20 Şubat 2012 Pazartesi

American Gods - Neil Gaiman

Neil Gaiman'ı çoğumuz tanıyoruz. Küçükken okul kütüphanesinde Yüzüklerin Efendisi serisini keşfetmesiyle başlayan fantastik kurgu merakı, daha sonraları hediye olarak edindiği Narnia Günlükleri ve Alice Harikalar Diyarında serileriyle tavan yapmış ve şimdiki yazılarının temellerinin kurulmasında etkili olmuştur. Kısa ve uzun hikayeler yazan abimizi en çok çizgiroman Sandman serisinden tanıyoruz elbette ki. Çizgiromandan öte romanlarından en ünlüsü ise Amerikan Tanrıları. 

Kitabı öncelerde internetten incelediğim kadarıyla Türkçe okumamaya karar verdim, zira yetersiz çevrim, bazı noktaları satır aralarında bırakabiliyormuş; fakat sanırsam yeni basımı gelmiş/geliyormuş onun hakkında maalesef bir fikrim yok. 

Kitabın kısaca özeti ise şöyle; Hapishane cezasının bitmesine üç gün kala Protagonist abimiz Shadow, karısının bir trafik kazasında öldüğünü öğrenir ve hapishaneden erken tahliye edilir. Eve dönerken uçakta kır saçlı yaşlı deuteragonsit amcamız Wednesday ile tanışır ve onun kişisel koruması iş teklifini kabul eder. Wednesday ile Shadow şehirden şehre dolaşarak Wednesday'in çeşitli işlerini hallederler. Wednesday Shadow'a soru sormamasını sık sık tembih eder; fakat Shadow birşeylerin farkındadır: Fırtına yaklaşıyordur. 

Kitap hakkında çok spoiler vermek istemiyorum; çünkü hikayesi gerçekten Gaiman'ın yıllar süren çabasına değmiş. Kitap harika göndermeler, müthiş yansımalar ve ironilerle bezenmekle beraber, her yeni karşılaştığınız karakterin kesinlikle bir mitolojik karakterle bağdaştığını bilerek okurken karakteri çözmeniz de ayrı bir macera yaratıyor. Mitolojiye ilgi duymayanlar için elbette ki çok birşey ifade etmeyecektir; ama kişisel favorim olan Mad Sweeney karakterini daha fiziksel betimlemesinden ne olduğunu anladığınız zaman, her şey daha da renkli ve güçlü canlanıyor akılda ve daha değişik bir deneyim oluyor okurken.

Aslen İngiliz olan Gaiman'ın yarattığı Amerika uzamı zerre göze batmıyor. Her şey olması gerektiği gibi, Amerikan olmayan bir insanın Amerika'yı gördüğü ölçüde. Duman altı otoyol Diner'ları, bakımsız ve çirkin köşebaşı motelleri, otuz santim karla dış dünya ile iletişimi olmayan küçük kasabaları ile tam bir Ridley Scott Amerikası gözümüzde canlanan. Karakterlerin de güzel oturtulmasıyla her şey yerli yerinde bence. 

Tabi böyle gerçekçi bir Amerika'nın üzerine kurulan fantastik dünya ise ayrı bir şahane. Mitolojik tanrı ve hizmetkarlarının gerçek dünyadaki kulpları harkulade harmanlanmış. Hangi mitolojik kişiyle karşı karşıya olduğunuzu gerek karakter üzerinden, gerekse ortam üzerinden hemen hissettiriyor Gaiman müthiş anlatımıyla. Tabi gizli saklı olan karakterler de yok değil, ki onlar kitabın en büyük süprizleri. Fantastik ortamlar Amerika'dan biraz kopuk tabi, ama bir o kadar güzel. Özellikle sonlardaki Yggdrasil benzetmesi beni benden aldı.

Eski dünya tanrılarının vücut bulmuş halleri kadar Gaiman'ın kendi yarattığı yeni dünya tanrıları da bir o kadar ilgi akıllıca. Kendi tarzları olduğu kadar, eski mitolojik imgelerle de bağdaştırılmış birkaçı. Çok parmaklarımın ucuna basarak yazıyorum yazıyı çünkü en ufacık spoiler vererek kendi aldığım hazdan mahrum bırakmak istemiyorum bu yazıyı okuyanları. 

Kitap baştan sona çok sürükleyici, çok heyecanlı ve okuması çok eğlenceli. Bende bulunan kitap '10th Anniversary Edition' idi. (Yukarıda gözüken kapak.) Bu versiyonunda kitabın sonunda 'The Monarch of Glen' adlı bir ek kısa hikaye var, ki en temelde Shadow'un kim olduğuna dair tam bir açıklama getiriyor. (Aslında kitapta biraz çıtlatıyor, hatta kısa hikaye olmadan da çözenler olmuş Shadow'u.)  Bir de 11 Nisan 2011 tarihinde Neil Gaiman'ın twitter'da kitabın meraklılarıyla yaptığı soru cevap kısmı var. Çok kritik şeyler var bu soru cevap kısmında da trivia gibi, okuması çok eğlenceli.

Ek olarak biraz önce öğrendim ki, Nisan 2011'de Gaiman HBO ile American Gods'ın dizisinde anlaşmış ve 6 sezon olacağını belirtmiş kendi twitter'ında. Kitabın devamının gelebileceğini de tıklatmış azıcık bize. Odin'in öğütleri, Loki'nin şakaları sizinle olsun efendim.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Melis Danişmend

Bilenler önce "Üçnoktabir" grubundan tanımışlar kendisini. Ben "Üçnoktabir" i "Barda" filminin film müziklerinden duymuştum. Oradaki şarkıları "Dediler ki" grubun öteki şarkılarını merak ettirecek kadar iyi değildi bence. Sonradan dönüp bakındım biraz; Sertab Erener'in "İncelikler Yüzünden" şarkısını çok güzel yorumlamışlar. Onun haricinde "üçnoktabir" günlerinden ağıza takılır bir şarkı yok gibi. Kendisi bu arada Vizyon Dergisi ve Radikal gazetesinde gazetecilik yapmış. Sonra da Rolling Stone dergisinde çalışmaya başlamış.


Sonrasında 2010 yılında "Daha Az Renk" adında ilk albümü yayınlanmış. Ben ilk defa "Bin Doz Öfke" şarkısı ile duymuştum ismini; Üçnoktabir'in solisti olduğunu ondan sonra öğrendim. "Bin Doz Öfke" yi baya beğenip, kendisinin müzikle geçmişinin de başarılı olduğunu görünce albümünü almıştım. İlk dinleyişte 1-2 şarkı öne çıkıyor, öteki şarkıları akılda kalmıyor bile. Fakat zamanla, dinledikçe, alıştıkça tüm şarkılara ısınıyor insan (Hani Dolapdere Big Gang ilk dinlediğinde pek bir eğlenceli, ilginç gözükür de birkaç dinlemeden sonra bıktırır da insan şarkıların asıllarını özler ya, onun tam tersi bir etki işte). Zaten kendisi de -yanlış hatırlamıyorsam Akustikhane'ye misafir olduğu zamandı- albümünün insanları neşelendirmesini beklemediğini, daha çok kendi kendine düşüncelere dalmasına yardım edeceğini umduğunu (ya da bunun gibi bir şeyler işte, cümleyi tam kuramadım) söylemişti. Yani sessiz, sakin zamanlarda dinlenecek bir albüm.

Akustikhane'nin 2. sezonunda konuk olana kadar kendisini sadece şarkı söyleyen tarafıyla tanımıştım. Akustikhane'deki söyleşiyi izleyince karakter olarak da baya hayranlık duyulacak bir insan olduğunu gördüm. Bir yandan kendi alanında (müzikte) ne kadar dolu, bilgili bir insan olduğunu görüyorsunuz, bir yandan da alçakgönüllü yorumlarıyla söyleşi kısımlarını dinlemekten de zevk alıyorsunuz (söyleşi kısımlarını tabii nete koymadıklarından youtube'da falan bulup paylaşmak çok mümkün değil. Artık program tekrarı olursa). Bu yazıyı yazıp kendisini tanıtma isteği duymama neden olan ise blogunda yazdığı bir yazısı: http://melisdanismend.blogspot.com/2012/02/tesekkur-ederim.html

Çok basit bir yazı aslında. Herhangi bir bilgi ya da haber veren bir şey değil; sadece kendisini takdir eden insanlara teşekkür etmiş. Fakat birazda bu nedenle, yazının yalınlığı ve samimiyeti dolayısıyla bir kez daha hayran bıraktı kendisine. Yaklaşık 1 hafta kadar önce Melis Danişmend'in bir konserini izlemeye fırsat bulamamış ve bir konserine gitmek isteyen insanlar için gerçekleştirmeye çalıştığı (ve fiyaskoyla sonuçlanan) internet konseri de aynı şekilde benim çok takdir ettiğim bir çalışmaydı. Bir yerlerde denk gelinince kaçırılmaması gereken ve yaptığı her türlü çalışma ilgiyi hak eden bir sanatçı olduğunu düşünüyorum. Evet.

1 Şubat 2012 Çarşamba

Long Distance Calling


Long Distance Calling, kütük Almanya olan bir postrock grubu. Yanlış hatırlamıyorsam, Limbo-Pillow adlı muazzam blogtan keşfettiğimiz LDC, çok kısa sürede acayip beğenimizi kazanmıştı. Kendileri genç bir grup olmasına rağmen, 3 albümü 'Satellite Bay', 'Avoid the Light' ve 'Long Distance Calling' dinleyenlerinden hep çok olumlu geri-beslemeler almış. Post-rock ve Post-metal müziğinin dengeli olarak harmanlandığı müzik anlayışına aslında 'Avant-Garde' metal deniyormuş, onu da son zamanlarda bu grupla birlikte öğrendik. Kendileri de aslında biraz itiraz ediyorlar Postrock yaptıklarına; 'Başka birşey yapıyoruz biz arkadaşım.' deyip geçiyorlar. Postrock yapıyorlar ama bence bal gibi.


Parçaları genelde enstrümental olmasına karşın, birkaç şarkılarında vokalist misafir ediyorlar. Değişik bir hava katıyor katmasına vokalli parçaları; amma velakin bana grup çok yumuşuyormuş gibi geliyor, çok hoşuma gitmiyor o yüzden. Vokalsiz parçaları şahane ama, gerektiğinde sert, gerektiğinde melankolik oluyor genelde. Parçalarının kıvamları çok güzel o yüzden bizce. 

Geçenlerde grubu Beyoğlundan seyretme fırsatımız oldu E.D. ile birlikte. Sahnede güzelce eğlendiler, bizi de gayet gaza getirdiler. İstediğimiz parçalar çalındı, istemediklerimizde ise hava almak için dışarı çıktık. Memnun kalarak ayrıldık konserden. Konser ardında imza ve fotoğraf aldığımız elemanları da çok sevdik; fotoğrafta en önde olan -Erinç'in deyişiyle- Long Distance Calling'in Uzun Saçlısı, yani LDCUS, çok sempatik abi. Ayrı sevdik kendisini. Erinç'e de bir o kadar benziyordu fiziksel olarak. 'Belçika'ya Dunk Fest'e gelin.' diye azarladık, 'Elimizden geldiğince abi.' dedi, daha da sevdik.

Postrock musikisinin dinlenebilir gruplarından Long Distance Calling. Sağlıklı kalmak için süt için.