Söz konusu bilimkurgu olunca insan bazen kötü süprizlerle karşılaşabiliyor. Sinema söz konusu olunca işin rengi biraz farklı; sonuçta hikaye sıkıntılı olsa da özel efektlerle, aksiyonla bir şekilde yine iyi vakit geçirtiyor insana. 'Patlamış mısırlık film' diye nitelendirdiğimiz filmler var sonuçta; patlamalar, çatlamalar, şakalar, falanlar filanlar 2 saat boyunca izleniyor, kafalar boşaltılıyor, hiçbir şey düşünmeden salya akıtarak ekrana bakılıyor ve bazılarımız için tatmin verici bir 2 saat geçmiş oluyor (o da lazım bazen diyerekten). Aynı şey ne yazık ki (ya da neyse ki) kitaplara uyarlanamıyor; bir kitap 'patlamış mısırlık' ise öyle "1 hafta - 2 hafta okuyayım, kafamı boşaltayım..." falan filan olmuyor. İlk 5 sayfa "acaba ilgi çekici bir şeylere mi yöneliyor, hikaye patlayacak mı bir yerlerde" düşünceleriyle geçerken 10. sayfa "sanırım kitabın yapısına alışır, hikayelere biraz daha girebilirsem zevk alırım bu kitaptan" düşünceleriyle çevriliyor. Ardından gelen 190 sayfa (200 sayfalık bir kitap varsaydım, daha fazlası katlanma sınırlarını benim için geçer) "başladığım bir kitabı bitirmeden bırakmam, o kadar da kötü sayılmaz, kendince bir mizah anlayışı var" düşünceleriyle geçiyor. Kitabın en zevk veren kısmı son bölümün ilk sayfası oluyor. Mesela "Uzaya Haçlı Seferleri" isimli bir kitabı, aslında ismini görür görmez bırakmam gerekirken sonuna kadar okudum; tam da bu duygu ve düşünceler içinde. İnsanın dili böyle gereksiz kitaplardan bir kere yanınca kitap seçiminde daha seçici olmaya başlıyor (ki bu da çok satanlar listelerine yaklaştırıyor insanı ki onun sıkıntıları da başka).
İşte, Robert Silverberg'e ilk denk gelişim bu çelişkiler içinde gerçekleşmişti. "Uzaya Haçlı Seferleri" ni yeni bitirmiştim ve aynı bilimkurgu setinin içinde bir sonra yer alan "Gecenin Kanatları" isimli adını, sanını, yazarını daha önceden hiç duymadığım kitabı okumak konusunda pek bir kararsızdım. Fakat neyse ki o sıralar elimin altında okuyabileceğim çok fazla kitap yoktu, ne varsa onu okuyordum ve böylece başladım "Gecenin Kanatları" na. Fantastik kurgu - bilim kurgu karışımı bir yapısı vardı kitabın. İnsanların farklı localarda yaşadığı, loca üyelerinin kendilerine özgü özellikleri olduğu, hatta insanüstü güçlere sahip karakterlerin de bulunduğu bir dünyada geçiyordu hikaye. Sonra o dünyayı uzaylılar istila etti, ardından da bize hikayenin farklı bir dünyada değil, bizim geleceğimizde geçtiği anlatıldı uzun uzun. Bildiğimiz uzaylı istilası, dünyanın geleceği hikayelerine hiç benzemiyordu "Gecenin Kanatları". Uzaylı istilası vardı, ama dünyayı sömürmek, insanları köleleştirmek için değildi bu istila. Vahşi, bencil, açgözlü, acımasız olanlar dünyalılardı; istila edilmeyi hak ediyorduk. İstila ediliyorduk ama kıyamet sonrası bir hikaye yoktu ortada. Dünyada yaşam devam ediyordu, düzen hala hakimdi, ortama tekinsizlik hakim değildi. Hele ki baş karakterimiz. Anti-kahraman bilerg'i "okunası bilimkurgu yazarı" olarak kodlamam için yeterliydi.
Çok mutlu, umutlu, neşeli, hınzır bir yazar değil Robert Silverberg; en azından benim okuduğum 2 kitabı bunun tam tersi bir profil oluşturdu benim kafamda. "İçeriden Ölmek" te içine kapanık, insanlarla doğru düzgün iletişim kuramayan, kendine acımak konusunda 10 numara, zavallı olarak nitelendirebilinecek David Selig'in hikayesi anlatılıyor. Üstelik iyice yaşlanmış David, artık eskisi kadar iyi zihin okuyamıyor. Gün be gün güçsüzleşen yeteneği tam bir efkar küpüne dönüştürüyor kendisini ve iyice içine kapanmasına neden oluyor. Tamam, eskiden de çok dışa dönük, insanlarla çok iyi iletişim kuran bir karakter değildi ama en azından bir bağ kurabiliyordu. Çift yönlü bir bağ değildi bu, insanlarla bir dialog halinde değildi. Monolog da değildi onunkisi; çünkü tek yönlü bile olsa bir şeyler anlatan birileri yoktu ortada. Ama insanların anlatmadıklarını almak onun tek bağ yoluydu. Ve artık o da yavaş yavaş gidiyor.
Aslında "İçeriden Ölmek" i bilimkurgu hikayesi olarak tanımlamak çok doğru değil. Tek bir doğa üstü olgu etrafında dönen oldukça sıradan, günümüz dünyasından bir hikaye kendisi. Bilimkurgu yaftası yazardan kaynaklanıyor. Kendisi onlarca bilimkurgu kitabının yazarı olarak Hugo ve Nebula ödüllü bir yazar olunca okur kitlesi de bilimkurgu okurlarından oluşuyor. Oysa bu kitapta bütün derdi iletişimsizlikten bahsetmek. Karşısındakilerin düşünceleri okusa bile iletişim kuramayan bir karakter Selig. Daha ilkokul çocuğuyken de toplum dışı, sevilmeyen biriymiş; gençliğindeyken de. Aile içinde de durum çok değişmemiş, sevgilileriyle de. O suçu yeteneğine atmış, "insanlarla zihinlerini okuyabildiğim için iletişim kuramıyorum" diyor; ama içten içe kendisi de durumun böyle olmadığının farkında. "Yeteneğim olmasaydı da böyle içine kapanık, iletişim kuramayan biri olurdum" diye itiraf ediyor, edebildiği zaman.
Dürüst olmak gerekirse çok sürükleyici bir kitap sayılmaz "İçeriden Ölmek". Kesinlikle sıkıcı, yorucu, boş bir kitap değil; ama ele aldığı karakter bakımından biraz iç karartıcı, hafif melankolik bir atmosferi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Washington Post, kitabı "... orta yaşla gelen o büyük şoku -hepimizin içeriden öldüğümüzü ve olduğumuz kişinin nihai yok oluşuyla yüzleşmek zorunda kalacağımızı fark edişi- anlatan harkulade bir roman bu..." şeklinde nitelendirmiş. Böyle bir atmosfer kurup üstüne bir de harkulade olarak nitelendirilmek bana biraz ironik geldi; ama kitabın güçlü bir dili ve etkili bir atmosferi olduğu su götürmez bir gerçek. İletişim konusunda sıkıntıları olan, dünya nüfüsunun %85'lik kesiminde yer alıyor ve kendinizle yüzleşmeyi de göze alabiliyorsanız "İçeriden Ölmek" aklınızın bir köşesinde bulunsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder