26 Kasım 2012 Pazartesi

Çizgilerle İstanbul


Farklı bir şehir İstanbul. Anlatmaya dilin yetmeyeceği, her tada, her zevke, herkese hitap eden... Dünya çapında en önemli, en eski ve daha pek çok en'in sahibi. Herhalde Türk müziğinin, yöresel türküleri hariç tutarsak geriye kalan şarkıların esaslı bir çoğunluğuna dahil olmuş, hatta pek çok şarkının direk konusu, hatta hatta bazen de direk şarkının ismi. Sinema desen Türk filmlerinin belki de yarısından fazlası İstanbul'da geçer, bunların da çok büyük bir kısmında İstanbul resmen bir başrol oyuncusudur; dizilere hiç girmemekte fayda var. Konumuz çizgiromanlar olunca da çok bir şey değişmiyor; İstanbul, Türk çizgiroman kültürünün de yine başat aktörlerinden bir tanesi.

Türkiye'de çizgiroman, çoğunlukla mizah dergilerinin öncülüğünde gelişmiş, çeşitlenmiş, yayılmış. Kötü Kedi Şerafettin, Otisabi, Rıdvan, Genco, İhtiyatsız Adam, Cabbar Baba ve benzeri seriler hep haftalık ya da aylık mizah dergilerinde yayınlanmışlar. Tabii Türkiye'de mizah dergilerinin ofisleri çoğunlukla İstanbul'da olduğundan, çizerler İstanbul'da yaşadıklarından ve fon olarak da çoğunlukla yaşadıkları çevreyi kullandıklarından hikayeler hep İstanbul'da geçiyor. Otisabi'yle İstanbul'un gece yaşamının yoğun olduğu mekanlarda dolanırken Genco (şimdilerde ise Ortam) ile şehirde dört döneriz, her bir köşeyi ince ayrıntıları eşliğinde resmen çizgilerle yaşarız. Şerafettin ise Cihangir'in altını üstüne getirir, çatılardan ara sokaklara Cihangirli oluruz Şero'yu okurken. Uykusuz dergisinin son nesil hikayesi "Metin Annesini Arıyor" ise bu aralar Metin eşliğinde Kadıköy civarlarında dolanıyor; nerelere gideceğini zaman gösterecek tabii. Hedefimiz Türk çizgiromanlarıyla ilgili konuşmak olmadığından dolayı bazı çok önemli serilere, hikayelere, karakterlere, onları es geçerekten biraz haksızlık edeceğiz (gönül isterdi ki Abdülcanbaz'dan, Karabasan'dan, Avni'den hatta hatta Çılgın Bediş'ten, Sıdıka'dan, Utanmaz Adam'dan ve çok daha fazlasından da bahsedeydik).

Bu yazının konusu ise yakın zamanda çıkmış, hedefi tam olarak hikaye anlatmak değil, İstanbul'da geçen hikayeler anlatmak olan 2 tane çizgiroman: "Çiztanbul" ve "İstanbul Zombi 2066".

"Çiztanbul" bir studio Rodeo projesi. Studio Rodeo'yu dikkatli bir çizgiroman okuyucusu değilseniz gözden kaçırmış olabilirsiniz. Yanlış hatırlamıyorsam 2004 civarında "Rodeo Strip" isimli bir çizgiroman dergisi çıkartarak yayın hayatına başladı Rodeo. Yıllar içinde çeşitli özgün ve başarılı yayınlar yaptılar (Zombistan ve Ayılı Adam gibi). Yurt dışında çeşitli festivallerde Türkiye'yi temsil ettiler. Yurt dışındaki çeşitli çizgiromancılarla kurdukları bağlantılar sonucunda Nisan 2012 yılında "Çiztanbul" albümünü yayınladılar. "Çiztanbul" , 8 farklı yabancı sanatçının yazıp çizdiği, İstanbul'da geçen 8 farklı hikayeyi anlatıyor. Rodeo'nun misafiri olarak İstanbul'a gelmiş, gezmiş, çeşitli ön çalışmalarda bulunmuş bu 8 sanatçının her biri evlerine döndükten sonra kendi hikayesi üzerinde çalışmış ve İstanbul'u ayrıntılarıyla yansıtan hikayeler çizmişler. Rodeo'nun editörü Murat Mıhçıoğlu'nun tanımıyla: "Projemizin temel prensibi, İstanbul'u çizgi roman yaratıcıları ile buluşturmaktı. Dolaysız, saf ve taze esinlerden yola çıkmayı, sahici ve kalıcı bir çalışmanın ön koşulu olarak kabul ettik."

İlk hikaye Amerikalı bir çizgiromancı olan Charles Vess'in gözünden. Şehir gezisi esnasında, Sultanahmet Meydanı'nında gördüğü, Nasreddin hoca kostümlü bir amcadan çok etkilenen Vess, bu karakteri kullanarak hemen hemen sözsüz, tarihin içinde akıp giden, şiirsel bir İstanbul tasviri çizmiş. Ardından Belçikalı Danny Henrotin, biraz biyografik, biraz kurgusal bir tatta, İstanbul'u gezmeye gelen bir çizgiromancının, gezisi sırasında yaşadığı bir aşk hikayesini anlatmış. Gazetecilikten gelme Sırp bir sanatçı olan Aleksandar Zograf, daha çok belgesel bir tarzda kendi gezisini, kendi gözünden İstanbul'u çizmiş. Studio Rodeo'nun başka çizgiromanlarında da karşılaştığımız İtalyan Roberto Diso, Belçikalı meslektaşınınkine çok benzeyen, yakın tarzda bir hikaye ile resmetmiş İstanbul'u. Tabii biraz daha farklı bir çizgi ve farklı yönden gizemli bir hikaye eşliğinde. Peşinden İspanyol Alberto Jimenez Alberquerque, hayran kaldığı Kız Kulesi merkezinde gelişen bir hikaye yazmış. Makedon Aleksandar Sotirovski, tarihi ve polisiye bir hikaye için fon olarak kullanmış İstanbul'u. Son 2 hikaye ise 2 konuda ortak noktalar içeriyorlar: Her ikisi de Saraybosnalı sanatçılar tarafından çizilmiş ve her iki hikaye de gelecekte geçen, bilimkurgu hikayeleri. Enis Cisic, cyberpunk bir İstanbul'da, çok da yabancısı olmadığımız bir hikayeyi başarılı bir tarzda anlatmış. Esmir Prlja ve Amra Hejub ise teknolojik bakımdan bugünden çok uzak olmayan bir gelecekte konumlandırmışlar hikayelerini. Teknolojik olarak uçan arabalar yeni keşfedilmiş ve yeni yeni kullanılmaya başlanmış. Hikaye bilimkurgusal öğeler içerse de karakterler çok da yabancı değiller, sanatçının tabiriyle "değişse de aynı kalmış bir İstanbul".

Studio Rodeo ve yayınlarıyla ve Çiztanbul projesi ile ilgili daha fazla bilgiye, başlıklara tıklayarak ulaşabilirsiniz.

İkinci çizgiromanımız "İstanbul Zombi 2066" ise bir İspanya-Türkiye ortak yapımı. Çizgiroman İspanyol bir çizgiromancı olan Mery Cuesta nın bir çalışması. Türk çizerlerden Cem Dinlenmiş, Ceren Oykut, Göksu Gül, Emir Yardımcı ve Tan Cemal Genç, çeşitli sayfalarda katkılar sağlamışlar çizgiromana. Cem Dinlenmiş'in Penguen'deki "Her Şey Olur" köşesinden alışık olduğumuz tarzıyla bir giriş yapıyor çizgiroman. Bize yaklaşık olarak 2020'lerden (Rambo 10'un gösterime girmesi" başlayarak 2065'e (uçan kaykay) kadar dünyada neler olduğunu, Dünya haritası üzerinden anlatıyor. Distopik bilimkurgulardan tanıdığımız öğelerle 2066 yılını anlatıyor bize: Deri altına easymate isimli cihazı yerleştirmemek yasadışıdır, yasaktır. Easymate bir çeşit modern zaman akıllı telefonu gibi. İletişim, sinyaller, istatistikler, etkinlikler, politika, ekonomi artık easymate sayesinde, easymate üzerinden yürütülüyor. Mesela ufak eklentiler ve hop, çizerler easymate ile çiziyorlar. Tabii hal böyle olunca kağıt kullanmak artık yasa dışı, Burak'ın dediği gibi "... eğer biri bizi elimizde kağıtla görürse sonuçları çok ağır olur!". 2066 yılında İstanbul - 2066 Kültür Başkenti Fuarı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Cumhuriyeti'nde düzenlenir. Tabii bir sürü heyecan ve olayı da yanında getirir: Hamsiler isimli, var olduğu şüpheli, easymate karşıtı yasadışı örgüt, historyteller isimli yeni nesil gazeteciler, etkinliği düzenleyen Kültür Eliti ve çok kilit, tanıdık bazı sözler sayesinde mezarından kaldırılan zombi Zeki Müren ve zombi hayranları ordusu!

Bir bakıma 3 bölümden oluşuyor çizgiroman. İlk bölüm geleceğin tanıtımını yaparak hikayeye bir giriş yapıyor. Ardından Türkiye çizgiroman-çizerlik tarihini anlatan bir bölüm ile hikayeye ara veriyoruz. İlk osmanlı dönemi mizah dergiciliğinden başlayarak Diyojen, Markopaşa, Akbaba, Gırgır, Limon, Deli, Leman, Penguen ve Uykusuz ile devam eden mizah dergiciliği tarihi, Orhan Koloğlu'nun "Türkiye Karikatür Tarihi" isimli kitabı kaynak gösterilerek anlatılıyor. Ardından çok hızlı bir gelişim süreci ile olaylar karışır. Hikayenin tam olarak bir sonuç bölümü var mı, yoksa gelişim süreci ile hikaye sonlanmış mı, orası okuyana kalmış bir durum. Pek çok açıdan çok değerli bir çizgiroman "İstanbul Zombi 2066". Hem yabancı-türk ortak yapımı olması, farklı çizerlerin kendi üsluplarıyla, kendi yorumlarıyla bir arada çalışıp ortak bir ürün çıkarmaları, hem özgün, uçarı, fantastik öyküsü... Yazık ki kendisini kitapevlerinde bulmak mümkün değil. Türkiye çağında dağıtıma girmemiş bir cilt kendisi; Türkiye'de sadece İstanbul'da 2 kitapevinde bulunabiliniyor: Gon ve Robinson Crusoe.


18 Kasım 2012 Pazar

Dağ - 2012



Karışık bir dönemde yaşıyoruz. Politikanın, yaşam görüşünün, inançların birbirine karıştığı allak bullak bir zamandayız. Belki bu hep böyle oldu, benim yaşım gereği sadece bu dönem böyle oldu sanıyorum; ama garip bir  dönemden, değişimlerin ivme kazandığı bir evreden geçtiğimiz kesin.

Savaşçı bir millet olduğumuzdan, aslında benim bu savaşçı toplumdan daha çok beklediğim; ama nedense olmayan 'motivational' milliyetçi filmler son birkaç senedir artmaya başladı. Gerek Birinci Dünya Savaşı sekansları olsun, gerek Güneydoğu Anadolu sorunu olsun, son olarak Osmanlı muhabbetleri olsun beyazperdeye aktarılıyor. Bu tür filmlerin aslında iki yüzü de gösterilirken, ortamdaki gerginlikten ötürü bir tarafın baskınlığını görüyoruz.

Elimde gala biletleri olan Dağ filmi, aynı gün Büyük Ev Abluka'da konseri olduğundan kaçtı; fakat ertesi gün gece 24 seansında koltuklardaki yerlerimizi aldık ve filmi bir çırpıda izledik.

Dağ, dört askerin engebeli bir arazide küçük bir kontrol noktasında, teröristler tarafından ablukaya alınmasıyla, beklenilenden çok öte bir şekilde harkulade heyecanlı başlıyor. Bir uzun dönem, bir kısa dönem er ile beraber iki komutandan oluşan tim, gergin bir ortamda durum değerlendirmesi ve plan yaparken karşılıyor bizi. Daha sonra oradan çıkmalarıyla, müfreze ile temas kurmaya çalışıyorlar. Konu az ve öz.

Dağ filmi akla ilk olarak bir 'Nefes alternatifi' olarak göze çarpıyor. Öyle de lanse edildi aslında; ama arada ciddi farklar var. İlk olarak Nefes kişi bazlı bilinçakışını ön planda tutarken takım ve ordu kavramlarını izleyiciye boğuk ve etkileyici bir şekilde iletirken, Dağ ilk sahnesinden başlayan ve haykırılan sloganlarını son sahnesine kadar devam ettiriyor. 'Bir ölür, bin doğarız!' sloganını gözümüze sokmak için uğraşan yapım, bir süre sonra yeter lan dedirtiyor. 



Dağ, kısa dönem ve uzun dönem askerlerin aralarında yaşadıkları farklılıkları ve tartışmaları aktarmaya çalışırken, arkada çatışma sahneleri olan bir film gibi. Güzel bir intronun üzerine, yerinde flashbackler ve empatiye uygun sahnelerle beraber, 'cheesy' gereksiz sahneler ve aksiyondaki saçmalıklar izleyiciyi filmden düşüren etmenler. Filme askerliğini yapmış sevgili Baran ile gittim, ilk yaptığı yorumlar 'palaska' muhabbetinin çok doğru olduğu fakat telsizdeki komutanın hiçbir şekilde bir erle öyle muhabbet etmeyeceğiydi. 

Film aynı şekilde arada bir savaşın anlamsızlığını ve iki tarafın açısından bakmamız gerektiğini bizlere belirtiyor. Bu kadar milliyetçi bir filmde buna gerek var diyor, filme keşke yerini bilseydin diyorum.

Oyunculuk bir savaş filmi için ortalama olmasına rağmen, güzel (ama haddinden yüksek desibelde) müzikler ve setler filmi bir nebze kurtarıyor. Çağlar Ertuğrul'u açıkçası tanımıyorum; ama Ufuk Bayraktar çok uzun zamandır çok beğendiğim bir oyuncu, yine beni çok mutlu etti bu filmde de. 

Film özet olarak, katılmadığım halde bazı sınırları çizmeye çalışan bir film. İnce bir dönemden geçerken böyle filmlere ne kadar ihtiyaç var bilmiyorum; ama film olarak hiç sıkılmadığımı, güzel bir aksiyon ve psiko-dram filmi olduğunu söyleyebilirim. Yine toplumda bazı kişilerin çok destekleyeceği, bazı kesimin ise şiddetle karşı çıkacağı bir yapım Dağ, gitmeye değer mi siz karar verin. 



10 Kasım 2012 Cumartesi

Görsel ve Akustik Köşe - Sonbahar 2012

Sonbahar bitti, Ankara'nın kışı geldi. Ağırdan alan soğuk, yine çok sert geçecekmiş gibi bir hissiyat yaratıyor.
Sonbahar'ı özet geçen, her birini ayrı ayrı yazmaya uzun zamandır üşendiğim konuları bir çatı altında toplamaya karar verdim. İşte sorular;


Sen Kimsin? - Çiğdem Anad


Sevgili Erdem'in tavsiyesi üzerine, bir kendime bir de ona aldığım 'Sen Kimsin?', Çiğdem Anad'ın aslında bu zamana kadar yaşadığı ve gözlemlediği ilişkiler, istekler, baskılamalar ve sınırlamaların birer analizi. Hepimizin istediği bir hayat var önümüzde, belki daha gerçekleştiremedik, belki de ufaktan kurmaya başlıyoruz. İstedikleri hayatı yaşayamayanların günün birinde 'Ben kimim? Bu hayatı mı istedim?' gibi sorular ile bir arınma, bir kabuğundan çıkma mücadelesi hikayesi. 

Bir çırpıda, çok etkilenerek okudum Sen Kimsin?'i. Çiğdem Anad'ı zaten medyadan oldukça beğeniyordum, kitap ile saygım daha da güçlendi. Sınırlarla nasıl yaşadığımızın bir kısa öyküsü tavsiye edilir.


Hayvan Çiftliği Tiyatro Oyunu - Erdal Beşikçioğlu



Kitap hakkında daha önceden şurada bahsetmiştik. George Orwell'in, hafif ve derin öyküsü Hayvan Çiftliği'ni çoğumuz biliyoruz. Özgürlüğün ve eşitliğin baskılandığı bir ortamda güç değişiminin yaşattığı zafer sarhoşluğunun insan bilincindeki bu serüveni sevgili Erdal Beşikçioğlu ve ekibi bambaşka bir yönden, nezih ve eğlenceli bir biçimde izleyiciye iletmeye çalışmışlar. Bence başarılı da olmuşlar. Güzel sahne kullanımı, yerinde kostüm seçimleri ile tatlı oyunculuk birleşince, üzerine de güzel uyarlanmış kurgu ile Cermodern'de bu oyuna gitmek farz oluyor. 


Allelujah! Don't Bend! Ascend! - Godspeed you Black Emperor



Post-rock güzel bir akım. Yıllardır gelen takipte illa ki oluşan favoriler ve beğeniler var. Herkesin ister istemez aklında bir konu hakkında en iyiler sekmesi oluşuyor. Benim post-rock aleminde kral ilan ettiğim bir isim var; 'Godspeed you Black Emperor'. Daha önceleri çeşmeye daha detaylı bir yazı yazmayı uygun görmüştüm Godspeed için ama kısmet burayaymış. Yazma nedemiz Kralın bir dönüşünün olması. Godspeed 'Allelujah! Don't Bend! Ascend!' adlı 55 dakikalık ve 4 parçadan oluşan bir albümle tekrar aramıza döndüler. İyinin ve kötünün, karanlığın ve ışığın, varlığın ve yokluğun ses ile anlam kazandığı bu albümü şahsen çok beğendim. Mladic parçası, ağır post-rock seviyesine girmek isteyen insanlar için güzel bir kapı olabilir.

Profesyonel - Tiyatro Oyunu


Tiyatro sezonunun tekrar başlamasıyla bu sene ilk izlediğim oyun Profesyonel oldu. Ünlü yazar Duşan Kovaçeviç'in Yugoslavya'daki büyük dönüşümün bıraktığı acı ve tatlı izleri, değişik bir tarz ile tiyatro severlere aktarıyor. Bülent Emin Yarar ve Yetkin Dikinciler'in başrollerini çektiği oyun, 2 saate yakın tek perdesiyle biraz yorsa da, eğlendirmesini başarıyor. Değişik bir üslup ve ilginç hikayesiyle, doğu bloğu yaşamın getirdiği buhranı, geçmişi değiştirmek terimi üzerinden farklı bir şekilde iletiyor. 

Paranormal Activity 4 - 2012


Böyle aktiviteniz batsın dedirten serinin yeni filmine neden bilmiyorum; ama birazcık belki korkarız umuduyla koşarak gittik. İşlerin yine aynı şekilde işlediği, ilk ve ikinci filmden tam beş sene sonrasında, bambaşka bir uzamda, değişik bir ailede geçen hikaye bu sefer neyse ki konu bakımından birazcık açığa kavuşuyor. Kezban protagonist kızımız ve Bieber nesli erkek arkadaşının başından geçen öyküler öylesine aptalca, öylesine sıkıcı ki, ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz. Umarım bu son olur diyorum.

La Mar - La Mar - 2012


Sevgili E.D.'nin tavsiye ettiği, Venezüella kütüklü La Mar, post-rock dünyasında uzun zamandır muhtaç olduğum tat. Post-metal ve rock sınırlarında gezen albüm La Mar, yine klasik tarzdan sapmıyor ve inceden başlayan, sonradan patlayan akıma dahil oluyor. Sert girişleri ve güzel rifleri ile arada bir aykırılık gösterse de, irmik helvası gibi müziğe can kurban diyor, postrock'çıları La Mar'a davet ediyorum.

Ses ve Işık - CSO - Ekim 2012


Sevgili Del Mundo ekibiyle beraber gittiğimiz Ses ve Işık, yönetmenliğini ve şefliğini Cemi'i Can Deliorman'ın yaptığı alışılmışın dışında bir proje. Koro, elektronik müzik, görsel tasarım ve mimari başta olmak üzere birçok farklı disiplini bir araya getiren ekip, konuklara bir saatte inanılmaz bir deneyim yaşatıyor. Müziğin desteklediği çok sesli koronun üzerindeki boyutlu cisme yansıtılan lazer ile daha da boyut kazanan nesne aklımı başımdan aldı. Harika bir deneyim, herkesin görmesi gerekir.

Panpa - Sanat Fikir Aksiyon - Sayı 1


İnci Sözlüğe çok yakın değilim ve takip etmiyorum. Kardeşimin aldığı aylık dergi ise başka birşey. Sanat Fikir Aksiyon mottosuyla yola çıkmış dergi, aksiyon kısmını çok beceremese de, fanzin edasıyla okuyucuya birşeyler vermeye çalışıyor. Daha çok popüler kültür üzerine yoğunlaşan dergi, ilişki, sinema, müzik, çizim gibi konular üzerinde çene çalıyor. Dergi bence ilgi çekici. Sadece 8 TL ne lan, hiç mi bizi düşünmüyorsunuz?

Blockhead - Interludes After Midnight - 2012


Blockhead bir enstümental hiphop ve elektronik müzik yapımcısı. Ben de yakın zamanda 'This Music Scene' albümü ile kendisiyle tanıştım. Alışılmışın dışında, elektro ile lounge'ın sınırlarında gezen müzik yapısı ile, tam bir ortam müziği haline geliyor Blockhead. Bu yılın baharında çıkan son albümü Interludes After Midnight ise öncekilerinin peşinden giderek yine aynı tipte müzik ile güzel bir dinleti sunuyor. Hafif tarzıyla lounge partilerin arkaplanını güzel süsleyecek bir albüm. 

4 Kasım 2012 Pazar

Skyfall - 2012


50 yıllık Bond efsanesinin 24. film adımında tekrar nefesler tutuldu, patlamış mısırlar kucaklardaki yerlerini aldı. Zamanın güncesinin nabzını süreki tutan seri, bu sefer kendini değiştirmiş bir şekilde, derli toplu, temiz bir  soğukkanlılıkla, günümüzdeki düşman tanımsızlığı ve güven korkusu temalarını izleyiciye iki buçuk saatte mükemmel bir anlatım ve aksiyon ile sunuyor. 

Daniel Craig'in Bond tiplemesinde bu sefer konu gayet az ve öz. MI6 bir yandan her zamanki gibi huysuzlaşan bürokrasi ile uğraşırken, bilinmeyen bir örgüt tarafından açık bir mesajla saldırıya uğrar. Saldırı o kadar ustaca olur ki, örgüt kendini belli bile etmez. Tehlike çemberinin an ve an daralmasıyla iş yine, M direktörlüğünde, usta alan ajanı James Bond'a kalır.

Çok klas bir yapım Skyfall. Kalitesini işleye işleye, gittikçe yükselten yapımlardan. Belirli bir temanın peşinde, sağına soluna bakmadan, yerli yerindeki 'foreshadowing'leri ile kovalayan, adeta Bond gibi bir görev adamı Skyfall. Eski bond filmlerindeki gibi yüksek dozlu aksiyon, 'funky' araç gereçler, uçan yolcu koltuğu, patlayan kalemler, uydudan çıkan ışınlar yok. Skyfall bunlara oyuncak gözüyle bakan, gerçekçiliği steril ortamlarda doyuma ulaştırmış; fakat klaslığından da ödün vermeden adeta idealar evrenindeki  kadar duru bir görüntüyle işleyen bir film. 



Yeni Dünya Düzeni, 'Espionage' ve 'Rogue Agent' anahtar kelimeler. CCTV'lerin, uyduların sürekli kontrol ettiği, retroluğun sadece moda olduğu, yeni nesil teknolojinin acımazca yüzümüze vurduğu bir uzamda Bond'un eski nesil alan ajanı olarak yaşadığı zamanla olan savaşı apaçık. Film eski ve yeninin işleyişini aslında çok iyi yapıyor. İstanbul gibi bir mekanda başlayan kovalamaca sahnesiyle, Bond klaslığını kapalıçarşı ile buluşturuyor. Medeniyetlerin buluşmasını, bu sefer Çin'e Şangay'a giderek, aşırı güzel bir mavi-siyah siperpunk'ı ile taçlandırıyor. Çin'in yeni yüzünün ardından, geçilen Macau şehriyle geleneksel yüzünü de göstererek, filmin sürekli bir devinimde olduğunu belirtiliyor. 

Yeni ve eski ikilemi sadece çevreye değil, Bond'a da hakim. Görevine kısa bir süre ara veren ajan, yeni tehlikeyle tekrar göreve başlamasıyla 'I'm too old for this sh*t' yergileri sırasıyla başlıyor. Distopya ile bezenmiş, mavi beyaz ve kırmızı ile çevrili İngiltere imparatorluğuna zerre kadar şüphe duymadan inanan Bond kendisinin artık yetersiz olduğunu, çevresel faktörler ve karakterler üzerinden düşünürken, içsel bilinç akışını arada bir dışarı vuruyor. Yeni oyuncak üreticisi Quartermaster ile yaşadığı gençlik-yaşlılık çatışması bunun net bir örneğiyken, M ile sürekli olarak yaşadığı emeklilik mesajlı diyalogları destekler nitelikte örneklerden. 


Casino Royale ile geri dönüşün zafer mahmurluğunu güzel bir biçimde Quantum of Solace hüsranı ile yaşamışken, bu sefer ekip aklını başına devşirip kendine gelmiş. Film o kadar klas ki, önceden belirttiğim gibi adeta idealar evrenindeki bir Bond hikayesi izliyormuşuz gibi bir his yaratıyor. Pis bir şeyin sahnede adeta yerinin olmadığı, her şeyin en güzelinin, en temizinin, en sterilinin yer aldığı bir arenadayız bu sefer. Bond filminde toplam akan kan miktarının yaklaşık 200 mL gibi cüzzi bir miktarda olması bunun en net delili olabilir. 

Oyunculuk çok yerinde. Esaslı bir Bond kızının olmaması elbette beni de üzdü; fakat Daniel Craig'in robotik bir İngiltere ajanı portresi ile Judi Dench'in o tatlı mı tatlı karakterinin çevresinde kurulan İmparatorluk betonu gibi sert disiplinin getirdiği amir imajı hala kalitesini korurken; ekibe yeni katılan Ralph Fiennes ve Ben Whishaw ve Javier Bardem gibi aktörler filmi çok daha iyi bir noktaya getiriyorlar. Javier Bardem - Silva, bence abartıldığı kadar yok; ama itiraf ediyorum, son Şapel sahnesindeki performansından ben de çok etkilendim. Duyduğu nefreti, yılların öfkesini bir anda harcamak istemeyen bir adamın geçirdiği sinir harbi sadece 10 - 15 saniyelik yüz ifadeleriyle bu kadar güzel anlatılabilirdi. 

Evet filmde çok saçma noktalar var. Rush-hour zamanı boş trenin düşmesi, hack olaylarının hala görsel olması, MI6'da hala mouse kullanılmaması, İstanbul'dan trenle beş dakikada Anadolu'da olmaları, mahkeme salonunun yolgeçen hanı olması gibi mevzular, üzerinde çok durulursa düşürecek şeyler; ama adamlar Aspava patatesi gibi film yapmışlar, ne gerek var bu analizlere demeden edemeyeceğim. Boşverin lan, manyak mısınız? (Açıkçası biz de filmden çıktıktan sonra ilk yarım saat filmin iyi yönlerinin analizi yaptık, sonraki yarım saat ise bu saçmalıklara gülmek oldu, olacak o kadar, izleyici bu yüzden yok mu zaten?)


Yeni Adele'li intro benim için filmin artı yanlarından. Chris Cornell'li Casino Royale introsu hala benim için Craig'in en iyi introsu; ama Adele'nin de hakkını yememek lazım. Skyfall parçası bambaşka güzelken, intro filmin müthiş bir özeti. Tam puan introya. 

Cesur Yeni Dünya, İngiltere İmparatorluğu, İstanbul Kapalı Çarşı, Şangay Siberpunk'ı, Macau'daki Komodo Ejderleri gibi eski ile yeninin, CCTV ile Aston Martin DB5'in, ergen Q ile deneyimli M'in geçişlerinin pürüzsüz yapıldığı, değişime gittiğini bangır bangır bağıran bir adım Skyfall. Ve de kesinlikle sadece bir erkek filmi değil.