30 Mart 2012 Cuma

Zeki Demirkubuz - Yeraltı



İtiraf ediyorum; ülkeyi özledim, çok hem de. Hayatta bazı şeyleri insan yerine oturtamayınca, ölçtüğü değişkenleri başkaları da aynı şekilde ölçmeyince kuşku kaçınılmaz oluyor. Özlem, bunun bireyin kendi içinde yaşadığı sonuçlarından sadece bir tanesi. Uzaklaşma ve kaçma, ya da yapışma ve mücadele etme kuşkunun yenilmesinde en belirgin yol ayrımı olabiliyor, ben öyle bir yargıya vardım bir süredir. Herkes için farklı olabilir tabi ki. Bugün başka bir blogta okuduğum 'Sakın sen onlara uyma!' bu yollardan bir tanesiymiş gibi geliyor bana. 

İnsanlar bireysel davranmadıkça canım çok sıkılıyor. Bireysellik, düşünme sorumluluğunun azaldığı topluluklarda her zaman göze batıyor. Bir sanatçı tek başına topluma farklı ya da toplumun hazır olmadığı bir durumu sunduğunda ya da ortaya koyduğunda da, bir bilim adamı bir icat ya da buluş yaptığında da bu durum böyle. 'Ben neden böyleydim acaba?' bu göze batmanın toplumdaki etkileşiminin ilk adımı, ya da başka bir açıdan bakılırsa sonucu gibi. Bana öyle geliyor ya da bilmiyorum. Hala yerine oturtamadığım o kadar çok parametre var ki.

Demirkubuz kendini kaptırmışlık ve yeniden başlangıcın ikisini de tatmış bir kişi. Bunalım ve pişmanlığın aşağıya çektiği kuyuda çabanın ve gayret etmenin verdiği ışığı loş da olsa kuyuyu aydınlatabildiğinin farkında bir kişilik. Baştan söylüyorum; kendisine saygım yüksek. İnternet aracılığı ile izlediğim ve incelediğim kadarıyla bir kenara koyduğum, 'evet bu böyledir.' dediğim yargılara aynı açıdan yaklaşan bir kişi. Aynı açı bazen 'çok farklı açıdan bakmak.' da olabiliyor. Olmayabilir de, benim hissettiklerim bu en azından. Bunun hoşuma gitmemesi kaçınılmaz.

Eylem halinde olan insanoğlunun sinemayı ilk olarak (ve aslında baskın olarak hala) pratikte kullanması tabi ki eylem silsilesini izleyicine aktarmak olmuştur. Durumu anlatan filmler ise aslında zamanı dondurup, insan zihninin kurduğu ve sonsuz hızda ilerleyen yaşamı izleyiciye film ekibi üzerinden bir nebze anlatmak olmuştur her zaman. Bu da çoğu kişiye normal olarak ağır gelir. Bana da geliyor çoğu zaman; ama hazmedemediğim husus, bu filmleri önyargıyla yergilemek ve reddetmek. 

Pişmanlığın, duygunun insan mantığına baskın gelmesinin, düşünmenin, farkına varmanın geç kalındığı noktaların izdüşümünü, yaşadığımız uzamda, Türkiye'de, bence ince ve nezih bir biçimde bize hissettiren bir kişi Zeki Demirkubuz. Düşmenin, ağlamanın, acı duymanın aslında düşünmeye kapı açtığı, insanların birşeylerden emin olmasına olanak sağladığı gerçeğini kişiler üzerinden (belki de) deneycilik ile tekrar tekrar benzeşimini kanıtlayan bir kişi kendisi benim gözümde. 

Yeraltından notlar uzamsız bir edebi analiz. Demirkubuz bu uzamsızlığı daha önceki işlerine de uygun olarak ülkede bir denemesini sunacak bize 13 nisanda. İlk önceleri çok taraflı bir bakış açısının planlandığı film, doğal olarak film süresinin getirdiği kısıtlamayla sadece bir karakter üzerinden ilerleyecek. 

Tek korkum insanların aklına yönetmenin hissettiklerini görmezden gelip filmi yargılayacak olmaları olasılığı. Herkesin yeraltından notları kesinlikle farklı bir defterdir. Bunu akılda tutmak lazım.

Yanlış anlaşılmasın, şu yaşımda Demirkubuz'u yargılıyor değilim. Sunulan eserler üzerinden oluşan duygularım ile Yeraltı'nı, yönetmeni de göz önünde tutarak tahmin etmeye çalışıyorum o kadar. 

Masumiyette Haluk Bilginer'in şehirlerarası otobüsünde sigara içtiği sahne biz gençler için çok büyük bir farkındalık değil miydi?


27 Mart 2012 Salı

Sam Raimi

Sam Raimi sevdiğim yönetmenlerden. Madem durum bilgi alışverişi, yeri geldiğinde her masada yaptığım gibi burada da Sam Raimi'den bahsetmek istedim. 

Kendisi garip bir insan kişi olarak. Küçüklüğünden beri favori olarak korku ve komedi serilerini kaçırmamış sinema ve televizyonda. O kadar kaptırmış ki kendisini, bu eski Super 8, 8 mm kameralarla arkadaşlar arasında film çekip eğlenmeye kadar gitmiş olaylar. Daha sonra hayalinin peşinde akademiler ile işe profesyonel olarak girişmiş hollywood camiasına. 

Bir hayli yaratıcı bir hayal gücüne sahip olan Raimi, birkaç kısa filmden sonra 1981 yılında bu işe bence müthiş bir serinin ilk parçası olan Evil Dead ile giriyor. Dağ evine giden birkaç gencin ölüm kitabını yanlışlıkla harekete geçirmelerinin getirdiği bir hayli hareketli, garip olayların anlatıldığı bir filmdi Evil Dead. Daha sonra birkaç normal film yaptıktan sonra Evil Dead 2 ile ortalığı kasıp kavuruyor adeta. Ardından gelen Darkman (müthiş bir 90'lar filmi) ise Raimi'nin hareketli, çizgiroman vari, korku ve komedi olaylarının harika harmanlandığı, kendine has garip tarzını tam olarak ortaya koyuyor. 

Çoğu kişinin farkında olmadığı bir olay da, Türkiye'de de bir zamanlar moda olan Xena ve Hercules serilerinin yapımcısıdır kendileri. Raimi tabi ki tam olarak etki etmiyor serilere, ama serilerin sıradışı olmalarında kendisinin payı bence bir hayli yüksektir. 

Marvel filmlerinin ilk yüksek prodüksiyona geçip ciddi filmler sunması şüphesiz ki 2000'lerde Spider Man serisi ile başlar. Manyak tutan ilk film, ardından bütün Marvel karakterlerinin film yapılmasıyla devam eder. Gerçi bu gelişme ne kadar iyi oldu bilinmez; ama bence iyi oldu; çünkü Marvel birkaç sene önce bu akımın da bir başlangıç olduğunu ve müdahale edilmesi gerektiğini düşündü ve stüdyoları tamamen değiştirdiler, en azından bir gelişmedir bu. Bağlayacağım nokta şu; Spider Man'lerin yönetmeni Sam Raimi. İkinci filmi geçenlerde E.D. ile televizyonda izliyorduk, ne kadar Raimi koktuğunu tekrar konuştuk, 3-5 sahnede bir gelen kadın çığlıkları, übermensch aksiyon, manyak kamera zoom'ları, aksiyon sahnelerinde sürekli olan rüzgar, teatral ve abartı oyunculuklar, ışıkların çoşması ve niceleri, hepsi Raimi. 

Raimi seriyi bitirdikten sonra eski günlerin anısına Drag me to Hell adlı bir film daha çekti 2009'da. Ben acayip zevk almıştım, Evil Dead serisinden sanki Ash'i kadına çevirmişler de, onun derdini izliyormuşuz biz gibi bir his yaratmıştı bende, özellikle sonlara doğru. Tarzını da aynen koruması Raimi'nin başka bir artıydı benim gözümde. Harika bir soundtrack de filmin ardından gelen ekmek kadayıfı etkisi yaratmıştı. Çok memnun ayrılmıştım filmden. 

Raimi şimdilerde the Wizard of Oz'un prequel'ini çekiyor, hatta çekmiş olabilir. Oz Büyücüsünün nasıl oraya geldiğini anlatacak bize kendisi, ki ben de sabırsızlanıyorum o dünyayı Raimi'nin gözünden görmek için. 

Korku, aksiyon, mizah öğelerini bir arada görmek isteyenlere Raimi kesinlikle bir öneri. Garip bir çekim tarzı, harika fikirler (Army of Darkness gibi mesela - 1300lerde pompalı tüfekli ve elektrikli testereli adam) ve harika film müzikleri için de Raimi güzel bir adres. Yok bunlardan hoşlanmıyorsanız bu arkadaştan uzak durun, aşırı ve cıvık gelebilir. İstanbul'da bahar bir başka güzel efendim.  


26 Mart 2012 Pazartesi

Deli Kadın Hikayeleri

Mine Söğüt ablamızın 2011'de YKY'den çıkan kitabı "Deli Kadın Öyküleri". YKY'nin Ankara'daki kitapevini gezmeye gittiğimde hep gözüme çarpıyordu. Açıkçası çok çarpıcı bir kapak tasarımı, bir o kadar da ilginç bir ismi var. Fakat zaten okumak istediğim pek çok kitap olduğundan listeye yeni bir tanesini, hem de hakkında kapağının güzel olduğundan öteye bilgim olmayan bir tanesini eklemek için çok aceleci davranmak istememiştim. Ta ki bir gün futuristika isimli (şu anda virüs nedeniyle engellenmiş olduğundan bağlantı veremiyorum) sitede bu kitap üzerine Mine ablamızın bir söyleşisini okuyana kadar. Üstüne bir de YKY'deki satıcı abla bu kitabı aldığımı görünce pek bir heyecanlanınca (Ablacığım yeni bitirmiş okumayı, en kısa zamanda başlamam gerektiğini salık verdi bana. Hatta bundan sonra da okumam için birkaç kitap da söyledi) ben de meraklandım tabii iyice. Almanya'ya dönüşte de bol bol vaktim olacak nasıl olsa sunumu yapana kadar, başladım ben de.

Kitap 21 kısa hikayeden oluşuyor. Hikayeler neredeyse tamamen delirmiş kadınları (adına yakışır şekilde) anlatıyor. Tabii kitaba korku-gerilim-aksiyon çerçevesinde yaklaşmak yanlış olur. Delilik, intihar, cinayet, zaman zaman vahşet geçiyor kitapta. Hatta kitabın arka kapak cümlesi çok net tanımlamış hikayeleri: "Kalemini zehire, kana, cinnete, ölüme ve hayata aynı lezzetle batıran Mine Söğüt'ten unutulmayacak yirmi bir delilik hikayesi..." Yani olay Stephen King gibi korku öyküleri anlatmak değil, Aziz Nesin gibi toplumsal, sosyal öyküler anlatmak diyebiliriz. Tabii incelemenin konusu toplumdaki maktul kadınlar. Tam olarak deli kadınlar değil, daha çok deliren, delirmekten başka şansı olmayan kadınlar. Tabii bu şekilde yazınca da sanki sosyal incelemeymiş gibi durdu; o da değil. Sapına kadar şairane bir delilik içeriyor kitap. Öyle ki bazı öyküler gece yatmadan önce okununca kabus görmenize yol açabilecek cinsten. Kitaptaki öykülerden bir tanesi, "Sinekler Sevişirken" tiyatroya da uyarlanmış sanırım. Fakat hangi şehirde oynamış, ne zaman oynanmış tam olarak bilemiyorum.

Kitap "Delirerek ölenlere" ithaf ediliyor ve şu şiir ile başlıyor:

Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım.
Sizi saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten şeylerden ibaret
Doğurmaya mahkum,
Çocuklarını kaybetmekle mühürlü,
Yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım.
İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların
Delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden bakacağım.
O pencerelerden tekrar ve tekrar ve tekrar kendimi aşağı atacağım.

Kitap boyunca öyküler arasında bize Mine Söğüt'ün şiirleri (sanıyorum ki tamamı toplanınca tek bir şiir oluyor, birbirlerinden bağımsız şiirler değiller yani) ve Bahadır Baruter'in çizimleri (internette okuduğuma göre evlilermiş de ikisi) eşlik ediyor. Kitabın kapak resmi de Bahadır Baruter'e aitmiş zaten. Kitabın okunmasını, resimlerin duvar resmi yapılmasını ve (mümkünse) tiyatro oyununun izlenmesini şiddetle tavsiye ediyorum.

(Şurada da tanıtım videosu varmış ama Almanya izlemeye izin vermiyor. Siz bakarsınız artık.)


23 Mart 2012 Cuma

Desperados - Wanted Dead or Alive

Baya uzun zaman olmuştu, Windows'un masaüstü oyunları haricinde bir oyun oynayalı. Arada sırada Guitar Hero açıp 1-2 şarkı çalıyordum kendi kendime de o da müzik dinlerken ritim tutmaktan birazcık daha farklı sonuçta. Nihayet tezimi bitirdiğimde ancak ikna edebildim kendimi, bir oyun başında saatler geçirebilmeye. Bir akşam kuzenimin yanına gittiğimde, yıllar öncesine bir dönüş yaşadık birlikte. Adamlar, daha ilkokul-orta okul zamanlarındayken oynadığımız birkaç oyunu bulup indirmişler, onları oynuyorlardı. Desperados'un yükleme dosyasını görünce dedim tamam, Almanya'daki son günlerimi gece-gündüz bilgisayar başında geçirebilirim artık.


Adını duymamış olan var mıdır bilemiyorum ama Desperados, Commandos serisinin western hali. Harita üstünde, tepeden görüyorsunuz karakterlerinizi. Her karakterin 6 tane özelliği var. Silah hepsinde ortak. Onun haricinde bir karakter bıçak kullanırken bir karakter doktor, kadın düşmanların gözüne ayna tutup görüşlerini engellerken başka birisi atların önüne yılan koyup korkmalarını sağlıyor falan da filan da. Her bölümün başında ne yapmanız gerektiğini anlatıyor size hikaye.

Oyunu daha iyi anlatabilmek için bugün geçtiğim bölümden bahsedeyim: Haritanın güney batı ucundayız. Haritanın kuzey doğu ucunda bir kamp alanı, kamp alanının biraz dışında bir tutsak ve atlar var. Bizim bulunduğumuz nokta ile kamp alanı arasında nöbetçiler devriye geziyor. Amaç kamp alanındaki adamlar varlığımızı farketmeden önce atları teker teker ağıldan kaçırıp kamp alanını atsız bırakmak. Ardından tutsağı kurtarıp bayıltarak onu da kamp alanından kaçırmak. Tabii sürekli devriyeler gezdiğinden bu işleri farkedilmeden olabildiğince hızlı yapmak gerekiyor ki devriyeler olayı farkettiklerinde biz çoktan tutsağı kaçırmış ve saklanmış olalım. Ayrıca yol boyunca gezen devriyeleri arkalarından gizlice yaklaşıp bıçaklayarak öldürmemiz gerekiyor ki silah sesini birileri duyup kamp alanına haber vermesin. Ayrıca her devriye gezerken çevresindeki arkadaşlarını kontrol ediyor. Yani siz bir devriyeyi öldürüp cesedini bir kenara sakladınız, bir sonraki devriyeyi de hızlı ve sessiz bir şekilde öldürmezseniz ikinci devriye koşup kamp alanına haber veriyor. Yani öldürmeye bir kere başladınız mı durup dinlenme, bir sonraki adımı planlama için vaktiniz yok. Planı önceden kurup ardından olayı domino taşı gibi işletmeniz lazım. Ve tabii birbirini kontrol eden 3 devriye, sağda solda aylak aylak dolaşan da 2-3 adam olunca tek bir adamla herkesi sinsice öldürüp saklamanız mümkün olmuyor, birkaç adamı eş zamanlı olarak birkaç devriyenin ve düşmanın üstüne salmanız lazım. Yani aynı anda haritadaki farklı noktaları kontrol edip adamlara farklı komutlar vermeniz lazım. Yani normalde fare tıklamaları ile kontrol edebileceğiniz adamları klaviyedeki hızlı komutlarla yönlendirmeniz lazım. Bir yandan da sürünmeler, gölgelere saklanmalar, dikkat dağıtmak için çalar saat kurmalar, adamları telaşlandırıp sizi farketmelerini engellemek için cesetleri uygun şekillerde yerleştirmeler planlamanız lazım.


Oyunu yıllar önce, küçücük çocukken ilk oynadığımda tabii bu şekilde oynamıyordum. Vahşice saldırıp, bayıltıcı gaz kullanıp 10-15 denemede herhangi bir akıllıca strateji izlemeden adamları öldürüp şansına geçiyordum bölümleri. Tabii oyunun yapay zekasındaki eksikliklerden faydalanmak da çok kolay (2001 yapımı olunca oyun, o günün şartlarına göre bir yapay zekaya sahip oluyor). Fakat şimdi Thief oynarmışcasına, saklanarak, gizlenerek, tuzaklar kurarak oynayınca oyunu aşırı bir zevk alıyorum. Tabii normalde vahşice oynayınca 1-2 günde bitebilecek oyun böylece de 1-2 hafta idare ediyor beni.

Ne varsa eskilerde var. Bunun üstüne de kuzenime "Carmageddon" u indirteceğim. 1-2 ay önce de Lion King'in oyununu indirip bitirmiştim. Bir de "Time Commando" yu indirmişler, onu oynuyorlarmış. Bir ara da onu alırım. :D Ne güzel geçmişte yaşamak...

21 Mart 2012 Çarşamba

23. Ankara Uluslararası Film Festivali - Ulusal Film Yarışması 2

İş görüşmesinde yaşadığım heyecanın haddi hesabı yok. Elim ayağım birbirine dolaştı. Sen o kadar hazırlan didin, kitlen sonra, olacak iş değil. 

İş görüşmesinin ertesinde yine benzer bir heyecanla Batı sinemasına doğru yol aldım. Ekiple buluşuldu, biletler paylaşıldı. Dün festivalin kısa film yarışmasının ikinci ayağı vardı. Altı kısa film ve ardından filmin yönetmenleri ile yapılacak kısa soru cevap kısmının neşesiyle salondaki yerlerimizi aldık. 

Kısa film konusunda çok tembelim. İzleyici benim için seçsin, öyle izleyeyim istiyorum. Her kısa filmi izleyecek enerjiyi bulamıyorum kendimde nedenini bilmediğim bir şekilde Bu yarışma da bu yüzden benim için biçilmiş kaftan; çünkü belirli seviyeleri aşmış filmler kendileri, ki farklarını hemen belli ediyorlar.

Filmleri uzun uzadıya anlatmak istemiyorum, okuyana kadar film izlense bence daha mantıklı, gerçi nereden bulunur pek bir fikrim yok. Dün izlenen filmleri bu linkte bulunmakta. Hepsi birbirinden güzel, hepsi üzerinde uzunca konuşulacak filmler, ki akabinde oturduğumuz yerde uzunca, hatta gece yarısına kadar oyaladı bizi filmler. Altı film sonrasında perdenin önüne çıkan yönetmenle de yapılan söyleşi gayet güzeldi. Bilmediğimiz terim ve kavramların anlatılması filmleri daha anlamlı yaptı. Kişisel fikrim olarak bizim Arda'nın çok müthiş soruları oldu, çoğu yeri açtı kendisi filmlerde. Sadece bir filmin muhabbetinde ufak çaplı bir gerilim yaşandı, ki çok rahatsız oldum ben yönetmen adına. Blogta politikayı paylaşmadığımız için detaylarını vermiyorum. Rahatsız edici tek olaydı. 

Festivalin bugün ve yarın son günleri, kaçırmamak lazım mümkün mertebe. Çikolata kaplı çilek çok yararlıymiş diyor doktorlar bugünlerde, akılda bulundurmak lazım. 

17 Mart 2012 Cumartesi

17. ODTÜ MT Geleneksel Rock Şenlikleri - Yasemin Mori ve Kara Orkestra

Buz gibi bir Ankara gününde, festivalin dördüncü gününde, ilginç insan Yasemin Mori'yi dinlemek amacıyla ODTÜ'deydik Deniz ile. Gezdik, dolaştık, Pınar'ın sınıfına gittik, yemek yedik...

Kapı açılış saat 16.00'da yazıyordu. Gittik sorduk, 17.30'da açılır dediler. Saat 18.45'de Deniz isyan etti, yeter artık, bilet paramızı geri alalım, gidelim, böyle rezillik olmamalı diyordu. Son bir 10 dakika bekleyelim dedik, 19.00'a doğru açtılar çok şükür kapıları. 2 gün önce Burak-ben-Pınar oturduğumuz koltuğun hemen yanındaki koltuğa bu sefer Deniz-ben-Pınar oturduk ve başladık beklemeye. Konserlerden bahsetmeden önce Müzik Topluluğu'na 1-2 giydirmek lazım. Bizi bunca saat kapıda bekletmeleri ilk olarak çok çirkindi. Bir şirket organizasyonu olsaydı insanlar isyan eder, yıkarlardı orayı. Öğrenci etkinliği olunca kendince şikayet edenler haricinde sorun çıkartan olmadı. Fakat yani yıllardır bu işi yapan adamlar, 17. festivali düzenliyorlar ve 17. festivalin de 4. gününde. Hala daha söyledikleri saatten 1.5 saat sonra açıyorlar kapıyı. Hem de ne bir özür dilemek, ne bir açıklama yapmak var. Kapı ne zaman açılacak diye soruyoruz, soundcheck bitince diyorlar. Yani soundcheck'in ne kadar süreceğini tahmin edemeyen adamların müzik topluluğunda işleri ne. afişe kapı açılış 4'te yazacağına 6'da yaz, soundcheck yetişmesin 7'de aç kapıyı, yine bir seviye. Ses sistemindeki bozukluklar (vokallerin sadece bir taraftaki hoparlörlerden gelmesi, vs.) konusunda topluluğa bir şey söylemenin çok anlamı yok, sonuçta söz konusu olan mimarlık anfisinin sıkıntıları, topluluğun değil. Fakat elektrik aksamındaki sorunlar, her grubun her şarkısında sesle ilgili taleplerde bulunması (sanki soundcheck alınmamış gibi), sahnede tüm festival boyunca müzik topluluğundan birilerinin sürekli bir şeylerle uğraşması, bir şeyleri düzeltmesi... ODTÜ Müzik Topluluğu'na yakışmayan, çok amatörce sorunlarla dolu bir festivaldi bence.

İlk grup olan Bitter çoğunlukla yabancı ağırlıklı gittiler (Its My Life, Take Me Out, Englishman in New York). Arada birkaç tane de kendi bestelerini çaldılar. Yaş olarak biraz küçük olmalarından dolayı haklarında gereksiz yorumlarda bulunanlar oldu (benim arkamda oturan küçük beyinli arkadaş gibi) fakat gerek çaldıkları her parçayı çok başarılı ve baya dinamik bir şekilde çalmış olmaları, gerekse de solistin ölçülü ve sempatik tavırları ile benden tam not aldılar. Kendi besteleri olan şarkılar da fena değildi. Albüm çalışması içindelermiş, sanıyorum ki başarısız bir albüm olmayacak bu. Tek sorun konser bittikten sonra solistin "biz sizinle bir hatıra fotoğrafı çektirmek istiyoruz, herkes ellerini havaya kaldırabilir mi?" deyip seyirciyi fona alarak resim çektirmesiydi. Biraz amatörcene bir hareketmiş gibime geldi benim.

İkinci çıkan Mis Pis değişik bir gruptu. Gençler tip olarak baya ilginçti, takma bıyık takmış gibi duruyordular. Tamamen kendi bestelerini çaldılar. Besteleri kötü değildi, fakat açıkçası ben beğenerek dinlediğimi de söyleyemem. Böyle arada çalmayı bırakıp birkaç saniyede 1 nota basarak bir tarz gösterisi yapmaya çalıştılar ama bence çok da etkili bir sahne performansı değildi. Bir de seyirciye arkalarını dönmeleri, birbirlerine öpüşecekmişcesine yaklaşıp sallanmaları falan filan... Ben bir yerde konserleri olduğunu duysam gitmek için heyecanlanmam yani.

Üçüncü çıkan On Your Horizon sanıyorum ki Burak için en büyük hayal kırıklığı olacak: Baya başarılı bir post-rock grubu vardı sahnede. Klasik gitar-bas-bateri üçlüsüne bir de çello eşlik ediyordu ve baya iyi bir performans gerçekleştirdiler, baya alkış aldılar. Dediklerine göre klaviye gibi birkaç alet daha varmış fakat bu akşam göremedik onları. On Your Horizon'un tek sorunu ise solistin sürekli "şimdi ne çalacağımızı hiç bilmiyoruz" deyip, gidip grup arkadaşlarıyla konuşup "şunu çalıyoruz" diye geri gelmesiydi. Adamlar resmen çalacaklarının bir listesini oluşturmamışlar, hazırlanmamışlar yani festival için.



Son olarak festivalin kapanışını Yasemin Mori yaptı. Mükemmel bir konserdi. İlk albümün hareketli ve istek gören şarkılarını çaldı, yakında çıkacağını umduğumuz albümünden de birkaç bir şey sıkıştırdı araya. Görüldüğü üzere ikinci albümü de harika bir albüm olacak gibi. Tip olarak tam Tim Burton filmlerindeki "Helena Bonham Carter" tarzındaydı. Harika bir sahne performansı vardı. Sahne kimliğine uygun bir tarzda söyledi şarkılarını, bir yandan da aynı şekilde seyirciyle iletişim kurdu. Özellikle ilk albümünün en çok tutan şarkısı "Nolur Nolur Nolur" daki performansı dillere destandı. Tabii yanında çalan isimler de 2 gün önce Korhan Futacı ile birlikte çalan Kara Orkestra'nın aynısı olunca müzikal bakımdan da mükemmel bir konser oldu. Tek eksik, albümde çalan ve youtube'da göründüğü üzere bazı konserlerde de eşlik eden Korhan Futacı'nın kendisiydi. Ben çok ümitlenmiştim bu akşam da çıkar diye. Özellikle baterist abimiz Ediz Hafızoğlu gerek mükemmel bir baterist olmasıyla, gerekse de sempatik tavırları ve geri vokaliyle sahne performansında neredeyse Yasemin Mori kadar etkiliydi. Yasemin Mori konserinin tek can sıkıcı noktası ise seyirci oldu. Her şarkıdan sonra sağdan soldan şarkı isteği bağıran tipler çok rahatsız ediciydiler. Sessizlik anlarında "Yasemin!" diye bağıranlar da cabası. Yasemin Mori'nin "efendim, ODTÜ?" şeklinde cevap vererek o kişileri idare etmesi ise ayrı bir takdire şayandı.


Fazla uzattık festival anılarını. Neyse işte, böylece de bir Rock Şenliği'nin daha sonuna geldik.

16 Mart 2012 Cuma

17. Odtü MT Geleneksel Rock Şenlikleri - Korhan Futacı ve Kara Orkestra

Buz gibi bir Ankara gününde, festivalin ikinci adımı olan Korhan Futacı ve Kara Orkestra'yı görecek olmanın heyecanı ile öğlenden ODTÜ'deydik Murat ile. Gezdik, dolaştık, yemek yedik, sınıflara girdik Pınar'la. Araştırmam için bir saat kitapları karıştırdık hatta kütüphane'de, UFO'larla ilgili bölüme gelince çıktı ve amfinin yolunu tuttuk. 

Kapı açılışı 16:00'dan 18:30'a kayınca çevredeki insanlar baştan bir huzursuz oldu tabi. Tanıdıklar görüldü bu saate kadar, muhabbetler edildi, sigaralar içildi. Soğuğun ve ayakta beklemenin acısını hep beraber tattık. En sonunda kapı açıldı haberi ile kapıya yığılan kalabalık ve üzerine çay dökülen kız arkadaşın supersonik haykırışı ve ona çarpan görevli kız arkadaş ile aralarında 2.5 saniyelik yaşadıkları gerilim ile gelen ölüm sessizliği eşliğinde sonunda amfideki yerlerimizi aldık. 

İlk grup Milankunda'nın üye sayısı 8 olunca, setup ve ardından gelen soundcheck birazcık uzun sürdü, söylenmeler tekrar arttı. Sevgili dostumuz Barış'ın rutin sempatik tavırları ve çalışmadık demelerine rağmen bence hoş performansları beni mutlu etti dinletilerinin sonunda. Ses aksaklıklarından bahsetmek istemiyorum, onunla ilgili söyleyeceklerimi Korhan Futacı ve Kara Orkestra'da belirteceğim. 

Ardından sahneye çıkan Plan ciddi bir grup olduğunu daha duruşlarından belli etti. Postrock vari başladıkları intro parçalarıyla kısa süreli bir kalp krizi yaşattılar bana. Hatta Murat ile birbirimize dönüp 'Abi postrock bu.' dedik. Sonrasında anladık ki, durum tam öyle değilmiş, üzüldüm.  Olsun, şahsi fikrim; tarzları ve sesleri bir hayli postrock müziğine uygun. Postrock yapsalar çok iyi yapabilirler gibi hissediyorum. Bir de solist abimin kaptan pilot edasıyla konulması aramızda esprilere neden oldu, kusura bakmasın kendisi, mikrofonun halt yemesi aslında. 

Milankundura
Uzun bir moladan sonra gece sıra sonunda Korhan Futacı ve Kara Orkestra'ya geldi. Gayet samimi ve candan Odtü'yü selamladıktan sonra adeta öttürdü grup. Şölen oldu resmen, yerinde duramayan fanlar ayaklara fırladı, yanımızdaki oğlan kalp krizi geçiriyordu. Sürekli eşlikler edildi, lezzetli anlar oluştu. Mimarlık Amfisinin berbat ses sistemi yüzünden ilk mikrofon bir iki şarkı sonra hayata gözlerini yumdu ve Korhan Futacı'yı şarkı ortasında feci şekilde zor durumda bıraktı. İkinci mikrofonun da birkaç şarkı sonrası kısa süreli tekrar kapanması, alçakgönüllülüğünü ve sıcakkanlılığını koruyan Korhan abiyi bile isyan ettirdi. Bazı yerlerde saksafonun konsola bağlı ve distort edilmiş halde olan mikrofonunu kullanmak zorunda kaldı kendisi, ki çok rahatsız olduk biz bu durumdan. Hem gruba ayıp, hem de zevki düşüren olaylardı. (Yıllardır orada izlediğimiz dinleti, müzikal, şenlik ne varsa hepsinden sonra aynı şeyi diyoruz, oranın teknik olarak yenilenmesi gerekiyor. Fon, yetersizliklerin biz de farkındayız; ama topluluk ve fon konularında deneyimi ve bilgisi olan Murat yenilenmenin çok da imkansız olmadığını anlattı bana arada, bilemiyorum neden nedir yapılmamasında, ama can sıkıyor artık iyice. Geçen sene Rock&Blues'da da aynı olaylar tekrar yaşanmıştı, ondan önceki sene izlediğimiz müzikal Spring Awakening'de de.) Neyse ki grup hiç bunlara takmadan, gayet zevk almaya bakarak, istek parçaları hiç geri çevirmeden dinletiyi sundu bizlere. 

Milan Kundura için;

http://www.youtube.com/user/milankundura

Korhan Futacı ve Kara Orkestra - Geleneksel Mahşer Günü


14 Mart 2012 Çarşamba

Stroszek

Werner Herzog başlı başına garip bir yönetmen. O kadar garip ki kendisine çok ayrı ve zıt duygularla yaklaşılıyor. Herzog'un frekansını biraz olsun (!) tutturanlar Herzog'u çok tutarken, diğer kesim (ki sanıyorum çoğunlukta olan kesim) Herzog'tan nefret ediyor. O kadar garip ki hatta, Herzog'un teknik ekibi bile sevmezmiş onu genelde, filmlerinde çekmeyi reddettikleri sahneler olurmuş rivayete göre, Herzog kendisi çekermiş oraları. 

Herzog benim için zararsız, saf ve birşeyleri bize canla başla anlatmaya çalışan değişik bir adam. Anlattığı çoğu şeyi ben de anlamakta güçlük çekiyorum, hatta sıkılıyorum bazen; ama filmleri/belgeselleri o kadar garip bir kimyaya sahip ki, tam açıklayamadığım havalara sokuyor beni, bu da hoşuma gidiyor açıkçası. 

1977 yapımı 'Stroszek', Herzog'un kendi işleri arasında favorilerinden. Filme tam olarak bir film demek çok doğru olmaz diye düşünüyorum, zira filmde oynayanlar aktör değiller, sahneler de çok spontane. Evet ilerleyen bir senaryo var; ama film bana bir tiyatro provası havasını hissettirdi gibi, birşeyler oynanıyor; ama oyuncuların doğal hallerini de rolleri kadar görebiliyoruz. Ya da ben öyle hissettim, bilemiyorum. 

Filmin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse; alkolik odak figürümüz Bruno S., hapishaneden yeni çıkar ve eski komşusu Herr Scheitz tarafından hala kendisi için tutulan evine döner. Yolda bara uğrayan abim, öncelerden tanıdığı Fahişe Eva'yı görür ve onu pazarlayan adamlardan şiddet gördüğüne tanık olur. Eva'yı eve alır, Bruno S. , Bay Scheitz ve Eva normal yaşam sürmeye çalışırlar. Eva'nın peşini bırakmayan pazarlamacı(!) amcalar Bruno'yu da taciz etmeye başlayınca, Eva ve Bruno zaten Amerika'ya gidecek olan Bay Scheitz'ın yanında Amerika'ya gitme kararı alırlar. Wisconsin'de yeni bir hayat onları beklemektedir. 

Kendisini oynayan Bruno S. aslen aktör ve müzisyen bir kişilik. Karakteri, hareketleri ve tavırları da Herzog için biçilmiş kaftan; çünkü kendisi de bir o kadar garip. Güzel bir rastlantı olarak, önceleri !f Ankara'da gördüğüm La Leggenda di Kaspar Hauser'in hikayesini tanımak amaçlı Herzog'un the Enigma of Kaspar Hauser önerilmişti yine blogta, o filmde de Kaspar'ı Bruno S. canlandırıyormuş, bu yüzden o filmi daha da merak ettim. 

Bir de filmi benim için daha da ilginç kılan başka bir özellik daha var. Zamanın sevdiğimiz serseri müziği  gruplarından Joy Division'ın efendi solisti Ian Curtis, söylenene göre intihar ettiği gece ölmeden önce bu filmi izliyor, hatta bir de Iggy Pop dinliyor. Film elbette intihar mesajları vermiyor; ama pişmanlık, hayallerin yıkılması ve sonrasında gelen bunalımın bir analizini yapıyor bence. Başlarda bahsettiğim gerçekçilik durumu, biraz daha ciddiye alanlar için konuyu daha etkili yapabilir sanki. 

Herzog'u beğenenler için harkulade rahat bir film olmakla beraber; Herzog'u tanımak için bence uygun bir giriş filmi Stroszek. Beğenmeyenlerin mümkün olduğunca uzakta durması bence herkes için daha iyi olacaktır. 

Joy Divison dedik, Atmosphere yazının bonusu olsun;



11 Mart 2012 Pazar

Black Mirror

Merhaba,

Sizlere bugün bir BBC dizisinden bahsedeceğim.
Dün bir içki masasında sinema vs. dizi muhabbeti yapıldı. Ben kendimce hem film dünyasını seven hem de aman dizilerden de geri kalmayım diyen biri olduğumdan ötürü bu amansızca dünya barışını savundum. Tanıdığım istisnai insanlar dışında herkes sinemayı seviyor. Fakat dizilerin bize sunduğu bir rahatlık var. Her seferinde seni bambaşka bir dünyanın içine sokmayışı, seni bir ölçüde yormayışı bile tercih edilebilirliğini attırıyor. Bu hayatta illa yorulmak zorunda değiliz, arada basit sitcomlar izleyip bedavadan gülmenin ve mutlu olmanın ayıbı yok. 

Her neyse son zamanlarda izlediğim ve en çok dikkatimi çeken dizi Black Mirror oldu, bu dizi için yazdığım girizgah da şu açıdan bağlantılı, dizi üç bölümden oluşmakta. Bölümler birer saatilik ve her bölüm apayrı bir cast ile çekilmiş. Hayır bununla da kalmıyor her bölümün konusu birbirinden bağımsız ve sanki orta metrajlı ve yüksek prodüksyon maliyetleri ile çekilmiş film izliyor gibi hissediyor insan kendini. 

Ve biraz da İngilizliği övmek istiyorum. İçimdeki UK aşkı bambaşka. İlk bölümden itibaren şunu anladım, bu diziyi sadece ingilterede çekebilirlerdi. Dünyanın geri kalanından bazı konularda çok daha rahatlar. Din, politika vs. gibi insanları kutuplaştıran ve hassasça yaklaşılması gereken konulara(veya bizim hem öyle inandığımız) patır kütür dalıyor. Bu rahatlığa imreniyor insan.

Dizi kara mizah, bilim kurgu evet misler gibi bilim kurgu ve dram öğeleri ile dolu. Yani ciddi iş. Bölümleri şu şöyle oldu bu böyle oldu diye anlatmanın hiçbir anlamı olduğunu düşünmüyorum ancak kısaca bir iki kelam değinmem lazım.

1. "The National Anthem"


İngitere Prime Minister'ı sıcak yatağında uyumaktayken telefon çalar çok önemli bir durum olduğu ve acilen ele alması geretiği söylenir ona, İngiltere prensesi kaçırılmıştır ve kaçıran adamın özellikle PM'dan oldukça tuhaf bir isteği vardır.
Bölüm twitter çağını harika bir şekilde özetmekte, fakat sadece adamların bu bölüm için yazdığı seneryo bile BBC'nin ne kadar özgür olduğunu göstermeye yeterli. İddia ediyorum bizim ülkede bunun benzeri bir şeyi çekmeye kalkılırsa kelleler uçar. Tayyip bizzat cellat olabilir.


2. "15 Million Merits"


Çalışanlar ve tembeller. Tüketim toplumu ve isyan etmenin bile tüketilecek bir malzeme haline gelmesi. Çok güzel bir bilim-kurgu filmi çıksa koşakoşa izlersin belki. Çirkin ve gerçekçi bir distopya'yı anlatıyor bu bölüm. Yetenek yarışmaları ve pop starlar çevresinde.


3. "The Entire History of You"


Çoğunlukla insanlara daha önce sana sundukları güzel anılar için katlanıyorsun. Uzun ilişkilerde bile o beraber en mutlu olduğunuz geceyi düşünüp birbirinize sahip çıkıyorsunuz belki. O anıları kaydetmek ve yeniden yaşamak fikri üzerine kurulmuş seneryo. Ya sevgilinin eski sevgilisi o anıyı kafasında oynatıp sevişiyorsa şu andaki sevgilinle. 
Bu bölüme benzer bir çok bilim-kurgu örneği daha vardır ama bir tane daha fazlasını izlemek mutlu etti beni.

"Film barda içtiğin arkadaşınsa, dizi mahallede çekirdek çitlediğin oğlandır."
ben dedim.

8 Mart 2012 Perşembe

Boards of Canada

Filmlerde, kitaplarda hep bi Scotsman, Irish, Welsh gördüğümüz zaman seviniyoruz. Aksan temalı sempatikliğimiz hiç bitmiyor bu UK bölgelerine. 

Boards of Canada da İskoçya Edinburgh (Edinburu yanlış olmasın.) kütüklü iki abimizin kurduğu bir grup. Herhangi bir elektro grubundan farklı olarak bu iki arkadaş kullandıkları 1970'lere özgü analog sample'larını baz alıyorlar parçalarında. Böylelikle sıcak, eskilere yönelik, kişiye biraz (geceleri bayağı bayağı) nostaljiyi hissettiren bir müziğe maruz kalıyoruz kendilerini dinlerken.

Grubun ismi temel olarak şuna dayanıyor; Boards of Canada (BoC) kullandıkları sample'lar, genellikle 1970'ler televizyon şovları ve sinema filmlerinden aldıkları ses parçalarından oluşuyor. Halen aktif olan film yapımcısı ve yayımcısı olan National Film Board of Canada'nın eski belgesel ve kliplerinden aldıkları görüntüler ve sesler parçalarından bir hayli kullanılıyor. BoC'nin sahip olduğu saykedelinin nedenini aramak için çok uzağa gitmemek lazım, zira National Film Board of Canada'nın eski kısa filmleri ciddi derecede korkunç. Youtube'dan kanallarına göz atılması lazım NFBoC'nin.

Başka ilginç bir olay da grubun çoğu parçasında (her parçasında diyen de var.) bir sübliminal mesaj olması efsanesi. Denilene göre BoC, dinleyiciye arkaplanda işlemekte olan bir algoritma ile değişik mesajlar veriyormuş. Görsel olarak kliplerinde de aynı yorumu yapanlar var, bu yüzden klip yaratımında da ince olaylar varmış. Laf tabi bunların hepsi, aslı yok. 

Grubun şu ana kadar bir elin parmaklarını geçecek kadar albümü ve çok sayıda parçası var. Kişisel olarak 'Trans Canada Highway' adlı albümleri dinlemekten en çok zevk aldığım albüm. 

'Sene olmuş 2012, daha Boards of Canada'yı ne tanıtıyorsun lan?' diye düşünülmesin. Amaç bilmeyenler bu zevkten mahrum kalmasın, bilenlerin de aklına BoC tekrar gelsin, sevdikleri bir parçayı açıp dinlesinler, kendilerine gelsinler. Hafif, sıcak, nostaljik, tek başına dinlemelik bir elektro müzik için BoC geceleri en güzel tercih. 

İskoçya dağları, bize BoC'yi verdiğin için teşekkürler. 

Boards of Canada - Dayvan Cowboy


4 Mart 2012 Pazar

Love - !f Ankara Film Festivali'nden

İtalya'da fragmanını ilk defa görüp uzun zamandır merak ettiğim ve hiçbir yerde bulamadığım film Love'ı sonunda !f Ankara Film Festivali'nde yakalayabildik. 

William Eubank'ın kendi yazıp yönettiği ve soundtrack'ini Angel & Airwaves adlı alternatif rock grubuna yaptırdığı bir bilimkurgu filmi. Atina Uluslararası Film Festivalinden en iyi yönetmen ödülüyle dönen Love o günden beridir o festival senin, bu festival benim gezmekte. 

2039 yılında dünya tam yirmi yıl aradan sonra ilk defa uzaya çıkmıştır. Uluslararası Uzay İstasyonu'na tek başına gönderilen Captain Lee Miller, 6 aylık görevini yerine getirmeye çalışırken, Houston'dan görevin iptal olduğu ve kendisinin tekrar dünyaya geri dönemeyeceği mesajı ile karşılaşır. Elindeki kaynakları idare kullanmaya çalışırken protagonistimiz istasyonda 1860 yılından kalma bir günlük bulur. Ardından olaylar gelişir.

2010 yılıydı yanlış hatırlamıyorsam, ilk çıktığı fragmanıyla ciddi şekilde etkilemişti beni Love. Tipik bir bilimkurgu olmadığı, daha derinlere inmeye çalıştığı hissiyatını veriyordu. Film de aslında biraz böyle, ama kanımca biraz boyunun erişemediği yerlere ulaşmaya çalışmış. 

Öncelikle filmin çok başarılı bir görüntü yönetmenliği var, istasyon, iç savaş ve son sahneleri (spoiler vermek istemiyorum.) harkulade. Zaten ağır ve durgun olan film görüntü yönetmenliği ile sıkıcı olmaktan çıkmış aslında. (Dün biz Deniz ile sinemadan sonra ona karar verdik.) Beyaz ağırlıklı, temiz, hafif temalarıyla yaratılan atmosferin temeli 2001 ve Solaris'in melezi gibi. Sam Rockwell'in Moon havasını da hafiften koklamadım değil. 

Görüntüden öte filmin başka bir önemli kısmı müziklerine gelirsek durum benim için aynen şöyle; Angel & Airwaves grubunu aslında sevmem.  Bana hitap etmiyor yani; ama buna rağmen grup film için güzel bir performans çıkarmış. Yaptıkları ambiyans müziğini uzay, boşluk, yalnızlık olgularıyla iyi bağlamışlar diye düşünüyorum. Bu yüzden ses ve müziklerde hiçbir sorunum yoktu. 

Film hikaye ve kurguda aşırı bocalıyor ama; stabil bir şekilde ilerleyen film bir süre sonra sanki bir rokete biniyor ve bir anda uzaya uçuveriyor. İzleyicinin beyninin aktığını çevreden gelen derin nefes almalar ve uflamalardan anlamak hiç de zor olmadı. Tamam işlenilen konu çok ağır ve derin; 2 saate zaten sığdıramışsınız olayı orası da ayrı, ama bir de işleyiş çığrından çıkınca iyice kafalar patladı. 'Ne izliyorum ya ben şu anda?' dediğim bir sahne oldu hatta sonlara doğru. Tamam bir senarist değilim, o işlerden zerre anlamam ama anlatılmak istenen şeyin tam olarak izleyiciye verilebildiğinden emin değilim. Üzerine düşünülecek çok şey var, ama 'Kosmos-İnsan evrende çok küçük-İnsanın içi ise evrenden çok büyük' temasından başka bir yere varılabileceğini sanmıyorum.

Güzel görsellik, sevdiğimiz ve takip ettiğimiz blog Cukurcuma Times'ın da dediği gibi (Cukurcuma) steril bir bilimkurgu isteniyorsa Love uygun bir film; fakat filmle beraber sizin de çok bocalayacağınıza eminim.

Filmin fragmanı;




Kişisel Not: Sevdiğim Bilimkurgu oyunu olan Dead Space'in baş karakteri olan Isaac Clarke'a ses veren başroldeki abimiz Gunner Wright'ı izlerken sürekli aklıma oyun geldi.

2 Mart 2012 Cuma

La Leggenda di Kaspar Hauser

Aslında bu aralar Pagan'a hiç yazmak içimden gelmiyor. Kendi bloguma olabildiğince ağırlık verdim bir süredir. En son Tilda Swinton'un 'We need to talk about Kevin'ı ya da Joesph Gordon Levitt'in 'Brick'i hakkında yazmak aklımdan geçiyordu ama erteledim. Şimdi elimde güzel malzemeler var çünkü !f Ankara Film Festivali dün itibari ile başladı. E.D.'nin tavsiyesi üzerine ilk günüme değişik postapocalyptic duygusal film Bellflower'ı koymuştum fakat hastalığım filmi görmeme izin vermedi. DVD'sine kaldık artık. İkinci günümde inat edip yataktan kalktım ve bu sefer gidip programıma koyduğum bütün filmlerin biletlerini aldım. İlk adım Kaspar Hauser Efsanesi idi. 

Kaspar Hauser aslında gerçekten yaşamış bir kişi. Hikayesini kabul etmeyen birçok kişi de varmış okuduğum kadarıyla. 1828 yılında bir anda Almanya Nuremberg'te ortaya çıkan Kaspar, onu bulan kişilere sadece 'Babam gibi bir şovalye olmak istiyorum!' ve 'At!' kelimelerini sayıklıyormuş. İlk önceleri ormanda yaşadığı düşünülen Kaspar, kısıtlı kelime dağarcığı ile bütün hayatı boyunca karanlık bir odada yetiştiğini söylemiş. Ünlü bir şovalye olan babası gibi olmak istediğini sürekli söyleyen arkadaş, ona inananlar ve inanmayanlar olarak şehri ikiye ayırmış. Düzeni ve huzuru bozduğu iddialarıyla sürekli tehdit edilen Kaspar, 1833 yılında şüpheli bir biçimde ölmüş.

La Leggenda di Kaspar Hauser aslında bu hikayenin direkt bir yansıması. Nuremberg yerine İtalya'da Sardegna adası, Kaspar yerine de yine Kaspar Hauser isminde denizden gelen, adidas elbiseler giyen, ucu bir yere takılı olmayan kocaman Sony kulaklıklar takan, göğsünde kocaman KASPAR HAUSER yazan sarışın bir kadın var. Adaya döneceği inanılan ve efsane olan Kaspar sonunda adaya gerçekten gelir ve   adanın şerifi tarafından sahilde bulunur. Kaspar'a inancı sonsuz olan Şerif, onu eğitmeye başlar. Adadaki diğer karakterler olan Düşes, fahişe, öcü, katırcı, hizmektar ve pederin teker teker Kaspar ile karşılaşmasını ve karakterlerin inandıkları olguların analizlerini Kaspar üzerinden görmekteyiz film boyunca. 

İnsan merakının, usdışı ile birleşmesinden Absürdlük oluşur der Albert Camus Sisifos Söyleni'nde. Düşünülmemiş şeyleri akla getirmekle ve bağdaştırmakla anlamsızlığı ve uyumsuzluğu yaratan insanoğlu, yine bu olguya oldukça yabancılaşır. Absürdlük zamansızdır kendisi aynı zamanda. Buna kesinlikle katılıyorum. İşte Kaspar Hauser Efsanesi de bu cümlelere katılır cinsten. Müthiş derecede eğlenceli bir absürdlüğe sahip film, her tarafıyla düşünülmesi ve keşfedilmesi için kucak açıyor izleyiciye. Elbette bu uyumsuzluk herkese göre değil, zira ben ilk otuz dakikada beş kişi saydım sinema salonunu terkeden. Sevenler için ise tam bir mücevher film, çok eğlendim ben izlerken.

Çok konu hakkında bilgi verip konuşmak isterdim ama durumun bütün zevki kaçabilir. O yüzden gidin görün demekten başka bir çarem yok. Vitalic'in muhteşem elektro müzikleri de filmin bonusu. Post modern western örneği görmek istiyorsanız, bence güzel bir şans. 

Kişisel not: Uzun zamandan sonra el hareketiyle beraber Che cazzo vuoi!? lafını duydum ya, 'Evet lan işte budur.' dedim.

Kişisel not 2: Filmin ortasında altyazının bozulması, stres yapan laptop başındaki arkadaş, laptop'a koşan başka bir arkadaş ve 3.5 dakikalık altyazının gitmesiyle bu iki arkadaşa dönen kafaları da gördüm ya, bir daha 'Evet lan işte !f Ankara budur.' dedim.

Filmin Fragmanı;


Kaspar Hauser hakkında bilgi;

http://en.wikipedia.org/wiki/Kaspar_Hauser