29 Ekim 2011 Cumartesi

Luxus (Oriental Blues)

Öncelikle; benim anlatabileceklerimden çok daha fazlası için: http://www.luxusorientblues.com/


2000'li yılların ortalarında, öyle birkaç arkadaşın bir araya gelip müzik çalması değil de solistleri Alper Bakıner'in çalışması, tasarımı üzerine bir araya gelmiş bir grup Luxus. İstanbul'da, Olimpos'ta falan çeşitli barlarda çaldıktan sonra, sanırsam 2008 yılında ilk albümleri "Acayip Şeyler" i çıkarmışlar.

Abilerim (ve ablam) baya hesaplı bir iş çıkartıyorlar. İlk albümlerinde bilinen, sevilen 4 parçanın yorumuyla bir tanıtım yapmışlar. Çok net duyan herkesin eşlik edeceği "Neden Saçların Beyazlamış Arkadaş" en öne çıkan parçalarından. Ardından bir Müslüm Gürses yorumu olarak "Yuvasız Kuş", harika bir türkü, mükemmel bir çilingir sofrası şarkısı olarak "Haydar Haydar" ve albümün son şarkısı olaraktan "Üsküdar'a Gideriken" her biri şarkının tadını bozmadan blues tonlarında yorumlanmış, çok başarılı şarkılar olmuş.




Öte yandan kendi besteleri de en az yorumları kadar başarılı. Hele ki albüme ismini veren, ilk klip parçaları "Acayip Şeyler" direk grubu özetliyor. Anlamlı gibi gözüken absürd sözler (anlamlı gibi derken; anlamsız değil. :D Yanlış anlaşılmasın), oriental çalgılar (klarnet, keman) ve blues çalgıları (bateri, gitar, bas gitar) -bir de akordeon var da onu nereye koyayım bilemedim-, ve çok başarılı bir sentez. Acayip Şeyler'den sonra bence en akılda kalıcı olarak da "Zonk" geliyor. Özellikle "Ben meraklı bir insanım, bu kadın milleti laftan niye anlamıyor..." şeklindeki nakaratı beylerimizin sık sık ağzına takılmaya aday.




Kendilerini "Uzak olsun bizden yüzü asık tıngırtılar... Biz; son kalan kar birikintisini düşüzmeye yatak yapmış iki çılgın kedi için çalarız yalnızca... ve lakin herkes bundan sebeplenir..." şeklinde tanıtan grup, "Bu sabah kızgın bir ejderha gördüm, evimin bahçesinde...", "şirin baba bunalmış dünyadan, biz nasıl yaşayalım", "Hanginiz gördünüz önceden mavi kafalı bir fil" şeklinde sözlerle dinlemesi çok zevkli bir ilk albüm yapmışlardı. Duyduk ki bu aralar ikinci albümleri de yayınlanmış. "Bi Lareya" isimli ikinci albümleri "Ada Sahilleri" haricinde galiba tamamen kendi şarkılarından oluşuyor. Sitelerinde verdikleri örneklere dayanarak en az ilki kadar güzel bir albümle karşı karşıya olduğumuzu iddia etmek çok da yanlış olmaz. Ve yayınladıkları her albümün de birbirinden güzel olacağının izleri de mevcut. Dinleyiniz. 

27 Ekim 2011 Perşembe

Douglas Adams ve Salmon of Doubt

İngiliz mizahı yıllardır bir ön yargıyla karşılanır Türkiye'de. "Uymaz bize." denir genelde. Onlara komik gelen birşeyin bize gelmeyeceği söylenir. Aslında zaman da göz önüne alınınca bu yargının doğru olduğunu görebiliriz. Bizim eskiden Mizah duygumuz genelde eylemleri barındırdığından, bu İngilizlerin durum mizahına uymuyordu. Daha sonra globalleşmeyle bilmemneyle biraraya geldik ve mizahlar da iyice muhallebi kıvamında karışmaya başladı.

Eh biz de ev halkı olarak nebileyim bir İngiliz aksanı, bir mizahı seviyoruz. İngiliz şovları genelde ilk tercihlerimiz oluyor, dizilerini, filmlerini yakından takip ediyoruz. İngiliz yazar çok okumuyoruz aslında, ama en azından gönlümüzde ayrı yeri olan abimiz Douglas Adams'tan biraz genel ve ardından Kuşkucu Somon'dan bahsetmek isterim.



Douglas Adams (DNA) bilindiği üzere en çok HGG serisi ile tanınır; 'Otostopçunun Galaksi Rehberi', bir BBC radyo dizisi olarak başlayan seri, ardından kitaba, ardından televizyon dizisine, en son Adams'ın ölümüne çok yakın bir tarihte de Sinema filmine dönüştürülmüştür. İşin en eğlenceli yanı, her serinin hikayesi birbirinden olabildiğince alakasızdır. Radyo serisi fanları, kitap serisi fanları, televizyon serisi fanları gibi taraftar grupları çıkmıştır sonra insanlar arasında, herkes hangi serinin daha iyi olduğuna dair sidik yarışına girer. Kişisel olarak ben radyo serisini dinlemedim, ama kitap > tv serisi diyeceğim. 

Bunun dışında DNA'dan gereksiz bilgiler vermek istersek; Pink Floyd ile yakınlığı, birkaç şarkıya referans olmasına neden olmuştur, Shine on you crazy diamond mesela. Klasik müzik ve o zamanın Rock müziğinden hoşlanır.

Monty Python adlı müthiş grubun başlarda senaryolarını yazmaya başlar DNA ilk zamanlarda, zaten DNA ve MP mizahları birbirine o kadar yakın ki, ikisi de beni katıla katıla güldürüyor. Daha sonra oynar da hatta şovlarda (İlk fotoğraf DNA'nın MP'dan bir sahnesi.) Daha sonra MP'dan kopar (bir sorun olur aralarında) ve kitaba verir kendini DNA. Sorunlu bir ilişki yaşayan DNA, daha sonra ilişkisini de düzeltir, her şeyi yoluna koyar ve kendini iyice kitaplara verir. 

Kendisi ateisttir bir de. Ve bunu çok sert olarak savunur. Tek beğenmediğim özelliği aslında bu bağnazlığı DNA'nın. Diğer insanları çok aşağıdan gören bir adam olarak söylenir hakkında, ki Kuşkucu Somon'da da inançlı insanları biraz ezdiğini görüyoruz. (Fiziksel olarak Ogre kadar uzun biri olduğu için 'Hem fiziksel, hem de toplumsal olarak üstten bakıyorum.' der kendisi hatta.) Richard Dawkins'le kankadırlar, hatta Richard'a müstakbel eşini DNA tanıtır. Kitaplarının girişlerine birbirlerine atıf yapmışlardır.

Bir de Apple manyağı bir heriftir bu. Teknolojiyi çok sever, ki o zamanki teknoloji daha bir mekanik+elektronikti, bu zamanki gibi full elektronik değil, daha bir eğlenceliydi yani. Teknolojiye sövmeyi de çok sever DNA, ama en sonunda şevkatle onu kucaklar yazılarında. Değişik bir adamdır. 

Şimdi OGR (HGG)'dan bahsetmeyeceğim çokçana, herkes biliyor zaten ne olduğunu. Arthur Dent'in galakside tam 5 kitapta toplanan OLAĞANÜSTÜ hikayesi anlatılır. Her sayfasında nefesim kesilmişti heyecandan, gülmekten ve sırıtmaktan çenem ağrımıştı. O kadar iyi bir kitap ki, okuyun demekten başka bir yorum gelmiyor içimden. 

Amma velakin, benim asıl demek istediğim şey bu değildi; Ben DNA'yı  'Dirk Gently' serisiyle tanıdım. Dirk Gently ilginç olayları araştıran bir dedektifin macarelarını anlatıyor bize. Kendisi iki kitap. Bilimkurgu öğeleri yine var kitaplarda; ama daha da güzeli, İskandinav Tanrıları bu sefer ana konumuz. O kadar eğlenceli, o kadar heyecanlı kitaplar ki, DNA, mizahının sadece uzayda olmadığını göstermiş resmen. Ben açıkçası Dirk Gently'yi daha çok beğendim hep.


Bu yüzden;

HGG'nin son yarım kalmış kitabı denen Kuşkucu Somon (Salmon of Doubt) aslında bir HGG kitabı değil, ki bu benim için çok mutluluk verici bir havadis olmuştu. Daha da güzeli, içinde HGG ve Dirk Gently serisinin ufaktan birleştiği bir seri var. Kimbilir DNA yeni öyküsünü yazarken ölmeseydi neler çıkacaktı. Müthiş başlamış öyküsüne, ağırlıklı olarak Dirk Gently'nin etrafında dönüyor her şey, kesin çok da iyi gidecekti.

Bunun dışında Kuşkucu Somon'da DNA'nın kendi kısa yazıları ve bağımsız kısa öyküleri bulunuyor. Cengiz Han'ın özel hayatının anlatıldığı öyküler gibi yine çok acayip, ama bir o kadar eğlenceli öyküler var. 

Çok karışık oldu farkındayım, ama DNA'dan bahsetmek için bile başlıbaşına bir blog açılabilir. Şimdilik bunlarla idare edelim, belki ileride Dirk Gently ve HGG ile ilgili ayrı ayrı yazılar yazarız. (Bundan sonraki yazıda Monty Python'dan bahsedeceğim ama orası kesin.)

Sınavda sadece bunlar çıkacak;

1. HGG çok güzel seri, Marvin'e özellikle mutsuzluğu üzerinden ayrı bir sempatim var.
2. Dirk Gently bence daha güzel bir seri. İkinci kitabın sonuyla DNA hepimizi ters köşeye yatırıyor.
3. Salmon of Doubt kesinlikle okunmalı, DNA tam anlamıyla o zaman tanınabilir.


Russian Circles - Empros

Herkeşe benden çay. Çok değerli Pagan Çeşmesi hanımlarını ve beylerini selamlayarak ilk yazıma girişeceğim. Ama öncelikle Pagan Çeşmesinin kalabalık yazar kadrosunu artık hafiften hafiften buraya bir şeyler yazmaya girişmelerini diliyorum.

Russian Circles nedir necidir? 
Rock müziği kendini yenilemeye çalışıyor öncelikle söze böyle girmeliyim. 10 yıllılk periyotlar halinde bakacak olursak bu iş 50lerden bugüne böyle oldu. Fakat bu 60 yılın birikimi ve gelişen çağın yeni oyuncaları iyice yelpazeyi genişletti. Artık dinlediğimiz "rock" müziği rock diye tanımlayamıyoruz. Ne dinliyorsun sorusuna müzik demek gibi oluyor belki de. Bir sürü fraksyonlar, bir sürü farklı akımlar arasında insanlar kendilerini bir akıma kaptırmaya çalışıyorlar. Kabaca bu akımlardan biri postrock. Öyle tarihinden girip çıkmayacağım gruba geri döneceğim hemen. Rock'ı tanımlamaya çalışırken yaşadığımız sıkıntıyı içindeki dallardan biri olan postrock'da da yaşıyoruz. O kadar çok kılıcalı var ki işin içinden çıkılmıyor. (Oysa bi elektro, bi bas, bi davul 7 tane de nota var) Russian Circles post rock/metal yapan bir grup. Kendileri Chicago çocuğu olup, Tool'un alt grubu olarak sahne alarak ne kadar parlak olduklarını gösterdiler.

Nerden duyuyorsunuz böyle şeyleri?
Kendileri ile tanışmam ne Tool'un alt grubu olduğunu duymamdan, ne de parlaklıklarının bana ulaşmasından ötürü. İnternette müzik keşfine çıktığım zaman kendilerinin Station albümü ile karşılaşmıştım. Sert rifler, enerjik melodileri sayesinde aklıma takıldı koca albüm. Henüz sindirmeye çalışırken bu adamların kafasını, Milano'da konserleri olduğunu öğrendik. Efe, Burak'ı ziyarete falan gelmiş hep beraber gidildi. Çok net hayran kalındı. Takipe alındı bu olayın üzerine falan.

Enter, Station ve Geneva isimli 3 albümü vardı grubun şimdiye kadar. Daha sonradan Enter ve Geneva'yı iyiden iyiye hatmettik. Net bir tarzları var oldukça matematiksel işleyen şarkıları, sıklıkla yukarıya tırmanan bir melodiye sahip (düşürücü, doom postrock örneklerinden oldukça farklı) bir grup kendileri.

Empros Mempros diyor başlıkta ne ayak?
Empros 25 Ekim çıkışlı yeni Russian Circles albümü. Kendilerinin bahsettikleri "bu albüm bizim en sert albümüz olacak" açıklamalarından sonra oldukça merakta bırakmıştı sevenlerini. Fakat albüm bahsedildiği gibi (veya korkulduğu gibi de diyebiliriz) sert bir albüm değil. Sakin denebilir diğerlerine kıyasla. Kanımca grubun esas elamanı olan basçı Brain Cook şarkılarda oldukça etkisini gösteriyor. Kimi yerlerde sert ve enerjik melodilerde bünyeyi kıpırdatıyor. Grubu baştan tanımak isteyenlere kronolojik sırayla albümleri indirmelerini tavsiye ederim(Enter albümü atlanabilir). Empros içinden sağlam hitler çıkarabilecek sağlam bir albüm (albüm bütünlüğü olarak aynısını söyleyemeyeceğim, sanki şarkıları ayrı ayrı yazmışlar sonra ara kısımlarını uysun birbirlerine diye birleştirmişler gibi) Mdalek, 309, Atackla göze çarpıyor. Albümü edinmek isteyenler nasıl bulacaklarını biliyorlardır elbet. Buraya link koymasına konurdu ama FBI ile başımız belaya girmesin isteriz diye tahmin ediyorum.

İyi geceler.

25 Ekim 2011 Salı

Sleeping Beauty

Güzel düşünülüp heba edilen geçen sene filmi olan Sucker Punch'un masum çekici kızı Emily Browning bu sefer çok ilginç bir projede yer almış.

Julia Leigh isimli bayan yönetmenimizin ilk filmi Sleeping Beauty. Film Lucy adlı güzel mi güzel, ilginç mi ilginç kızımızın yine bir o kadar ilginç hayatını çok ilginç bir şekilde bize gösteriyor. (Her şey çok ilginç yani özetle.) Lucy hayatını programlamaya ve uykuya özellikle önem veren bir üniversite gencidir. Hayatının farklı parçalarını iç-içe izlediğimiz Lucy en sonunda, adından bile bahsedilmeyen arzu ve şevklerin gerçekleştirildiği, profesyonel bir şirkette işe girer. Sonra olaylar gelişir.

Baştan söylemeliyim ki, Sleeping Beauty esenlikli bir film değil. Evet bir Lars von Trier ya da Gaspar Noe kadar da sıkmıyor canımızı ama en azından yarattığı durumlar ve olaylar sayesinde izleyiciyi düşündürüyor, yapılan şeylerden ötürü utandırıyor, usandırıyor, hatta bazen düşürüyor. Lucy'nin çalıştığı iş yerindeki gerginlik, klüpteki akıl almaz yöntemleri, erkek arkadaşı ile yaşadığı dünyanın en garip ilişkisi, evde arkadaşları ile yaşadığı sıkıcı durumlar ve izlerken bizim Erinç ile 'Vakıf' adını verdiğimiz -bence dünyanın en mükemmel- şirketinde yaşanılan ve ağzı açık bırakan olaylar izlerken Lucy adına gerçekten değişik duygulara sahip olmamıza neden oluyor. Hikaye ve sunum bakımıdan çok çekici bir film Sleeping Beauty.

Hikayenin ilginçliği bir yana, görüntü yönetmenliği tam bir şaheser. Kamera açıları, setler, renk seçimleri, sinematografi olağanüstü. Özellikle vakıfın gösterildiği sahneler özenle çizilmiş resimler gibi. O kadar rahatlatıcı, o kadar göze hitap eden bir film ki, bir de üzerine yaratılan yoğun atmosfer ve şiir gibi anlatımla biz kendimizden geçtik. Vakıfın sahneleri izlerken neye bakacağıma, neye dikkat edeceğime karar veremedim, çok heyecanlandırdı beni o sahneler ciddi olarak.

Lucy'nin hayatı dolu dolu olmadığı için karakter sayısı da çok değil filmde. Buna rağmen var olan oyuncular güzel bir iş çıkarmışlar bence. Gerçi Emily Browning Sucker Punch'ta nasıl her sahnede sadece ağlıyorsa, bu filmde de çoğu sahnede ya uyuyor, ya da sadece bakıyor. Buna rağmen göze hiç batmıyor, ki film biraz garip olduğu için gayet de filme uyuyor Emily ablamızın odun oyunculuğu. Diğer oyuncular ise gayet başarılılar.

Film beni benden aldı evet, ama tam doyuma ulaşamadım. Güzel bir film, beklentileri yükseltmek istemem; ama her şeyden bağımsız olarak film sadece 'Vakıf' için izlenmeli. Dünyanın en ahlaksız, en konuşulmayan işlerinin yapıldığı Vakıf'ın mükemmel bir iş disiplini ve mottoları var. O kadar limitli, o kadar siyahla beyazın kesin olduğu bir yer ki vakıf, bu dünyadan değil adeta. Gerek yarattığı atmosfer, gerek kıyafet seçimleri ve karakterler ile bana aşırı derecede Pasolini'nin Salo'sunu anımsattı ve çok gerdi. O kadar gerdi ki hatta, zevk aldım. Bir de kişisel bir düşüce, nedenini bilmiyorum (muhtemelen Lucy'nin kıyafetın çok büyük etkisi var.) ama Lucy'nin işten önce patronuyla çay içip, uyumak için sedatif ilacını aldığı sahneler (fotoğrafını koydum hatta yukarıya) de bana Rosemary'nin Bebeği filmini anımsattı biraz biraz, değişik bir gerginliği ve bir 60lar havası vardı. Sadece paylaşmak istedim.

Değişik bir deneyim için Sleeping Beauty tam bize göre. Deneyci filmler sevenlerin kaçırmak istemediği bir film. Ha yok Hollywood sineması diyorsanız, Sleeping Beauty dünyanın en kötü filmi. (Bakınız imdb review'ları.)



21 Ekim 2011 Cuma

New York Trilogy - City of Glass

Yazan: Paul Auster

Aslında serinin tamamını bitirip bir yazı yazmak vardı kafamda; ama ilk kitaptan sonra öylesine beğendim ki, dayanamadım. 

Absürd ve suç kurgusunu bir araya getiren ünlü yazar Paul Auster amcamızın daha önce Timbuktu adlı kitabını hediye olarak almıştım. Başrolde Bay Kemik adlı bir köpeğin olduğu çok hoş ve sürükleyici bir kitaptı kendisi. Daha sonraları Amerikan Edebiyatı üzerine doktorasını yapan yarı Amerikan, yarı Türk bir arkadaşımdan, "Olmaz. Paul Auster'ı kendi dilinde okuman lazım." yorumunu aldıktan sonra geçenlerde gördüğüm New York üçlemesini kitapevinde görünce affetmedim. (İyi para verdim lan aslında, ama olsun.) Mükemmel bir kapağa ve iç dizayna sahip kitap zaten gözüme direk çarpmıştı, eh bir de en ünlü kitabı New York üçlemesiymiş zaten, haydi dedik.

İlk kitap olan City of Glass, durgunluk ve hatta gerileme dönemini yaşayan bir yazar olan Daniel Quinn'in bir gece yanlış bir telefon almasıyla başlayan ilginç hikayesini bizlere anlatıyor. 'Dedektif Paul Auster'ı arayan telefondaki kişiye yardım etmek isteyen Quinn, kendini Auster olarak tanıtıp hayatına yeni bir sayfa açar. Hayatı boyunca suç romanları yazan Quinn, gerçek hayatta kendini bir anda bir suç romanının baş karakteri olarak bulur. Sonrası telefon görüşmeleri, sürekli alınan notlar, gün içi kişi izlemeler, sırlar ve çözme girişimleri ve ilginç bir yan hikaye. 

Olabildiğine sürükleyici ve ilginç bir hikayesi var City of Glass'ın. Dün gece Erinç'e de diyordum, "Bored to Death" adlı bir dizi var fetişi olduğumuz. Jason Swartzman fetişliğimizden kaynaklanıyor biraz gerçi ama dizi olağan Amerikan dizilerinden çok farklı bir havaya sahip, başarısız bir yazarın özel dedektifliğe başlamasını anlatıyor bize. Hafif Agatha Christie, hafif kara film, hafif kara mizahın olduğu çok tatlı ve absürd bir dizi özetle. Yakın zamanda üçüncü sezonunun başlamasıyla New York dedektifliğini özlediğimizi zaten farketmiştik, o yüzden bir de üzerine Paul Auster amca çok iyi geldi. 

Bence orjinal dilinde okunmasa da olur, ben ekstra birşey almadım İngilizcesinden; ama sarı kapak kitap sevenlerin çok hoşuna gidecek bir roman. En azından birincisi. 

18 Ekim 2011 Salı

Mürekkep Yürek

Cornelia Funke bir çocuk kitapları yazarı. Ben daha önceden hiçbir kitabını okumamıştım ama Hırsızlar Kralı, Ejderha Süvarisi gibi çok sevilen kitapları varmış. Kendisinin dünya çapında bir yazar olmasını sağlayan ise Mürekkep Yürek ile başlayıp sonradan bir üçlemeye çevirdiği, Mürekkep Dünya üçlemesi.

"Mürekkep Yürek" adında bir kitapla başlıyor seri. Serinin ilk kitabının adı "Mürekkep Yürek" olduğu gibi ilk kitabın ana karakterlerinden bir tanesi de "Mürekkep Yürek" isimli bir kitap. Hikayemizin ana karakterleri bir kız ve kitap çiltçisi olan babasıdır. Başlarda anneyi öldü sanarız fakat ileriki bölümlerde (kitabın baya başlarında, yoksa buraya yazmazdım) olayların farklı olduğunu öğreniriz. Baba kızı daha çok küçükken ona "Mürekkep Yürek" isimli bir kitabı okurken kitabın bazıları haydut olan birkaç karakteri dünyamıza geçer ve anne de kitaba. Haydutlar, babanın bu yeteneğini kullanarak güçlenmek istemektedir, baba anneyi geri getirmek istemektedir. Tabii başka dertleri olan başka başka karakterler de vardır gündemde. Hikayemiz böylece ilerler, gelişir.

Aslında Mürekkep Dünya kitaplarını, hikayenin atmosferi bakımından Harry Potter'lara benzetmek mümkün. Aynı şekilde pek bir çocuk kitabı olarak başlar seri. Yavaş yavaş heyecan, macera duygusu gelişir. Devam kitaplarında ise ufaktan güç savaşları, kan, ölüm, sosyal yaşam değerlendirmeleri ile kitabın temaları da değişim gösterir. Son kitapta gümüş madenlerinde çalıştırılmak üzere toplanan köylü çocukları falan giriyor hikayeye.

Benim için birkaç bakımdan pek bir ilgi çekici bir seri oldu bu. İlk olarak kitaplara, karikatürize seviyelerde sevgi ve saygı duyan karakterler var. Kitaplarını çerçeveli kütüphaneler arkasında saklayan, yağlı parmaklara düşman gözlerle bakan tanıdıklarım olduğundan hikayenin bazı karakterleri, fazla uçlarda olmalarına rağmen pek bir sempatik geldiler bana. İkinci bir konu yazarın her bölümün başında yaptığı alıntılar. Her bölümün başı farklı bir kitaptan 1 cümlelik bir alıntı ile başlıyor. Bu alıntı da o bölümde olanları bir şekilde temsil ediyor gibi. Alıntılar normal kitaplardan halk hikayelerine, şiirlere kadar pek çok yere uzanıyor. Bir bölüm Harry Potter'dan bir cümle ile başlarken bir sonraki bölüm Clive Barker'ın bir kitabından bir alıntı ile başlıyor. Bir sonrakinde ise Fahrenheit 451'den geliyor. Eh, çocuk hikayelerine karşı hep bir ilgiyle yaklaşınca da okuması benim açımdan baya zevkli bir seri oldu.

Çocuk/Gençlere yönelik hikayelerden çok hoşlanmayanların hoşuna gitmeyecektir. Aynı zamanda çok sürükleyici, yüksek adrenalinli, bol olaylı bir hikaye bekleyenleri de hayal kırıklığına uğratabilir. Fakat okumaktan pişman olunmayacak bir seri bence. Keşke bir de çevirmenleri, yaptıkları işi tekrardan bir kontrol etselermiş yayınlamadan önce.

16 Ekim 2011 Pazar

Deli Gücük

"Türkiye'de de güzel şeyler oluyor" cümlesinin çizgiromanlardaki karşılığı Deli Gücük. İlk defa 2007 yılında, "Tam Macera" isimli bir çizgiroman dergisinde yayınlanmış. Aziz Tuna C. yazmış, Coşkun Kuzgun çizmiş. Ardından pek çok yazar ve çizerin katkılarıyla 2009 yılında "Deli Gücük: Osmanlı Taşrasından Dehşet ve Korku Hikayeleri" albümü yayınlanmış. İlk albümün başarısı ile birlikte 2010 yılında da ikinci cilt "Deli Gücük: Alacakaranlık Zamanlar" yayınlanmış.

Anadolu taşrasında gezen, ak sakallı dede tadında bir seyyah Deli Gücük. Tek farkı ak sakallı değil, kara sakallı olması. Aslında her Deli Gücük hikayesi yazan farklı yorumluyor kendisini. Kimisi doğaüstü bir varlık, kimisi sıradan bir seyyah, kimisi bir efsane olarak. Tüm hikayelerin ortak noktası ise Deli Gücük'ün adaletsizlikle savaşan bir karakter olması. Kendi blogundaki tanımı ile:"Memleket kokan adalet. Huzursuz seyyah, kargalarla konuşan adam, "yalan dünya, kahrolası hayat". Deli Gücük, Osmanlı taşrasında, dünyayla, alçaklarla, kendiyle hesaplaşıyor." . 7 tane konuşan karga/kuzgunuyla köy köy dolaşıyor kendisi.

Şu sıralar üçüncü cildin hazırlıkları içindelermiş. Bloglarında verdikleri bir habere göre Ekim 2011'de (bu sıralar yani) raflarda yer alacakmış. İlk cilt, bir ilk çalışma olmanın izlerini yer yer taşıyor olsa da büyük zevk veren bir çalışmaydı. İkincisi, ilkinin başarısını çok ilerilere taşımış olmasa da yine zevkle okunan bir albümdü. Aynı çizgide ilerlemeye devam ederlerse Batman, Örümcek-adam gibi kabak tadı verebilir. Yani bir hikayenin başında Joker tımarhaneden kaçar, Gotham'ı yok etmeye çalışır, hikayenin sonunda Batman onu yakalar. Bir sonraki hikayede Çift Surat kaçar, hikaye sonunda Batman yakalar, bir sonrakinde... Deli Gücük'de de durum biraz benzer; bir köyde bir adaletsizlik vardır (eşkıyalar, yerel yöneticiler, hırsızlar, falan filan). Deli Gücük gelir, korkutur, tehdit eder, en sonunda öldürür, adaleti sağlar, hikaye biter. Haksızlık olmasın tabii; çok yaratıcı, başarılı hikayeler ya da hikayesi sıradan olsa bile anlatımı, kurgusu, dili, çizimleriyle büyük zevk veren hikayeler var bolcana. Üçüncü cildin başarısına da artık yakında şahit olacağız.

"Doğru söylerim Halk razı değil, eğri söylerim Hak razı değil."




(Resimlerin hepsi çok hoşuma gitti, ben de hepsini paylaşayım dedim. Daha fazlası ve Deli Gücük ile ilgili her türlü bilgi için bloguna: http://deligucuk.blogspot.com/)

15 Ekim 2011 Cumartesi

Justice - Audio, Video, Disco

Çok bekletti bizi Justice; ama Sonunda dönüyorlar.


Aslında daha ilk albümden sıkılmamıştık, sürekli değişiklik dizilerde görmemizle tekrar tekrar Justice'e bağlanıyorduk sürekli. En son muzur İngiliz dizisi Misfits'in bölümlerinde kullanılınca içimdeki Justice sevgisi tekrar kabarmıştı. Uzun zamandır mesajını veriyorlardı zaten yeni albümün, Civilization single'larıyla değişiktiklerini anlamıştık, şimdi tam anlamıyla görüyoruz müthiş olduklarını. Albümü youtube'dan dinleme fırsatım oldu. 


Önce Gereksiz bilgiler; Fransız house, electro, punk, rock karışımı ile uğraşan Justice 2 Apaçi tipten oluşur. İlk albümleri     ile olaya çok sert bir giriş yapmışlardı.  Ardından çıkardıkları "A Cross in the Universe" belgeselleri ile de ne kadar serseri tipler olduklarını gömüştük. Dünyayı ve insanı yarattıkları ilk albümde her parça ayrı bir kitle edilmişti. Kişisel favorilerim Genesis ve Stress'ti benim hatta. Şimdiki albümleri ile de medeniyeti yaratıyor Justice. 


Çok "Açılın lan Justice geliyor!" edasıyla fırlamışlardı. Ergen çocuklar diyorduk hatta Fıratla Justice hakkında.  Şarkıları çok sert, çok karanlık, çok garipti. O kadar başarılı oldular ki manyak manyak efsaneler çıktı haklarında. Hala Justice'in Daft Punk olduğuna inananlar var. Denilene göre Daft Punk kimliklerini açıklamadan Justice adlı bir grupla tekrar piyasaya çıkıyorlar, elde ettikleri başarı ile "Bizim ismimize ihtiyacımız yok, electro'da zaten çok iyiyiz, ismimiz Armut olsa yine beğenirsiniz." diyorlar. Sonra antitezler çıktı, tartışıldı falan. 

Bu albümle Justice'in çok yumuşadığını görüyoruz. Daha bir yatışmış, daha bir sakin Justice var. "Abi oturun biraz müzük dinleyek yaae." diyor gibiler. Kendileri de kabul ediyorlar zaten. "İlk albüm gece şarkılarıydı, bunlar gündüz versiyonları." diyorlar. Haklılar; ama yine ağza takılan, vücudu sürekli hareketlendiren, kıpır kıpır bir albüm geliyor! 

İki gündür her yerde "AUDIOOOOO AUDIOOO!" diyorum lan.



The Expelled

Yazar: Samuel Beckett (Sanki yazmasam soldan anlaşılmayacak.)

Deli ya bu dedirten, oturup biraz dinledikten sonra deliliği sorgulatan tatlı Beckett amcanın maalesef Türkçeye çevrilmemiş "The Expelled" kitabı geçen kitapçıda gözüme ilişti, "Ana bu ne be?" falan derken aldım, sabah treninde bitmişti Expelled. Akşam treninde kitabı düşünmekten beynim eridi.

Öncelikle Beckett ile ilgili gereksiz bilgiler; Dublin doğumlu Samuel abi, Fransız, İtalyan ve İngiliz dilleri üzerine eğitim görmüş, daha sonra akademisyen olarak Fransa'ya yerleşmiştir. Dünya savaşı patlak verdiğinde direnişe katılan Sam, benim düşünceme göre tam bu evrede biraz devreleri yakmıştır. Über Fransız sempatizanı olan Beckett, burada romanlarını ilk olarak Fransızca yazar, daha sonra ya kendisi, ya da kitapevleri İngilizce ve başka dillere çevirir. The Expelled de orjinal olarak Fransızcadır. Sonra Samwise "Aa dur lan ben İrlandalıyım, bir de ingilizce yazayım şunu!" demiştir kesin, Sam Beck'ten de bu beklenir.

Absürd, avant garde (Avant Garde'ın aslında Vanguard demek olduğunu, vanguard'ın da bir tür kalkan olduğunu, bilinmeyene karşı o kalkanla ilerlemenin aslında bilinmeyeni zorlama anlamına geldiğini, bu yüzden avant garde akımın aslında deneyci bir akım olduğunu da söyleyeyim, size bir gereksiz bilgi daha olsun.), postmodern ve daha birsürü manyak akımın ustalarından olan Beckett özellikle Absürd Tiyatronun kurallarını koyar. Godot'u hepimiz beklerken farkına varmıştık zaten bunun. (Ben bir türlü oyununa gidememiştim, sinir olmuştum.)

Beckett abimiz The Expelled'de de tavrı bozmuyor ve "hiçbir şey" üzerine 2 romanı bize sunuyor. Kitapta The Expelled ve The First Love olmak üzere 2 kısa öykü var.

The Expelled evden kovulan bir kişinin, birinci kişiden yeni ev bulma arayışını bize aktarırken, The First Love, evsiz bir birinci kişinin parkta bir bankta otururken aşık olduğu bir hayat kadını ile arasındaki "absürd" ilişkiyi anlatıyor.

Beckett'in bundan önce sadece Godot'sunu okumuştum, bir durum öyküsü olduğunu biliyordum. The Expelled bana göre bir 'tespit' öyküsü. Evet öykülerde olaylar gelişiyor; ama genel olarak anlatıcıların hayatta dikkat etmeyeceğiniz detaylarla ilgili tespitlerini dinliyoruz.

Çok değişik, çok absürd; ama bir o kadar da çekici bir kitap The Expelled. Godot'da bu etki olmamıştı; ama bu kitapla Beckett'ten bir nebze korktum. Yakın arkadaşlarına bir sormak lazım, "Beckett nasıl bir adamdı lan? Anlatsana biraz." diye. İmkanım olsa bile kendisine soramazdım gerilimden çünkü.

Değişik adamsın Sam reyis.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Sofie'nin Dünyası

Yazar: Jostein Gaarder


Aslında felsefeyi hep merak ettim. Küçükken annemin kitaplarını alıp okurdum da bir halt anlamazdım. Sonraları annem böyle aralarda anlatırdı bana bu böyle yapmış da şu şöyle yapmış diye. Okuldaki felsefe hocamızdan sonra (kusura bakmasın da, kötüydü) felsefe tarihinden ölümüne iğrendim; ama felsefe merakım hala devam etti. Tarihteki felsefe anlayışlarını bilimsel olaylarla bile birleştirmeye çalıştım. (daha sonraları geceleri çok muhabbetleri oldu bunun arkadaşlar arasında sürekli, burada da çok yaptık.) En son geçen annemle trende çok hararetli bir felsefe tartışmasına girdik ki, ağzımın payını verdi kendisi. Neyse, akıl açar felsefe, beyin egzersizidir.

Jostein Gaarder öğretmen bir ailenin çocuğu, sürekli çocuklarla beraber olmuş bir insan. İçindeki çocuk sevgisi bu dünyayı aşıyor. Roman ve öykülerinde de genelde çocuk gözünden yazmayı seven bir insan. Gaarder felsefe tarihi kitaplarının çocukları ne kadar boğduğunu farketmiş olmalı ki, felsefe tarihi ile, çok değişik bir kurguyla hazırlanmış ilginç bir öyküyü birleştirerek Sofie'nin dünyasını yaratmış. Öykü, Sofie adlı 15 yaşındaki Danimarkalı bir hanımkızımızın, esrarengiz mektuplar almasıyla başlar. Mektuplar gerek posta kutusuna bırakılır, gerekse Hermes adlı bir köpekle Sofie'ye iletilir. Alberto Knox adlı kişiden gelen mektuplarda, çok önemli bir görevleri olduğu ve görevi tamamlamak için Sofie'nin felsefe tarihini bilmesi gerektiği söylenmektedir. Her mektup tarihte başka bir dönemin felsefe anlayışını anlatır. Sonra olaylar olaylar!

Sofie'nin Dünyası ilginç öyküsüyle hem bizi kendine bağlıyor, hem de felsefe tarihini müthiş bir beceriyle ders kitaplarından onlarca kez daha iyi ve ilgi çekici halde aktarıyor. Tarihsel durumların felsefi bakış açısı üzerindeki etkileri müthiş aktarılmış ki, hatırlarım lisede bu konuları hiç anlamzken, şimdi okuyunca "Nasıl anlamamışım ya?" dedim kendi kendime. Hikaye de üzerine sürükleyici olunca, cevizli irmik helvası etkisi yaratıyor.

Lisede tavsiye edilen kitaplardandı hatırlıyorum Sofie'nin Dünyası, o zaman almıştım ben de kitabı. İlk birkaç sayfasını okuyunca çok ağır olduğunu düşünüp ertelemiştim kitabı, kısmet Lecco'yaymış. Şimdi, keşke o zaman kendimi zorlasaymışım da okusaymışım demiyorum değil.

Felsefeye ilgi duyan (ki duymayan olmamalı bence) herkes okumalı.

Not: Söylemeyeyim dedim ama içimde kalcak, sonu hayal kırıklığıydı öykünün. (bence tabi.)

Not 2: Filmi de varmış, beğenilmiş, ona da bakarız sonra.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Drive

Yönetmen: Nicolas Winding Refn

Film adı bilinmeyen, geceleri soyguna çıkan, gündüzleri de filmlerde dublörlük bir sürücünün, bilinmeyen bir zamanda, neredeyse bilinmeyen bir uzamda güzel mi güzel yan komşusu ile tanışmasıyla başlayan başından geçen olayları bize iletir. Tatlı yan komşusunun hapisteki kocasına yardım etmek istemesiyle başlayan süreçte, mazbut ama bıçkın sürücümüzün başına heyecanlı olaylar tebelleş olur.

Kişisel olarak Vallahla Rising ve Bronson ile tanıdığım Nicolas Winding Refn, filmlerine bakınca çok kendine has, absürd bir sinema ile uğraştığı söylenebilir. Özellikle Bronson ile hem bizlere Tom Hardy'yi hakkıyla tanıtmıştı (ki sonra Nolan abimiz hemen arkadaşı kapıp Inception'da Forger rolüyle bizlere sunmuştu, şimdi de Bane rolü ile göreceğiz kendisini.) hem de çok absürd bir filmle buluşturmuştu. Refn abi alışmış, kudurmuştan beterdir sözünü aynen bozmadan bize çok değişik bir filmle gelmiş, ki Cannes'dan bu sene en iyi yönetmen ödülünü almıştır bu filmle efendim. 

Atmosferin buram buram seksenler koktuğu, müziklerin payı çok yüksek söylemeden edemeyeceğim, bir prologue ve introyla beni kendine bağlamıştır daha 10 dakikada Drive. Gerek arabalar olsun, gerek mekanlar, özellikle giyim tarzları ve setler müthiş derecede seksenlerin polisiye dizilerini anımsatıyor. E bu atmosferin üzerine, ortasınıfın iyi aktörleri de katılınca (Breaking Bad'in Walter reisi, Fallout'un unutulmaz sesi Ron Pearlman gibi) ortaya şık bir birleşim çıkmış. 


Sakin, gerçekçi, soğukkanlı minimum düzeydeki aksiyon sahneleri de hem doyurucu, hem de insanı geren cinsten olmuş, hoşuma giden başka bir detay. Üzerine bir de efendi sürücümüz ve her filmde bakmaya doyamadığım komşu kızımız Carey Mulligan arasındaki masum ve tatlı ilişki olunca, yüzüm filmi izlerken hep güldü.

Okuduğum çoğu yerde çok negatif tepki almış film, hiç kulak asmaya gerek yok. Arabaymış, aksiyonmuş, mafyaymış falan bunlara da aldanmaya gerek yok. Çok sıradışı, çok ağırdan ağırdan etkisini insan vücuduna zerk ettiren bir film. Uzun zamandır ilk defa böylesine doydum bir filme.

Atmosfer çok güzelken, hakkını veren tatlı oyuncuların üzerine bir de güzel yönetmenlik serpilmişse, e bize de yemek kalır.



9 Ekim 2011 Pazar

Çalgı Çengi (2011)

Yönetmen: Selçuk Aydemir
Yazan: Selçuk Aydemir
Oyuncular: Murat Cemcir, Ahmet Kural

Bir çeşit absürd komedi filmi Çalgı Çengi. Açıkçası fragmanını ilk izlediğimde çok çekici gelmemişti bana. Recep İvedik'in açtığı yolda ilerleyen bir film hissiyatı yaratmıştı. Tabii sonra Recep İvedik'i izleyip beklediğimden daha iyi bir film buldum karşımda, orası ayrı. Özellikle misafir oyuncu olarak gözüken birkaç baya önemli isim ve yapımcı olarak CMYLMZ'nin görünmesi benim için Çalgı Çengi'yi ilginç kılan tek öğelerdi. O adamlar destek vermişlerse fragmanda görünenden çok daha fazlası vardır dedim.

Guy Ritchie'nin yönettiği İngiliz mafya filmlerinin (Snatch, Lock Stock...) hayranı biri tarafından yazılmış gibi duran bir senaryo var ortada. Birbirine üstünlük kurmaya çalışan, birbirini kullanan, döven, ezen, kovalayan falan filan insanların hikayesi. Merkezde Ankaralı 2 çalgıcı kuzen var. Aslında Guy Ritchie ile karşılaştırmak biraz abartı oldu, senaryo bakımından o kadar zengin ve başarılı bir film yok ortada. Tempo olarak da baya yavaş sayılabilir film. Bir de filmin içindeki hikayeler tam olarak bir yerlere bağlanmıyor. Yani olaylar gelişiyor, gelişiyor ve film bitiyor. Yazdığınız yazıyı nasıl bitireceğinizi bilemeyince yeterli uzunluğa eriştiğini düşündüğünüz noktada bitirmenize benziyor.

Öte yandan izlenmeyecek kadar başarısız bir film de sayılmaz. Türkiye -dizilerden de görüldüğü üzere- absürd komediyi seven bir ülke. Filmin oyuncuları ve yönetmeni de sanırım dizi çıkışlılar. Kimi sahnelerle Türk insanına hitap etmeye çalışmışlar - ve yer yer de başarılı olmuşlar (Köyden şehire göçen türkücü hikayesi, biz şuralıyız, biz buralıyız diye horozlanmalar ve özellikle Gökhan Semiz'e saygı göndermeleri).

Yeterli uzunluğa ulaşan bu yazıyı bitirmek gerekirse; benim izlemekten çok büyük bir zevk almadığım, öte yandan pişman da olmadığım bir film Çalgı Çengi. Çok iyi seçenekler olmadığında vakit geçirir.