya gelmek istiyorum; soundtrack. İskoç Paul Leonard Morgan (Limitless) Dredd için, gergin, boğuk bir elektro albüm hazırlamış . OST film ile o kadar uyumlu ki, aksiyon sahneleri başlamadan önce başlayan parçalar ile koltukta heyecandan konum değiştirmek rutin hale geliyor. 

Karl Urban Dredd karakterine ne kadar yakışmış emin değilim. Bazı yerlerde Dredd'i çizgiromana çok uydurabilirken, bazı sahnelerde ağzı ile sürekli yaptığı 'Not Bad' duruşu aşırı derecede 'çemçük ağızlı' sıfatını kazanıyor ve itici oluyor. Dredd'in ve Anderson'ın kıyafet ve ekipmanları, araçları aşırı iyi. İlk filmdeki aşırı Spacemarine tarzı kıyafetler gitmiş, daha gerçekçi olan saha uniforması yerini almış. Glock tabancanın modifiyesi olan Judge pistol ise filmin şov kısmı. Çizgiromanda yer alan Chopper tarzı motorlar, daha futuristik torunları ile değiştirilmiş ve atmosfere büyük etkide bulunmuşlar. Miğfer'e ise hiç laf yok, müthiş oturmuş Urban'a. 


Olivia Thirlby ile ilgili aynı şeyi söyleyemem ama Lena Headey filmde çok iyi. Antigonistlerin protogonistler kadar iyi olduğu filmler her zaman daha dengeli olur, ki burada da aynısı geçerli. Klanın başı, 200ncı katın sahibi Ma-Ma'yı canlandıran Headey, pis duruşu, iğrenç sıfatı, fesat hareketleri ile feminenlikten tamamen çıkmış, korkutucu bir seviyede baba edasıyla filme hükmediyor. Dredd ne kadar düzeni temsil ediyorsa, sakinliğini koruyan o kadın da kaosun içindeki kuralcı düzenin bayrağını taşıyor.

Özel efektler ise gayet yerinde. Slow-Mo kullanan kişinin gözünden gözüken o pastel renkli, simlerin uçuştuğu yavaş dünya gayet ilgi çekici. Özellikle Judge ve Anderson'ın binadaki ilk baskınlarını, bir bağımlının gözünden izlemek heyecan vericiydi. Aşırı 'gore' sahneler, filme ne hikmetse getirilen kız arkadaşları kendilerinden geçirdi. Açıkçası ben de bir sahnede adem-elmamı tutmak zorunda kaldım. Vahşi sahneler filmin ruhuna gayet uyuyor ve ölçülü duruşunu koruyor.

Filmde iki üç yerde farkettiğim mantık hatası çok kopmama neden oldu; fakat eninde sonunda popcorn sci-fi aksiyon filmi olduğundan, hemen hazmedip yoluma devam ettim, öyle yapılmazsa filme tekrar tutunmak imkansız bir hal alıyor çünkü. O kadar yargılamaya gerek yok, bilimkurgu bu, o traş köpüğü görünümlü spreyi sıkar vücuduna, hemen ayağa kalkar, boşverin.

Bilimkurgu, aksiyon, distopya öğelerinin üçlü çektiği bu film öncekine göre kesinlike bir süpriz. Biraz önce Criticker.com'daki eski 'Judge Dredd' notuma baktım, 55'imiş, 55'lik bir filmin devamına aslında ben de şans vermezdim; ama bilimkurgu ve aksiyon sevenleri kesinlikle memnun bırakacak biri Dredd bu sefer.

A dopo.

*Anderson'a dikkatli bakarsanız, kısa sarı saçları ve siyah kaşları ile Street Fighter'dan Ken Masters'ı görebilirsiniz.

*Ma-Ma is not the law, I am the law.

Ted - 2012


Seth MacFarlane çok değişik bir adam. Fena eğitimli ve zeki birisi. Çoğumuz onu ana olarak 'Family Guy' ve 
'American Dad' ile tanıyoruz. Bir de bir zamanlar önce internette bir saate yakın bir motivational videosu geziyordu bir okulun mezuniyetinde yaptığı konuşmayı içeren. MacFarlane ilk defa İbrahim Tatlıses stili ile kendisi yazıp, yönetip, üzerine bir de oynadığı film projesi TED ile beyazperdeye adım attı. 

TED, Boston yakınlarda oturan bir ailenin tek çocuğu olan John Bennett'in yılbaşında aldığı oyuncak ayının canlanmasını dilemesi ve dileğinin gerçek olmasıyla başlıyor. Aşırı derecede paniğe neden olan Ted, bir süre sonra dünya çapında ün kazanıyor, talk show'lara çıkıyor, insanlara imza dağıtıyor. Bir yandan da sekiz yaşından beri beraber olduğu arkadaşı John'u hiç bırakmıyor. John, 35 yaşında, kız arkadaşıyla çıkmalarının dördüncü yıllarını kutlamaya hazırlanırken, boş boş evde oturan Ted sorun olmaya başlıyor ve olaylar komik bir hal alıyor.

MacFarlane tadının eksik olmadığı, vurucu, utandırıcı, ağır ama bir o kadar da gülmelik esprilerin havada uçuştuğu, Family Guy konseptine çok uyan bir yapım Ted. Özellikle ikili dialogların ortasında, konuşma ile ilgili kısa bölümlerin sıkıştırılması, olayların çok hızlı gelişmesi, olabildiğine ünlü yan karakterin hikayeye bir anda manasızca dahil olması bende aşırı bir şekilde Family Guy'ın film versiyonunu izliyormuşum hissi yarattı. Ya da MacFarlane'i sadece o dizi ile tanıyor olmam bunun bir sonucu. 

Hoşça vakit geçirilecek, sevgili E.T.'nin de dediği gibi 'Abi baya güldüm ya açıkçası.' dedirtecek, garip bir şekilde 5 dakikada Ted'in canlı olduğuna inandıran, diğer olayların daha da garip geldiği güzel bir film kendileri. 

*Aliens Android benzetmesi muhteşemken, Flash Gordon hikayesi geçmişten bambaşka anıların hortlamasına neden oldu. 

27 Eylül 2012 Perşembe

Pis İşler

Çizgiroman denince günümüzde çoğunlukla Amerikan tarzı çizgiromanlar düşünülür. Tabii çok haksız bir yaklaşım da değil bu, dünya çapında hayranları olan ve hayranlarını hakkıyla besleyen bir sektör olması nedeniyle. Konuyla biraz daha ilgililer, ya da farklı yollarla ilgi sahibi olanlar Japon mangalarına da yakın dururlar. İşin o kısmı bambaşka bir hikaye tabii, Japon anime-manga evreni dışarıdan bakanlar için eğlenceli bir dünya gibi gözükse de içine girdikçe daha fazla girmekten kendinizi alamayacağınız, bir bataklık gibi, ucu bucağı olmayan bir evren. En popüler olanlara aşina olduktan sonra sırf kendi ilgi alanınızla ilgili onlarca seri bulabilir ve yine de aynı zevklere sahip arkadaşlarınızla takip ettiğiniz seriler konusunda kesişmeyebilirsiniz. Konu Avrupa çizgiromanlarına gelince (tabii "Avrupa" diye genellemek çok doğru değil ama yine de bir ayrım noktası oluşturmak açısından faydalı) olayın şekli biraz değişir. Öncelikle çizgiroman okusun, okumasın herkesin favori bir Avrupalı çizgiromanı vardır. İsterseniz Asteriks olsun, isterseniz Red Kit, isterseniz Şirinler. Hele söz konusu çocukluğunu 60'larda yaşamış babalarımız, dayılarımız, amcalarımız ise hedef direk İtalyan çizgiromanları: Teksas, Tommiks, Kaptan Swing, Tex, Mister No... Öte yandan çok da bilmeyiz (belki de önemsemeyiz) okuduğumuz çizgiromanın nereli olduğunu, kimin ürettiğini (eğer ki kendi topraklarımız çıkışlı değilse). Amerika-vahşi batıda geçen hikayeler Avrupa'da yazılmış-çizilmişse bunu nereden bilebiliriz ki; hikaye Amerika'da geçiyor! İşte bu bilinçsizlik, daha doğrusu Amerikan çizgiromanlarının hem sektörel hem reklamsal hem de uluslararası yayıncılık (yani müşteriye ulaşabilme) konusundaki üstünlüğü Avrupalı çizgiromanları hak ettikleri ilgiden mahrum bırakır. Çok şanslıysak meraklı, araştırmacı, ilgili bir yayıncı bulup yayınlaması kolay olan Amerikalı çizgiromanın ötesinde iyi bir Avrupalı çizgiromanı bulur, ülkemizde yayınlar.

"Pis İşler" bahsi geçenlerden, Avrupalı bir çizgiroman. Milano çizgiroman okulu öğrencisi, 24 yaşındaki Diego Cajelli, bir çizgiroman projesi çalışmaları içindedir. Öğretmenlerinin desteği ve yakın arkadaşlarının projeye dahil olması ile "Pulp Stories - Pis İşler" e başlar. Çeşitli fuarlarda karakterlerini tanıtarak tanınırlık sağlarlar ve 90'ların sonunda çizgiromanlarını tamamlarlar. Çeşitli serilerde gösterdikleri başarı kısa zamanda çok sevilmelerini sağlar. Diego Cajelli Diabolik, Zagor, Dampyr gibi tanınan serilerde yazarlık yapar, Luca Rossi de çeşitli tanınmış İtalyan serilerinde görev aldıktan sonra Amerika'ya, Vertigo'ya transfer olur ve Constantine, House of Mystery gibi serilerde çalışmaya başlar. Yani "Pis İşler", yetenekli birkaç İtalyan çizgiromancının gençliklerinde yayınladıkları ilk çizgiroman olarak ayrı bir ilgi çekici bir seri.

Hikayeye gelecek olursak... Çok da gelinebilinecek bir hikaye yok ortada aslında. Amerika'da geçen bir suç öyküsü. Daha doğrusu kesişen suç öyküleri. Pek çok ilginç karaktere sahip neo noir öyküler var elimizde; polisler, özel dedektifler, katiller, Femme Fatale'ler, kaçaklar, korumalar... Kendi istediği şeyin peşinde koşan, pek çok kişiyi öldüren, yer altı dünyasından çeşit çeşit tanıdıkları olan karakterler. Çizgiromanın noir atmosferini desteklemek için siyah-beyaz basılmış hikaye. Diego Cajelli hikayenin atmosferini şu şekilde tanımlıyor: "... gölgelerin son derece etkili kullanımıyla görseller hikayenin klasik bir "sahne"si değil, genel atmosferini yansıtan bir "özet" olacaktı." Editör de çizgiromanı tanımlarken çok yerinde bir cümle kurmuş: "Yazar Tarantino'dan etkilenmiş ama Sin City dersini de iyi çalışmış". 

Arka plan ayrıntıları, dolu dolu kareler, çok başarılı çizimlerle sadece okumanın ötesinde, kare kare zevkle izleyeceğiniz bir çizgiroman "Pis İşler". İtalyan, Fransız ya da Amerikalı olması da aslında çok farketmez; umarım yakın zamanda benzeri, yapımcısının tüm enerjisiyle üretilmiş, 1000 sayılık bir hikayeyi devam ettiren gereksiz çizgiromanların ötesinde olan (sinema sektöründen bir tabir ödünç alarak) "bağımsız çizgiromanlar", Türk yayıncıların daha sık dikkatini çeker de bizlere bu tür çizgiromanları daha sık yayınlarlar.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Taş Uykusu - Aslı Tohumcu

Aslı Tohumcu, Türk edebiyatının son zamanlarda ses getiren isimlerinden birisi. Kendisi Milli Eğitim Bakanlığı'nın başlattığı "Yazarlar Okulda" projesine "Abis" isimli ilk kitabı ile dahil olmuş, ardından kitapta gençlerin gelişimini olumsuz etkileyeceği iddia edilen ifadeler yer aldığı için bu kitabı projeden çıkarılmış. Benim kendisi ile tanışmam, kendisinin bir "Afili Filintalar" yazarı olmasıyla başlamıştı. Ardından gel zaman git zaman, Sabitfikir dergisinin 2011yılının en iyi romanları listesinde afili ablamızın "Taş Uykusu" romanının yer aldığını okuduk. Afili Filintalar'daki birkaç yazısıyla kesinlikle okumaya değer olduğuna karar verdikten sonra "Taş Uykusu" na bir göz atmak gerektiğini düşündüm. Kitabın arkasındaki tanıtım yazısı ise kitapla ilgili, kendisini okumamı sağlayan yeterli malzemeyi sağladı bana:

"İstanbul'da ya da Erzurum'da, Hatay'da ya da Muğla'da, belediye otobüslerinde balık istifi yolculuk eden insanlar. Otobüsün arkasında, en beyefendi haliyle dikilen orta yaşlı bir adam. Sıradan bir emekli. İşine giden bir kadın. Dudakları sürekli kıpırdayan bir altıncı sınıf öğrencisi. Bir şemsiye satıcısı. Eli kolu sürekli oynayan, yakası paçası dağılmış bir adam. İçlerinden biri çocuğunu öldürmüş olabilir mi? Sübyancılıkla suçlanmış... Kocasının tecavüzüne uğramış... Şoföre uzatılsın diye verilen akbilleri cebine indirmiş... Taş Uykusu, ... günümüz Türkiye'sinin şiddet yüklü yüzünü hüzünlü bir fotoğraf karesine çeviriyor."

Yağmurlu bir İstanbul gününde, bir otobüs yolculuğuna çıkarıyor bizleri "Taş Uykusu". Boş otobüse şöförün düşünceleriyle giriş yapıyoruz. Her durakta yeni yolcular biniyor otobüse, her yeni yolcuyla da yeni bir dünyaya, yeni düşüncelere açılıyoruz. Otobüs kalabalıklaştıkça bir kişinin iç dünyasından ötekisine çakışmalar yoluyla geçiyoruz; hatırlayanlar için Snatch'in açılış jeneriği gibi. Mesela otobüs şöförünün düşünce akışını bir arkadaşına el ederken bırakıyoruz, akşam oğluna el edip yanına çağıran kasabın düşünce akışına geçiyoruz. Kasabı, kestiği etleri düşünürken bırakıyoruz, türbanlı kadının karşısında oturan kıza, etini gösterdiği için sarfettiği düşünceleriyle devam ediyoruz. Hergün karşılaştığımız, her çeşit insan var otobüste. İşsizi, sürekli mesajlaşan kızı, emeklisi, yaşlı teyzesi, hırsızı, öğretmeni, öğrencisi, serserisi, gazetecisi... Herkesin kendine göre sorunları, acıları, korkuları, beklentileri var. Aynı zamanda da herkesin de etrafındaki başka insanlarla ilgili fikirleri, tahminleri, ön görüleri, sıkıntıları, nefretleri, öfkeleri var. Zaman ilerliyor, otobüs kalabalıklaşıyor, otobüs doldukça kişi sayısı, düşünce sayısı, dünya sayısı, ilgi sayısı, öfke sayısı artıyor ve en sonunda da büyük final...

Bir solukta okuyacağınız, kendinizden ve çevrenizden, hatta hergün bindiğiniz otobüslerden çok şeyler bulacağınız bir kitap "Taş Uykusu". Türkiye'de geldiğimiz noktayı, bir üst çerçeveden ele alabilmek açısından iyi bir fırsat sunuyor. Aslı Tohumcu'nun Afili Filintalar yazılarına ve kendi şahsi sitesine, buralardan ulaşmak mümkün.

"Pis kokuyor. Her mevsim böyle bu. Değişmiyor. Birçok şey gibi. Koklamayı ne zaman bıraktı, hatırlamıyor. Saymayı bıraktıktan çok sonraları, o kesin. Sadece saymayı mı, yanıt vermeye yetişmeye de çalışmıyor epeydir. Bunun insanları sinirlendirdiğinin farkında ama yapacak şeyi yok. Aksi, bir çene ishali..."
Taş Uykusu, 7. sayfa

23 Eylül 2012 Pazar

Beirut İstanbul Konseri - 21.09.2012



Biletleri 1 ay öncesinden tükenmiş bir konser bu bahsettiğimiz. 2006 yılı, Amerika'da kurulmuş bir grup Beirut. Çıkış şehri, en güzel şarkılarından birinde de anlatılan Santa Fe, New Mexico. Zachary Francis Condon isimli, Santa Fe'li abimizin kurduğu, şimdiye kadar 3 albüm, 5 EP (extended play - 1'den fazla şarkı içeren ama albüm olarak değerlendirmek için de yeterli sayıya ulaşamamış albümsüler) çıkarmış bir grup. Kendisi bir jazz trumpetçisi olan Zachary abimiz, wikipedia'nın söylediğine göre 17 yaşında abisiyle bir Avrupa gezisi yapıyor. Zaten bir sinemada çalıştığı zamanlarda Balkan müziğine (Goran abimiz), Fellini aryalarına ve Sicilya cenaze bandolarına ilgi duyan Zach, Avrupa dönüşünde edindiği tecrübeler sonucu kendi kendine kayıtlar yapmaya başlıyor ve 2006 yılında Beirut grubu ile albümler çıkarmaya başlıyor.

Yanlış olmasın ama 2007 yılından sonra ikinci gelişleriymiş Beirut'un İstanbul'a. 6 kişilik bir orkestra ile çıktılar sahneye; arka üçlüde bir bateri (ve türlü türlü vurmalı çalgılar), bir bas gitar (ve bir de kontrabas aldı eline ara ara) ve bir akordeon (bir yandan da piyanonun başına geçti bazı bazı), ön üçlüde bir trompet (galiba bu abi de bir iki şarkıda piyanoya geçti), Zach (bazen trompet, bazen ukulele, tamamen vokal), ve üflemeli eline aldığı birkaç bir şeyi (Tuba, trombon, arada o da piyanoya geçti sanıyorum) çalan abiler unutulmaz bir akşam yaşattılar bizlere.

Cuma günü kötü süprizlerle başladı. İstanbul beklenenden çok daha soğuk ve yağmurlu bir günle karşıladı biz Ankaralıları. Gökyüzünde ufka kadar uzanan gri bulutlar, konserin akıbeti konusunda olumsuz düşüncelere yol açtı. Neyse ki öğleden sonra önce yağmur dindi, konser saati yaklaştıkça da yağmur bulutları hafiften dağıldı ve hava da sonbahar sonu soğuğundan sonbahar başı soğuğuna doğru bir geçiş yaparak sevindirdi bizi. Aynı saatlerde Harbiye'de gerçekleşen Duman-Büyük Ev Ablukada konserinin de etkisi büyük olsa gerek, İstanbul trafiği tam bir felç altındaydı. Zar zor varabildik Kuruçeşme Arena'ya. Konser alanına geldiğimizde adını, sanını bir türlü bulamadığım, Balkan türküleri çalan neşeli bir ön grup çoktan kendi performanslarını yarılamışlardı. Özellikle grubun lideri olarak görünen davulcu abim kendince baya iyi bir performans sergiledi; fakat ne yazık ki zaten ön grubun çıkacağını bilmeyen, etkinliği 9.15'de başlayacak diye bilen seyirciyi yeterince coşturamamaları kendilerinde gözle görülür bir hayal kırıklığı yarattı. Davulcu abim "sizi ne yaparsak yapalım coşturamayacak mıyız?" derken yenilgiyi kabul eder gibiydi. Yine de hoş, eğlenceli, bilindik şarkılar ile Beirut'a iyi bir hazırlık süreci yaşattılar.

Konser tam anlamıyla enfesti. Beirutgil zaten çok sevimliydi; hep güleryüzlü, gömlek-pantolonlarıyla tarzlarına uygun uslu kıyafetleri, "teşekkürler" ile başlayıp her şarkıda bir iki harf değiştiren selamlamaları, sürekli enstrüman değiştiren üyeleri ve insana huzur, neşe duyguları aşılayan müzikleriyle çok güzel bir akşam yaşattılar. Seyirci öylesine mest oldu ki 2 kere geri çağırdılar grubu. Beirut'da bizleri kırmadı, her bisinde (gidermiş gibi yapılıp geri dönüp çalınan şarkı) 3'er şarkı çaldılar. Konser arasında (her sanatçının, her konserinde dediği üzere) şu anda burada olmaktan çok mutluyuz, şu anda dünya üzerinde olmak istediğimiz başka bir yer yok demeleri bizi ne kadar mutlu ettiyse, konser sonrasında twitter'da paylaştıkları "Istanbul, you have entered our top five shows of all-time list. Thank you." mesajı da bir o kadar sevindirdi, gururlandırdı. Bütün şarkılarını çok iyi bilmediğimden ve konserin üstünden biraz zaman geçmesinden hangi şarkıları çaldıklarını tam sıralayamayacağım ama Almanya'daki şarkı listesini buldum, baya tanıdık geldi bana. Sanıyorum ki benzer bir şarkı listesi çaldılar bu konserde de.

Sanıyorum-inanıyorum ki Beirut'un da bizim kadar zevk aldıkları bir konser oldu bu. İstanbul boğazına karşı konser vermek de eminim İstanbul boğazına karşı Beirut dinlemek kadar zevklidir. Kuruçeşme Arena'nın otele dönüştürülecek olması, orada izleyebileceğimiz son konserleri izliyor olmamız ise sanırım günün tek hüzün kanağıydı.

22 Eylül 2012 Cumartesi

Bilkent Senfoni Orkestrası - Kültür ve Turizm Bakanlığı Ankara Devlet Çoksesli Korosu - Carmina Burana dinletisi - 20.09.2012

Sanattan zerre anlamam. Meslek gereği iyi gözlemciler olduğumuzdan, sanatı da uzaktan gözlemlemek benim için eğlenceli bir hobi. Yine güzel bir sanat aktivitesini sevgili Murat kaçırmadı ve Carmina Burana'yı dinlemek için Bilkent'e gittik.

Burana aslında Bavyera'nın ta kendisi, Carmina da Latince şarkılar, şiirler anlamına geliyor. Şarkılar, yaklaşık bin senelik bir Bavyera Manastırından çıkma, manastırın  ruhbanları (goliard grubu) tarafından yazıldığı düşünülen  ve sonradan derleme olarak bilgilere geçilmiş. Genelde anonim parçalar. 

Carl Orff ise 20'nci yüzyılın önemli bestecilerinden. Müzikal tiyatroya folklorik öğeler katmasıyla işleri renklendiren bir kişi kendisi. Carmina Burana'dan da şarkıların bazılarını seçerek ve olayı solistler, orkestra ve koro için yazmış. 

Özet olarak hayatın farklı adımlarına değinen Carmina Burana, aşk, para, haz, sonsuzluk, zaman, kader gibi olguların içinden geçerek (tabi eski Alman dili ya da Latince biliyorsanız.) dinleyiciye yaklaşık bir saatlik tatmin edici ve harkulade bir zaman geçiriyor. 

Bilkent Senfoni Orkestrasını daha önce bir kere, Temmuzda Film Müzikleri dinletisinde dinlemiştim. Beğendiğim Şef Işık Metin Bey ve ekibi yine parıl parıldılar. Koro Şefi Cemi'i Can Deliorman ve çoksesli koro ekibi ise gerçekten Carmina Burananın o ağır, şehvetli, yere basan atmosferini, kilisenin camlarından sızan ışık hüzmesinin içinde dans eden toz parçacıklarını boğazınızda hissetmenizi sağlam bir biçimde dinleyiciye yaşattılar. Kaliteli ve usta ekiple alınan zevk tam yerindeydi. 

Orkestra ve Koroya eşlik eden İrlandalı Soprano Claudia Boyle, Tenor Erdem Erdoğan ve Amerikalı Christopher Magiera müzik zevkinin o gece adeta doyuma ulaşmasına yardımcı oldular. Evet hepsi çok iyiydi; ama sesini duymamla vücudumdan ışık hızında bir enerji dalgasının geçmesine neden olan Boyle dinletinin resmen Wonder Woman'ıydı. 

Tekrarlanırsa kaçırılmayacak bir dinleti. 





* 6 Ekim 2012 Cumartesi, 20:00 Bilkent Konser Salonu'nda 'Paganini'nni Bir Teması Üzerine Rapsodi' var unutmadan.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Seeking a Friend for the End of the World - 2012



Romantik komedilerin nedeni bellidir. Çiftlerin buluştuğu, romantizmin aşılandığı, komik ama aşk dolu, genelde mutlu sonla biten, çiftlerin romantik sahnelerde birbirlerinin ellerini daha bir sıktığı, bir çiftin en kolayca yapabileceği ortak aktivitedir romantik komediler. 

Arada bir çıkan deneysel romantik komedilere Seeking a Friend for the End of the World eklenince, ben de sinemaya gitmek için sevgili Murat ile Deniz kızını bir güzel kandırdım. Hem uzun zamandır romantik komedi izlememiştim, hem de romantik komediye hiç 3 kişi gitmemiştim.

SAFFTEOTW (filmin ismi çok uzun) aslında bir apokaliptik romantik komedi (aporomedy). Matilda adlı göktaşı dünyaya hızla yaklaşmaktadır. Armageddon filmi tarzı, göktaşını yörüngesinden saptırma amaçlı bir görev de başarısız olunca insan ırkı dünyadaki son 3 haftasını resmen ilan eder. 

Filmde aslında çok değişik bir ayrılık sonrası bunalım ve arınma süreci aktarılıyor. Dünyanın ömrünün 3 hafta olduğu ilan edilmesinden itibaren, kuralların durduğu, herkesin başına buyruk hareket ettiği, özlemlerin ve hayallerin gerçekleştirilmeye çalışıldığı manyak bir dünyada, terkedilen ve yalnız öleceği için bunalıma giren Dodge'un, alt kattaki rock müzik düşkünü genç İngiliz kız Penny ile tanışması ve hayaller için yola düşmeleri filmin ana gidişatı.

SAFFTEOTW, apokaliptik mevzuya çok absürd ve manyakça bakıyor. İnsanların korkutucu derecede normalden sapmamaları, insanların dünya yokolmayacakmış gibi hala evlerini temizlemeleri ya da ön bahçe çimlerini biçmeleri, milletin bu son 3 haftayı, onlara verilmiş bir tatilmiş gibi görmeleri ve tatil planları yapmaları aşırı garip ve eğlenceli. Filmin aykırı dünya sonu yorumu gayet süpersonik.

Steve Carell absürd komedi insanı. Ta '40 Year Old Virgin'den beri, sosyopatlığı ve tipsizliği ile karşı cins  tarafından tercih edilmeyen; fakat iç güzelliği ile sonunda mutluluğa ulaşan tiplemeleriyle biz nerd'lerin adeta idolü. Son zamanlarda biraz durgun rollerde görsek de kendisini hala çok beğeniyorum. Keira Knightley de bir o kadar aykırı rollerin adamı olduğundan, ikisi de filme gayet iyi uymuşlar bence. Sinir bozan derecede esenlikli ve renkli bir dünya sonu betimlemesi absürdlüğün uç noktalarındayken, bu iki tipin aykırı eğlenceli birliktelikleri gayet uyum içinde. Aslında bütün olay da bu zaten filmde.

Her örneği gibi öyle süper olmayan, sadece hoş bir romantik komedi SAFFTEOTW de. Birşey vermeyecek,  tatlı ve aptalca esprilerle dolu, arada sırada güleceğiniz, bazen üzüleceğiniz, sonunda sadece iyi hissedeceğiniz bir film. 

Ha bir de plak muhabbetlerini çok beğendim. Ayrıca o Friendsy's var ya filmin ortasında gittikleri. Orası lazım galiba her şehre.

Gitmeden bir de, romantik komedilerle ne kadar alakam olmadığını belirtmek için aşağıya Tool'dan Vicarious parçasını koyuyorum.

13 Eylül 2012 Perşembe

Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Kendinizi çok yetersiz, etkisiz, bilgisiz, söylediklerinizi anlamsız hissettiğiniz zamanlar oluyor mu? Sanıyorum eskiden, çocukken daha sık yaşadığımız bir his bu. Büyüdükçe olgunlaşmamız, daha çok şeyi başarabilmemiz, daha fazla sorumluluk alabilmemiz gerekiyor. Bizden bu bekleniyor, biz de böyle olmak istiyoruz. Belki de çocukken çabucak büyümek istememizin nedenlerinden biri bu. Daha çok şey öğrenip, daha fazla güç kazanıp bu hislerden kurtulmak istiyoruz. Büyürken en büyük isyanlarımızdan biri bu konuda oluyor, artık yeterli olduğumuzu, karar verebildiğimizi, bir şeyler başarabildiğimizi göstermek, kanıtlamak istiyoruz (en çok da kendimize). Sanırım bu yüzdendir ki büyüdüğümüzü sandığımız günlerde başımıza bir şeyler geldiğinde, benzer duyguları yaşadığımızda çocukken olduğumuzdan daha derin korkuyoruz, daha çok yıkılıyoruz, daha çok üzülüyoruz. Yılları boşuna yaşamış gibi hissediyoruz, kazandığımız, başardığımız şeylerin boş olduğu sanrısına kapılıyoruz. Aslında kendimizi bir çocuk gibi hissediyoruz; çocukluğun o güzel anlarından, masumiyetinden, neşesinden arınmış bir çeşidi.

"Bizim Büyük Çaresizliğimiz" 2 yakın dostun hikayesi. Ender ve Çetin, lise yıllarında tanışmış, yakın dost olmuşlardır. Ara ara ayrı yaşamışlardır; biri Ankara'da, öteki İstanbul'da, ya da biri Türkiye'de, öteki yurt dışında. Ama bu ayrılıklar onları koparmamış, daha da yakınlaştırmıştır. Zaman geçer, ikisi de Ankara'da, birlikte yaşamaya başlar. İki orta yaşlı dostun evine bir gün bir misafir konuk olur. Liseden yakın başka bir arkadaşları, Amerika'ya giderken, üniversiteye giden küçük kız kardeşini bırakacağı kimsesi yoktur, Ender ve Çetin haricinde. Hikaye başlar, Nihal, Ender ve Çetin'in evine taşınır.

Ender ve Çetin, hayatın "kazananlar" listesine hiçbir zaman tam olarak girememiş iki karakterdir. Gerek gönül ilişkileri, gerek sosyal ilişkileri, gerek işleri... Herhalde en büyük başarıları, gerçekleşmiş en büyük hayalleri birlikte yaşamaktır. Nihal'in ikilinin hayatını nasıl etkilediğine, yavaş yavaş düzenlerinin nasıl değiştiğine şahit oluruz. Ender ve Çetin, çocukluğun eksikliklerini kapatmak için çabalamamış, kendilerini eksiklikleriyle kabul etmiş, o şekilde yaşamışlardır. Yine de büyüklere ait o acımasız duyguyu, "büyük çaresizlik" i onlar da tadacaklardır.

"Bizim Büyük Çaresizliğimiz" 2004 yılında Barış Bıçakçı tarafından yazılmış bir roman. Kitap, Ender'in ağzından, Çetin'e yazılmış bir mektup niteliğinde. Nihal'in eve gelmesi ile yaşadıklarını, geçirdikleri günleri değerlendiriyor Ender. Bir yandan bugünü, bir yandan geçmişi anlatarak ikilinin hikayesini derin bir duygusal yoğunluk ile veriyor. Kitabın isminden anlaşılacağı üzere de hikaye dönüp dolaşıp ikilinin çaresizliklerine dem vuruyor.

"Bizim Büyük Çaresizliğimiz" aynı zamanda 2011 yılında, Seyfi Teoman tarafından çekilmiş, kitabın uyarlaması olan filmin de ismi. Başrollerde Ender ve Çetin olarak İlker Aksum ve Fatih al, ve Nihal olarak Güneş Sayın oynuyor. Filmin senaryosu Barış Bıçakçı ve Seyfi Teoman tarafından yazılmış. İstanbul Film Festivali'nde "Radikal Halk Ödülü", "Jüri Özel Ödülü" ve "En İyi Görüntü Yönetmeni" ödüllerini almış. Film, kitaba birebir sadık gidiyor. Öyle ki filmi izlerken kitabı tekrar okumuş gibi oluyorsunuz, Barış Bıçakçı'nın cümleleri gözünüzün önünde canlanıyor. Öte yandan çıkarılmış sahnelerde de görebildiğimiz üzere filmin senaryosu ve kurgusu üzerinde çalışılırken çaresizlik duygusunun iyice vurgulanması üzerinde durulmuş. Çıkarılmış sahneler hep neşeli, renkli sahneler.

Çaresizliğin üstünde bu kadar çok durunca filmin ve kitabın depresif, karanlık bir hikaye olduğu düşünülmesin. Bahsi geçen çaresizlik ızdırap dolu, yakıcı, umutsuz bir çaresizlik değil. Giriş kısmında anlatmaya çalıştığım, daha çocukça, daha yumuşak, daha şaşkın bir çaresizlik. Tıpkı hikayenin geçtiği uzam, Ankara gibi, durgun, sakin, melankolik. Zaten gerek karakterlerimiz, gerekse de yazarımız Barış Bıçakçı örnek birer Ankaralılar.

Sanırım son sözü kitabın arka kapağına söyletmek bir kez daha daha uygun olacak. Bakalım yayıncının tercih ettiği alıntı sizi kitaba ne kadar çekecek?

"Nihal'e başından beri olduğumuzdan farklı göründük. Böyle gerekmişti. Koruyucu, kollayıcı, soğukkanlı, ne yapması gerektiğini bilen, Nihal düzgün yürüsün, üniversiteyi uzatmadan bitirsin, yaşadığı felaketten makul adımlarla uzaklaşsın diye asfalt döşeyen iki orta yaşlı, deneyimli erkek. Biri göbekli, diğeri kel."

(Film müziklerini yapmış olan Sakin grubundan, filmin fragmanı tadında bir klip)

11 Eylül 2012 Salı

Burhan Öçal & Trakya All Stars feat. Smadj - Kırklareli İl Sınırı


Trakyalı olmayı hep sevmişimdir. Dünyanın en tatlı insanlarının olmalarının yanı sıra, karışmış (özellikle) Roman ve Balkan kanı ile çingenliğin, cinliğin gözünü oymuş insanlarız. Edirne ve Tekirdağ'da geçirdiğim tanıdık, akraba ziyaretleri ve kısa yaz tatillerinde şunu gördüm ki, bu adamlar müzikle eğlenmesini çok iyi biliyorlar. Bir Keşan yaz gecesinde ateş almaya gittiğiniz rakı masasındaki ahalinin 'Agacım otur şüyle be ya!' teklifiyle, o gecelik bütün dertleri, darbuka ve klarnet ile unutturması birinci gözden tecrübe ettiğim bir olay. 

Burhan Öçal, özellikle vurmalı çalgılardaki becerisi ile öne çıkmış; fakat zirilyon tane enstrüman çalan bir Trakyalı. Kırklareli doğumlu olan Öçal, yıllardır Zürih ve İstanbul arası volta atıyor. Yöresel Türk müziğini deneysel anlamda müthiş harmanyalabilen abimizin son albümü, yine bir o kadar başarılı grup The Trakya All Stars ve harkulade deneysel elektro müzik yapan değişik Tunuslu müziysen Smadj ile kaydettiği 'Kırklareli İl Sınırı'. 

Burhan Öçal'ın Kırklareli'ye saygısını belirtmek için oluşturduğu albüm, Trakya'ya özgü anonim parçaların, kendi besteleriyle beraber, çok değişik bir şekilde elektro ambient efektler ile yorumu aslında. Bildiğimiz çoğu anonim Trakya şarkısının The Trakya All Stars performanslarıyla, Öçal'ın harika arkaplan ritimleri ve Smadj'ın ince editleri birleşince oluşan harman bambaşka bir kapıyı açtı bana, ki aslında şöyle oldu; 

Geleneksel Lise yemeğimizin bu sene İstanbul'da olması üzerine sevgili Murat ile geçen haftasonu yemek öncesi İstiklal D&R'da gezerken ikimiz de bir anda mekanda çalan garip parçaya dikkat kesildik. Murat'ın merakıyla görevliye sorup albümün Kırklareli İl Sınırı olduğunu öğrendik. Albümü sonra edindiğim zaman, orada dinlediğimiz şarkının aslında 'Tekirdağ Karşılaması' olduğunu öğrenince, iyice şaşırdım; çünkü parçanın albümdeki yorumu bambaşka bir havada ve çok iyi. Bunun gibi çoğu parçanın albümdeki yorumunu dinlerken ne yapacağımı bilmez bir hale geliyorum ve en sonunda vücut bir yerden patlak veriyor, ritim tutmaya başlıyorum. Özellikle Süleyman Aga ve Tekirdağ Karşılaması parçalarına şans verin, zira müthiş yorumlar bence.

Folk müziğin usta ellerde çıkan yorumlarıyla, seviyeli elektro süslemelerinden hoşlanıyorsanız, hele ki Trakya havaları hoşunuza gidiyorsa Burhan Öçal ve The Trakya All Stars ilk ziyaret edilecek yer.

Dinleyin be ya. 



10 Eylül 2012 Pazartesi

Feriköy Mezarlığı'nda Randevu - Barış Uygur

Barış Uygur abimizi çoğunlukla mizah dergilerinden tanıyoruz. Bir zamanlar Pişmiş Kelle'de, Gırgır ve Alarm dergilerinde yazıyormuş kendisi, hemen hemen ilk sayısından beridir de Uykusuz'da. Kimi zaman politik taşlama, kimi zaman da güncel yaşamdan ironiler yazdığı "Akıl Fikir Ofisi"  ve tamamen politik taşlamadan oluşan "Normal Şartlar Altında" adlı iki köşe yazıyor kendisi her hafta.

"Feriköy Mezarlığı'nda Randevu" Barış Uygur'un (yanlış bilmiyorsam) ilk romanı. İlk bölümleri 2004 yılında Otium internet sitesinde tefrika olarak yayınlanmış (tefrika [arapça]: Gazete ve dergilerde çıkan, birbirini tamamlayan yazılardan oluşan dizi.). Kitabın kapağındaki ve tanıtımlarındaki "Bir Süreyya Sami Polisiyesi" ibaresine bakaraktan devamının geleceği, Süreyya Sami'yi başka işlerde de göreceğimizi kabul edebiliriz sanırım.

Süreyya Sami, İstanbullu bir eski polis. Kendisini kitabın arka kapağından az çok tanımak mümkün: "Süreyya Sami, beyhude zaman usancıyla televizyonu zaplarken, sağa sola bakınırken, iş işte, o kadının peşine düşüyor. Yanında yıkık dökük senelerle dolaşan, cehalet ambarlarında gezinirken hiç susmayan sinik bir adamla tanışıyoruz. Teşkilattan ayrılmış, kendisiyle konuşmaktan yorulmuş, uzun cümleler kuramayan bir adamın polisiye defteri açılıyor böylelikle." Bir üst çerçeveye çıkıp, okuyucu nezdinde değerlendirecek olursak Süreyya abimizin en büyük sıkıntısının güncel kahraman polis Behzat Ç. ile karşılaştırılmak olacağını düşünmek yanlış olmaz. Aslında kitabı "Süreyya Sami Polisiyesi" olarak tanıtmak böyle bir karşılaştırmaya neden oluyor ve Süreyya abimize haksızlık ediyor. Süreyya abimiz, Behzat abimizden çok farklı. Öncelikle Süreyya abimiz aksiyon adamı değil. Kendisi Amerikan kara filmlerinden tanıdığımız bir detektif. Polislikten ayrılabildiği kadar erken ayrılmış. Aslında detektif olmak gibi bir niyeti yok, sadece birileri ona detektiflik yapması için para verirse detektiflik yapıyor. İkinci olarak, Behzat abimizden farklı olarak Süreyya Sami çok güvenilir, çok idealist ve çok da sorunları olan biri de değil. Mantığına yatan şeyleri yapıyor, elinden geldiğince (mantık çerçevesi dışına çıkmadıkça) ahlaklı, dürüst (yasaya uygun) işler yapıyor. Kahraman olmak gibi bir derdi yok, hayatını sürdürsün yeter. Öte yandan hem Ece Temelkuran'ın bir yazısında belirttiği, hem de bizim kendi aramızda sohbetlerde bahsettiğimiz üzere Behzat Ç. ne kadar ergenlik sancılarından kurtulamamış, ergen delikanlı profilinden sıyrılamamış bir karakterse, Süreyya Sami de bir o kadar ergenliğini bitirememiş bir karakter. Toplumsal olgunluk bakımından sınıfta kalmış; mesela kravat seçerken: "... yıllar yılı çok önemsiz bulduğum bu garip aksesuarın ne çok anlamı varmış meğer. Eh, onların hiçbiri aklımda değildi ve benim sadece üç kravatım vardı. Ben de ütülü olan tek bir tanesini seçmek zorundaydım." (sayfa 59). Benzer şekillerde yaşındaki ilerlemenin karakterine yeterince yansımamış olduğunu ikili sohbetlerinde, daha çokca da okuyucu ile sohbetlerinde (monolog desek daha doğru) görüyoruz.

Türkiye'de bir film noir detektiflik öyküsü için İstanbul ideal bir fon oluşturmuş. Barış Uygur da gerek karakterinde, gerek hikayesinde Türk insanının yapısını (çoğunlukla İstanbullu olmak üzere büyük şehirli insan tipi) kara film çizgisine başarılı yerleştirmiş. Çok çetrefilleşmeyen bir kurgu, az ama öz karakterleri ile başarılı bir hikaye olmuş. Olur da devamı gelirse, artık ana karakterlerin yapıları az çok oturmuş olacağından ötürü çok daha güzel kitaplar olacaklardır.

"Annem yıllar önce bana "Bir kadın aranmak istemiyorsa onu asla arama. Bazı kadınlar, sen onları ara diye aranmak istemiyormuş gibi yapabilir. Onları da arama. Aranmak isteyen bir kadını da arama, bırak o seni bulsun" demişti. Annemin bütün öğütlerine uysaydım zaten şimdi bambaşka yerlerde olmam gerekirdi.

Ama bu öğüdüne uymanın pratikte mümkün olup olmadığını bilmiyorum. Aslında basit görünüyordu: "Asla kadınları arama." Doğrusunu isterseniz arayacak pek kadın tanıdığım da söylenemez. Onları da aramayarak kaybetmek çok mantıklı gelmiyor. Şimdi tek yaptığım şey bir kadını, üstelik tanımadığım bir kadını aramak. Üzgünüm anne."
Feriköy Mezarlığı'nda Randevu, arka kapak

8 Eylül 2012 Cumartesi

Solaris - Stanislaw Lem - 1961



Solaris, küçükken Soderberg'in uyarlamasını izleyip, hiçbir şey anlamadığım, garip bir bilimkurgu filmi olarak tanımlıydı aklımda. Bir süre önce, iletişim yayınlarının da kitabı tekrar basması ile, bu önyargıyı kafamdan silmek için kolları sıvadım. Uzun zamandır elimin altında duran Solaris'i, son İstanbul yolculuğu sırasında okumaya başladım. Bir çırpıda biten kitap, bütün her şeyi kursağımda bırakmasının yanında, filmleri de açlığımı zerre dindirmedi, aldığım zevk üst seviyelerde.

Solaris'i anlatmak zor; çünkü kitap birinci cümlesinden itibaren korkunç derecede heyecanlı ve esrarengiz bir hal alıyor. Kris Kelvin adlı sorunlu bir psikiyatrist, kitabın geçtiği zamandan yaklaşık yüz yıl önce bulunan Solaris adlı gezegen hakkında yazdığı makaleler ile ilgi toplar ve Solaris'in yörüngesinde bulunan araştırma üssü tarafından çalışmalara davet edilir. Kelvin'in Solaris'e Prometheus adlı modül yardımıyla inişiyle başlar hikaye. Araştırma gemisinde gariplikler silsilesi hemen göze çarpar ve geçen zamanla Kelvin geminin içindeki 'ziyaretçileri' farkeder. Bu ziyaretçiler, araştırma ekibinden olmayan; ama orada olduklarını da gayet garipsemeyen bazı kişilerdir. Son olarak tanıştığı ziyaretçi de, yıllar önce intihar eden eşi Rheya'dır. 



Ne olduğunu anlamadan, müthiş bir gerçeklik ve mantık tufanıyla vuruyor Solaris okuyucuya. Aslen doktor olan yazar Stanislaw Lem, kendini bilime vermiş bir insan. İkinci dünya savaşı öncesi tıp okumaya çalışıp, savaş yüzünden eğitimine ara vermiş ve ancak savaş sonrası istediği mesleğe kavuşabilmiş. Daha sonraları yazmaya başlayan bu Polonyalı, Solaris ile kasıp kavurmuş ortalığı. Yazarın geçmişini biraz olsun gördükten sonra, eserdeki müthiş bilimkurgu öğeleri ve beni bile bazen yıldıran bilimsel terimler, kuramlar dalgası daha da mantıklı geliyor. 

Solaris, kırmızı ve mavi iki güneşin olduğu bir sistemde, tümüyle okyanus ve üzerinde küçük benekleri andıran adacıklardan oluşan kendi halinde bir gezegen. Mavi gündüzün, mor geçişiyle, kırmızı gündüze dönüştüğü ve az bir süre de tamamen gece karanlığına büründüğü Solaris, iki güneşin gezegende yarattığı değişken çekim kuvveti ile, garip benliğini insanoğlunun ilgi menziline sokmayı başarıyor ve araştırmalar başlıyor. Farklılıkların, garipliklerin gittikçe arttığı araştırma sonuçları ile, Solaris'in aslında bir gezegen olmadığı, bilincinin olduğu kocaman bir organizma olduğu kuramları ortaya atılıyor. Yaptığı hareketler, verdiği tepkiler ve tepkisizlikler, gösterdiği agresif davranışlar ile Solaris insanın bütün ilgisini kazanıyor. Sürekli gelişen başarısız araştırmalar, insan hayatına malolan kazalar ve harcanan devasa miktarda paralar ile ilgi gittikçe azalıyor ve araştırma projesi 4 kişilik bir projeye kadar düşüyor. Değişiktir ki, Solaris bu 4 kişiye çok farklı bir açıdan yaklaşıyor. 



Müthiş bir bilimkurgu arkaplanı ile süslenmiş, gizemin ilk satırdan, son kelimesine kadar korunduğu hikaye aslında beklenilenden çok fazla konuyu Kelvin aracılığıyla vermeyi amaçlıyor. Basit bir 'Uzaylı' konusu, rüyalarıma girecek kadar ağır, sürekli kafamı kurcalayan insan varoluşu, madde ve bilinç arasındaki ilişki, hayat tanımı, duygu ve mantık uyuşmazlığı, tinsel ve tensel temas çelişkileri gibi yüksek dozda mevzulara bürünüyor. Bir yandan Solaris'in o sonsuz okyanusunun mavi güneşle parıldadığı manzaradan mest olurken, bir yandan Kelvin'in yanıbaşında uzanan, yıllar önce dünyada ölmüş, eşi Rheya'ya beslediği aşkın, gerçekten o varlığa mı, yoksa anılardaki Rheya mı olduğu konusu üzerinde kafa yorup bitkin düşüyorsunuz. Kırmızı güneşin odada yarattığı basık ve sıcak atmosferle kavrulması, sıvı oksijenin o korkunç soğukluğuyla bir anda bambaşka duygu ve düşüncelere sokuyor okuyucuyu. 

Kitabın bitmesiyle ortada kalmam bir olmuşken, hemen Solaris'in uyarlama filmlerine saldırdım.
Solaris'in biri Tarkovsky tarafından 1972 yılında, biri de Soderberg tarafından 2002 yılında çekilmiş iki adet uyarlaması mevcut. Filmler aslında kitabın hikayesini anlatmaktansa, kitabı bazı yan konulardan tamamlıyor. Tarkovsky'nin Solaris'i, Kris Kelvin'in Solaris'e gelmeden önceki yaşamını da izleyiciye vererek, konuyu biraz daha insan ve sistem üzerinde yoğunlaştırıyor. Soderberg ise konuyu tamamen bunlardan uzaklaştırıp, Kris ve Rheya arasındaki sevgi ve farkındalık üzerine çeviriyor. 


Elbette iki film arasında sidik yarışı yapmayacağım. Tarkovsky'nin filmi bence de çok güzel; ama Soderberg'in Solarisi bence büyük ölçüde haksızlığa uğramış bir yapım. Kitabı okumayanlar için gerçekten anlamsız, yeterince kendini açıklayamayan bir film olduğunu kabul ediyorum, ama hikayeyi bildikten sonra her şey değişiyor. Cliff Martinez'in mükemmel soundtrack'i ile bezenmiş, güzel bir oyunculuk ve yönetmenlik ile, hayalimdeki Solaris'e çok yakın bir Solaris'i bize sunmuştu. Özellikle Jeremy Davies'in Snow rolü gerçekten alkış alacak cinsten, düşlediğim o hafif kaçık Snow'u Jeremy Davies harika biçimlendirmiş.


Tipik bir uzaylı konusundan çok daha fazlasının olduğu Solaris, bilimkurgunun yapıtaşlarından. İnsan algısı, gerçeklik, duyguların mantıkla açıklanması gibi konular hakkında kafa yoranların kesinlikle okuması ve filmlerle hikayeyi pekiştirmesi gerekiyor.


'Sanki sen özellikle yanaşmıyorsun anlamaya.' diye inledi. Başından beri Solaris'ten söz ediyorum ben, yalnızca Solaris'ten. Yenir yutulur gibi değilse gerçek, benim suçum değil bu. Ama şöyle ya da böyle, başından geçen bunca şeyden sonra, sonuna dek dinlemek zorundasın beni. Kozmosa çıkarıyoruz, her şeye hazırız: Yalnızlığa, zorluğa, tükenişe, ölüme hazırız. Alçak gönüllülükten söylemeye dilimiz varmıyor ama, kendimize hayran hayran baktığımız oluyor. Ama çok, çok yazık! Birazcık yakından baktığımızda bütün o şevkin aslında düzmece olduğunu görüyoruz. Aslında kozmosu ele geçirmek değil istediğimiz, yalnızca Yer'in sınırlarını kozmosun sınırlarına dek genişletmek. Filanca gezegen bizim gözümüzde Büyük Sahra gibi kıraç, öteki Kuzey Kutbu gibi buz tutmuş, başkası Amazon Havzası kadar bereketli olsa olsa, insansever ve şovalye ruhluyuz: Başka soyları köleleştirmek değil niyetimiz, onlara kendi değerlerimizi miras bırakmak, karşılığında da onların mirasını devralmak istiyoruz. Kutsal Bağlantı'nın Savaşçıları sayıyoruz kendimizi. Bu da bir başka yalan! Yalnızca insanı arıyoruz biz, başka dünyalara gereksinimimiz yok. Ayna gerek bize. Başka dünyaları ne yapacağımızı da bilmiyoruz. Tek bir dünya, kendi dünyamız, yetiyor bize. Ama olduğu gibi de kabul edemiyoruz onu. Kendi dünyamızın ülkesel bir imgesi peşinde koşup duruyoruz hep: Bizimkinden üstün bir gezegen, üstün bir uygarlık arıyoruz, ama kendi geçmişimizin prototipi üzerinde gelişmiş olsun istiyoruz. Ve aynı zamanda yüzyüze gelmek istemediğimiz, kendimizi sakınmaya çalıştığımız bir şey var içimizde. Ama o hep içimizde kalıyor, çünkü Yer'den yola çıkarken bir ilk günahsızlık durumunda değiliz. Gerçeklikte nasılsak buraya öyle geliyoruz, sayfa çevrilip de gözlerimizin önüne serilince gerçeklik - kendi gerçekliğimizin sessizce geçiştirmeyi yeğlediğimiz yanı yani - artık sevmiyoruz onu.'

Solaris , sayfa 85, İletişim Yayınları