30 Ekim 2012 Salı

Cloud Atlas (2012)


Kitap uyarlaması bir film izlemek, birkaç bakımdan zordur. Daha doğrusu izlemekte bir sıkıntı yok da daha çok hikayeyi aynı (ya da en azından seyirciyi hoşnut tutacak) seviyede zevkli kılabilmek sıkıntılı. İlk olarak kitaptaki her şeyi filmde anlatamazsınız; çünkü hem hikayenizin akıcı, hareketli olması lazım, hem de zamanınız kısıtlıdır. Ardından oyunculuk sıkıntıları gelir. Kitabın okuyucularının gözlerinde canlandırdıklarıyla sahnedekilerin örtüşmemesi değil bahsettiğim; iç sesler ve sayfalar dolusu betimlemelerle yazarın anlatmak istediği duyguları, düşünceleri oyuncuların hakkını vererek yansıtmaları imkansız olur bazen. Bir başka benzer sıkıntı da yazarın betimlemelerini, aynı duyguyu verecek şekilde seyirciye aktaramamaktan kaynaklanır. Bir ormanı, bir şehrin sokaklarını, bir binanın koridorlarını ne kadar iyi tasarlarsanız tasarlayın, onu okuyan insanın aklında canlanan duygu-düşüncelerle aynı şekilde izleyen insanın gözünde canlandıramazsınız. Duygusal bakımdan bir şeyler illa ki eksik kalacaktır. Tabii bunlar ve çok daha fazlası, çok klasikleşmiş tartışmalar. Eminim okuduğu bir kitabın filminden çıkan herkes, filmin hemen çıkışında filme birlikte gittiği kişilerle bu konuda 2-3 cümle konuşuyordur. Biz bile daha 1 hafta önce Burak'la "2001: Uzay Efsanesi" nin kitabı ve filmini benzer noktalar üzerinden konuşuyorduk. Sonu olmayan ve hiçbir zaman tam anlamıyla bir tatmine vardırmayacak bir tartışma bu.

Cloud Atlas, 2004 yılında İngiliz David Mitchell tarafından yazıldığı zamanda çok tutmuş, çok beğenilmiş bir kitap. Kendisi "İngiliz Kitap Ödülleri" nde "Edebi kurgu" (Literary Fiction) ve Richard & Judy yılın kitabı ödüllerini kazanmış. Aynı zamanda Booker Prize, Nebula Award, Arthur C. Clarke Award ve benzeri pek çok ödül için de aday olmuş. Tek bir hikaye değil, birbirleriyle bir şekilde alakalı birkaç tane hikaye var ortada (tam olarak 6 hikaye). Geçmişten günümüze, oradan da geleceğe ve uzak geleceğe kadar bir zaman aralığına yayılmış bu hikayeler; aynı hikayenin parçaları olmaları gereği bir şekilde birbirlerine bağlanıyorlar.

Kitabı okumamış, yeni çıkmış filmini izlemiş biri olarak kitapla ve kitabın hikayesiyle ilgili yorum yapmak pek bana düşmez. Söylenenlere göre filme çekilmesi çok zor olan projeye Wachowski kardeşler girişmişler. 2010'da oyuncu bulma çalışmaları ve filmin çekimleri başlamış. Baya zengin bir oyuncu kadrosu var filmde; başrollerde Tom Hanks, Halle Berry, Hugo Weaving, Jim Broadbent, Hugh Grant, Ben Whishaw, Bae Doona ve daha birkaç isim daha var. Kitabın karakterleriyle ne kadar alakalı bilemiyorum ama filmde aynı oyuncuların her hikayede farklı karakterler canlandırmaları baya hoş olmuş. Hikayeler arasındaki bazı bağlar çok daha belirgin bir hal almış. Hele ki film bitip de her oyuncu hangi rollede rol almış, onu görürken bazı noktalarda çok şaşırıyorsunuz, bu da mı aynı kişiymiş, diye. O da bu yaklaşıma ayrı hoş bir hava katıyor, sırf bu ayrıntı bile insanın hoşuna gidiyor. Tabii her karakter başka bir hikayede daha ön plana çıkıyor, o hikaye için diğer oyuncular yardımcı oyuncu gibi oluyor; ama genel toplamda Tom Hanks, Halle Berry ve Hugo Weaving'in en baskın oyuncular olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz sanırım.

İzlemeyenleri rahatsız etmemeye özen gösterecek şekilde hikayeleri özetleyecek olursak; en eski hikaye, zengin bir noterin hastalığı ve eve dönüş gemi yolculuğu fonunda geçiyor. İkinci hikayemizde gay bir müzisyenin, ünlü bir besteci adına nota yazarı olarak çalışırken kendi sanatıyla uğraşmasını anlatıyor. Üçüncü hikayemiz, bir gazetecinin, bir Nükleer santral ile ilgili yazı hazırlamasını konu alıyor. Dördüncü hikaye günümüzde geçiyor, bir kitap yayıncısının yeni yayınladığı kitapla ilgili başlıyor ve olaylar gelişiyor. Beşinci hikayede gelecekte üretilmiş bir insanın (anladığım kadarıyla biyolojik bakımdan tamamen bir insan, ama gerçekte bir robot; %100 organik bir robot, cyborg'un bir adım ötesi) sorgulamasında, bu robotun neden programlandığı düzenin dışına çıktığı sorgulanıyor ve robot da bunu anlatıyor. Son hikayede de yerli, ilkel bir adamın, üst düzey teknolojiye sahip bir medeniyetten bir kadınla çıktıkları bir yol hikayesi anlatılıyor. Hikayeler arasındaki bağlar zamanla kurulduğu için daha fazla bilgi vermemek en sağlıklısı.

Filmi genel çerçevede değerlendirecek olursak baya güzel bir yapım. Bir yandan 6 bağımsız film izliyormuşcasına farklı hikayelere sahip, farklı zamanlarda geçen 6 tane film var ortada. Bir yandan da hikayeler hem çeşitli şekillerle, hem de karakterlerle birbirlerine bağlandıkça, yani sona yaklaşılınca hoş bir bütün çıkıyor ortaya. Tabii bu noktada insan kitabı merak ediyor. En başta da belirttiğimiz üzere, kitabın filmden daha geniş kapsamlı ve bazı noktalarda çeşitli farklılıklar içereceği kesin gibi. Film bu kadar güzelken ve kitapta bu kadar ödül almışken sanırım ilgiyi, 1 şans tanınmayı kesinlikle hak ediyor. Film de ne kadar 172 dakikalık süresiyle biraz göz korkutsa da özellikle paralel kurgulu, bol hikayeli yapısıyla 3 saatin hakkını veriyor.

24 Ekim 2012 Çarşamba

Met Üst - Tek Kişilik Dev Dergi 2. Sayı



Metin Üstündağ abimizin haziran ayında ilkini çıkardığı "Tek Kişilik Dev Dergi" çalışmasından ve ilk dergiden bahsetmiştik. Derginin üstündeki "3 ayda bir yayınlanır" ibaresi nedeniyle, ilk dergi haziran-ağustos aralığını kapsayınca eylül ayı geldiğinde yeni derginin çıkmasını heyecanla beklemeye başlamıştım. Eylül başında gelen heyecan/merak, eylül sonunda "herhalde bu da tutmadı, devamı gelmeyecek" hayal kırıklığına bırakmıştı kendisini. Ekim ayı ise hayal kırıklığı sonrası süprizi ile geldi, "Tek Kişilik Dev Dergi" nin ikinci sayısı haftalık mizah dergilerinin yanında yerini almıştı.

Aslında kendi başına bir dergiden çok, Metin Üstündağ abimizin Penguen'deki "Pazar Sevişgenleri" köşesinin uzatılmış bir hali gibi dergi. Oradaki çoğunlukla ilişkileri olmak üzere hayatı, sosyal yapıyı, insanı karikatürüze edip sorgulayan karikatürler mevcut; tek farkı bu sefer belli başlıklar altında toplanmış (Önce-Sonra, Çok kareler sevdim seni, aşk, kültür farkı, kadın dediğin, vs.). Yine Penguen'de, "Pazar Sevişgenleri"nin hemen yanında ya da altında bulunan, "Süzme Bal" başlığı altındaki aforizma parodileri/denemeleri de yine dergide farklı başlıklar altında yerini buluyor (Doğu-Batı, Vahşi Kapitalizm-Romantik Sosyalizm, Sevgilim sevgilim, Teknolojik eşyaların gizli kalmış yanları, vs.). Bu bölümlerde parodik yaklaşımlarla insan alışkanlıklarına, sosyal hayatımıza, sosyal alışkanlıklarımıza yönelik eleştriler yer alıyor. Mesela "doğu-batı" bölümünde "Güneş doğudan -sadece- yükselir, batıda güneş enerjisinden yararlanılır!   Doğu bir zihniyettir, batı bir algılama biçimi!   Doğu saftorik, batı cin tonik!" tadında yaklaşımlarda bulunuyor.

Tüm bunların yanında birkaç tane önemli yazar/düşünürlerin yazılarına, anılarına, yorumlarına yer vermiş. Mesela ilk sayfada "İsmail Beşikçi Anlatıyor" başlığı altında, İsmail Beşikçi'nin düşünce suçu ile ilgili bir yazısı var. Devamında Deniz Gezmiş'in bir anısı, Oğuz Atay'ın son sözleri, Aydın Boysan'ın rakı ile ilgili bir yazısı, Fikret Mualla şiiri (Fikret Mualla'nın mektuplarından alıntılarla oluşturulmuş bir şiir), Yusuf Atılgan'dan "Sıradan Bir Gün", Küçük İskender, Mehmet Çağçağ ve Eflatun Nuri'den "Kıldan Tüyden bir Antaloji: Bıyıklıyken". Aralarında da (bence) en çarpıcı olanlarından birisi, Sadri Alışık'ın Ayhan Işık'a Mart 1979'da yazdığı bir mektup, direk orjinalinin kopyası (umarım gerçektir, ben gerçek olduğuna çok inanmıştım). Met Üst'ün yazıp Sencer'in çizdiği birkaç öykü de yerini almış dergide, kabaca özetlersek "sokak yaşantıları" ile ilgili diyebileceğimiz.

Son olarak da Metin Üstündağ'ın birkaç farklı çalışmaları var. Aralarda birkaç şiir, birkaç fotomontaj çalışması ve ilk dergideki gibi benim en beğendiğim bölümlerden biri olarak sulu boya çalışmaları. Sulu boya çalışmalarının bulunduğu bölüme "Ağlamak" başlığını koymuş bu sayıda; sanki bu başlık derginin bu sayısının genel ruhunu da yansıtıyor gibi. Sanki biraz daha melankolik, biraz daha hüzünlü gibi bu sayı. Metin Üstündağ'ı okuyanlar, takip edenler bilirler zaten kendisinin karikatürlerinde ya da yazılarında bazen hafif bir hüzün olur. Kaybetmiş, dışlanmış, ezilmiş karakterleri, ya da aynı duygularla insanlığı, ilişkileri ya da Türkiye'yi anlatır bazen. İşte, bu sayıya da genel olarak o duygu sinmiş.

Hızlı bir şekilde okunacak değil; daha çok göz atılıp üstünde düşünülecek, yorumlanacak, ya da izlenilecek, duygusal içeriği hissedilmeye çalışılacak bir dergi var karşımızda. Bir şeylerden yorulduğumuzda, kafamızı dağıtmak istediğimizde bizi farklı bir dünyaya, Metin Üstündağ abimizin dünyasına çekecek bir dergi.

18 Ekim 2012 Perşembe

Birsen Tezer Konseri - 17.10.2012 Ankara, Nefes

Bugün ilk defa canlı dinleme fırsatım oldu Birsen Tezer'i. İlk albümü "Cihan" ı Pınar'la birlikte sürekli dinliyoruz zaten. "Akustikhane" performansını youtubedan dinlemek mümkün. En son Jehan Barbur, yeni albüm tanıtım konserinde Birsen Tezer'le birlikte söylediği bir şarkıyı paylaşmıştı, ben de her ikisine birden bir kez daha hayran kalıp grupta paylaşmıştım. Bu akşamki konseri de ilk Lara gruptan paylaşmıştı, dün de Deniz aradı beni, gidiyor muyuz konsere diye. Nefes almanın pek bir zor olduğu "Nefes" barda hazırdık bugün konser için.

Tam yakın arkadaşınızın genç ve sevecen annesi gibi Birsen Tezer. Öylesine sempatik, öylesine güler yüzlü, öylesine sevecen ki her an sahneden inip tüm seyircilere yeni pişirdiği kurabiyelerini dağıtacak gibiydi. İnanılmaz iyi bir elektrik vardı seyirci ile Birsen arasında. Daha ilk şarkıda, Bülent Ortaçgil'den "Değirmenler" ile başladığında baya güçlü bir şekilde eşlik ettik kendisine. Bizim eşliğimizden duyduğu mutluluk gözlerinde parlıyordu resmen. Her şarkıyı tüm dinleyici, Birsen'le birlikte söyledik. Mükemmel bir sesi var Birsen Tezer'in, bir o kadar da harika bir albümü. Fakat yine de ben bu kadar çok kişinin tüm şarkıları bu kadar iyi ezberlemiş olmalarına baya şaşırdım. Sanki ilk albümünü yayınlamış birinin değil de MFÖ'nün konserini dinliyor gibiydim. Hemen hemen hiçbir şarkıyı Birsen Tezer tek başına söylemedi ve her yeni şarkıyı da o kadar coşkuyla karşıladı dinleyici. Kendi albümünden "Balıkesir" ve sonrasında da "Di Gel Yanıma" ile devam etti konser.

Kendi albümü "Cihan" ın sanıyorum ki tamamını çaldı konser boyunca. Kendi albümü dahilinde ve haricinde birkaç Bülent Ortaçgil şarkısı (Değirmenler, Aşk Var mı, Sensiz Olmaz, ve tabii ki Çığlık Çığlığa), Hüsnü Arkan'ın "Solo" isimli albümünde birlikte söyledikleri "Hoş Geldin" ve İlhan Şeşen'in yazdığı "Aşk Üzerine Söylenmiş Herşey" şarkıları ile güzelleştirdi konseri. Her şarkıda coşku biraz daha tırmandığı için birini ötekinden ayırmak neredeyse imkansız. Bir ara bas gitarda Gürol Ağırbaş "Şelpe" yi çalarken Birsen Tezer geri durup dinledi kendisini. "Şelpe" esnasında elektro gitar ve bateri de birer solo ile seyirciyi coşturdular.

Ne zaman ki Birsen Tezer'in kanunu geldi sahneye, heyecan tam tavan yaptı. Önce "Seher Vakti" ni çaldı, ardından "Aşk Bu Değil" ile enfes bir performans sergiledi. Konserin finalini, daha önceden söylediği üzere "Çığlık Çığlığa" ile yaptı. Bu noktada bir es vermek istiyorum. Bülent Ortaçgil şarkılarını pek çok kişi yorumluyor ve bazıları gerçekten çok başarılı oluyor. Örneğin "Değirmenler" şarkısının Birsen Tezer yorumu ne kadar enfes ise Şebnem Ferah yorumu ya da Fırat Tanış yorumu bir o kadar enfes bence. "Çığlık Çığlığa" da yine Bülent Ortaçgil'in en çok yorumlanan şarkılarından bir tanesi. Redd bence baya güzel söylüyor bu şarkıyı. Ama söz konusu olan Birsen Tezer'in yorumu olunca işin rengi değişiyor. Ne demek istediğimi tam anlatabilir miyim bilmiyorum ama şöyle söyliyeyim; konserin finali o kadar görkemliydi, Birsen Tezer o kadar coştu, dinleyici kendisinden o kadar geçti ki şarkı bittiğinde oluşan sessizlik bir an resmen havada asılı kaldı. Birsen Tezer son bir söz söylemek, veda etmek üzere "çok teşekkürler, önümüzdeki ay görüşürüz" demeye çalıştı ama o performans sonrasında çok bir şey söylemesine gerek yoktu diyebilirim. Veda ederken ve sahneden inerken gözlerinde yaşlar parlıyordu Birsen Tezer'in. Önümüzdeki ay tekrar bir konser verecekse Ankara'da, bir engel olmadığı sürece ben de tekrar orada olmaya çalışacağım.

Dipnot: Tüm şarkılara fizy linkleri ekledim, her birini ayrı ayrı çok beğendiğim için. Şarkı isminin üstüne tıklayıp dinlemenizi tavsiye ederim. "İstanbul" dan ayrıca bahsetmemiştim ama onu eklemezsem yarım kalacağını düşündüm. 1-2 tane daha bahsetmediğim şarkılar var, onları da beğenenler bulup dinlerler diye düşünüyorum.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Deli Bando - Yasemin Mori




Yasemin Mori'yi ilk albümü "Hayvanlar" ve albümün çıkış parçası "Nolur, nolur, nolur" ile tanımıştık, yaklaşık 4 yıl kadar önce. Rock müziğinin tekinsiz, saykodelik tınılarında dolaşan şarkıları çabucak dillere dolanmıştı. Hele bazı şarkı sözlerinin ne kadar güzel bulduğunu sosyal medyada paylaşan Türkçe hocalarımız oldu. Hele ki "Bırak bu Rock'n Roll'u" şarkısı, Korhan Futacı abimizin saksafonuyla eşliği sayesinde dinledikçe dinlenen bir şarkı oldu çıktı. Aslında ayrım yok; Hayvanlar her şarkısında bambaşka bir tat bırakan güzel bir albümdü.

Yasemin Mori'yi keşfettik, fakat uzunca bir süre canlı dinlemek için fırsatımız olmadı. Yurt dışında okumanın dezavantajı, uzunca bir süre kayıtlarla yetinebildik ancak. "Serbest Müzisyenler ve Yapımcılar Derneği" nin 1. konserinin kaydı, kendisini (klipleri haricinde) sanıyorum ki benim canlı gördüğüm ilk kayıttı. Sonra şansımıza 17. ODTÜ Rock şenliklerinde çıktı. Enfes bir konserdi; en güzeli de "Hayvanlar" albümünde olmayan pek çok şarkı söylemesiydi. Yaklaşık 1 hafta kadar önce "Deli Bando" adı altında çıkan albüm, en az ilki kadar efsanevi olacağını belli ediyordu. Temmuz ayında albümün ön planda şarkılarından biri olan "Dünya" nın klibi yayınlandı. Uzunca bir süre merakla ve hevesle bekledikten sonra da "Deli Bando" geldi.



Yukarıda da belirttiğim gibi; en az ilki kadar başarılı bir albüm "Deli Bando". Hatta ilk albümdeki şarkılar tını bakımından birbirlerine az çok yakındılar. Bazen 1-2 şarkı üst üste dinlenince uzun tek bir şarkı hissiyatı yaratabiliyordu. Oysa bu sefer her şarkının ayrı bir tadı var. Klibini aylar önce izlediğimiz "Dünya", 2 albümün toplamında iyimser bir tatta olan, karanlık bir ton içermeyen ilk ve tek şarkı. Albüme ismini veren "Deli Bando", gerek ismi, gerekse şarkı sözleri dolayısıyla bir delinin kafasının içinde dolaşıyormuşuz hissiyatı yaratıyor. Özellikle Boğaziçi Caz Korosu'nun eşliği bu hissiyatı baya bir güçlendiriyor. Korhan Futacı abimizin eşliği, etkisi, katkısı da pek çok şarkıda, saykodelik bir ton yaratmak konusunda kendini gösteriyor. Zaten kendisi saksafonuyla yine bazı şarkılara eşlik ediyor (fakat bu sefer "Bırak Bu Rock'n Roll'u" ndaki kadar ön planda bir solosu yok, ne yazık ki).

"Saykodelik rock" olarak tanımlamak doğru mu bilemiyorum; şayet doğruysa "saykodelik rock" ın günümüzdeki en başarılı sanatçılarından biri Yasemin Mori. İster yeni albümler olsun, ister yeni şarkılar ya da yeni konserler; kendisini her türlü heyecanla bekliyoruz. Yeter ki bize hayal dünyasını olabildiğine açsın.

14 Ekim 2012 Pazar

Mars Yıllıkları - Ray Bradbury

"Geldiler, çünkü korkanı vardı, korkmayanı vardı, mutlusu vardı, mutsuzu vardı. Herkesin bir sebebi vardı. Bir şey bulmaya, ya da bir şey elde etmeye, bir şey kazıp çıkarmaya ya da gömmeye geliyorlardı..."

"Mars Yıllıkları"; bilimkurgu ve distopya tarzında hikayeleri ile büyük bir efsane olmuş, birkaç ay önce vefaat eden Amerikalı yazar Ray Bradbury'nin ilk kitabı imiş. Bradbury hikayeleri 1940'larda yazmaya başlamış, kitap 1949'da basılmış. Kitapla ilgili birkaç kısa, turistik bilgi: Ruslar kitaptan esinlenerek 1988 yılında bir film çekmişler. Sanıyorum ki 1960'larda Amerika'da bir opera uyarlaması olmuş. Bazı hikayeler radyoda, bilimkurgu kuşağında okunmuş. Bazı televizyon programları, bazı hikayeleri televizyona uyarlamış. Aynı zamanda yine bazı hikayelerin çizgiroman uyarlamaları çıkmış.

Nedir peki Mars Yıllıkları? Hikayemizde Mars, üstünde yaşam olan bir gezegendir. Hatta üstünde çok eski bir uygarlık vardır. "Haziran 2011: ve ay hala ışıldıyordu" öyküsündeki bir arkeologun keşiflerini geminin kaptanına anlattığı kısımlardan öğrendiğimiz üzere, insanlıktan çok daha gelişmiş bir uygarlıktır Marslılar. İnsanların uzay yolculuğuna çıkmaya başladığı bir gelecekte (daha doğrusu günümüz-geleceği denilen bir gelecekte - geleceği tasvir eden bir bilimkurgu romanının tasvir ettiği geleceğin tarihinin gelmesi-) başlar hikayeler. Kitabı 3 bölümde değerlendirmemiz mümkün: İlk bölümde astronotlar Mars'a varırlar. İkinci bölümde yerleşimciler Mars'a varırlar ve Mars üzerinde dünyadaki hayatın bir gölgesi başlar (Kitabın arka kapağından aldığım, Ağustos 2001: Yerleşimciler bölümünde geçen paragraf bu bölümün başlangıcı sayılabilir). Üçüncü bölüm hikayelerinde ise Dünya'da devam etmekte olan savaş, insanlığın kendisini ve Dünya'yı yok etmesine doğru gitmektedir. Mars'ta yaşayan Dünyalılar, Dünya'ya roketlerle geri dönerler. Yani kısacası tam bir giriş, yerleşme, çıkış hikayesi "Mars Yıllıkları".

Hikayeler, ne kadar Mars'ta ve gelecekte geçse de başka yazarlardan okuduğumuz, ilginç bilimsel gelişmeler, ilginç uzaylılar ile hayalgücünün sınırlarında bilimkurgu öyküleri sayılmazlar. Arada Marslılar geçse de, bazı bilimsel icatlar hayal etse de hikayeler dünyalı insanların, dünyalı bakış açılarının, dünyalı mantıkların, dünyalı ilkelliğin, dünyalı egonun yani çok yabancı olmadığımız bir ortamın hikayeleri. Dolayısıyla bilimkurgunun çok hayranı olmayan insanların bilimkurgu okurken yaşayacakları sıkkınlık, ilgi kaybı bu hikayelerde çok fazla mevcut değil.

Öykülerin arasında beni en çok etkileyenler "Usher II" ve "Yağmurlar Çiseleyecek" öyküleri oldu. Usher II için "Fahrenheit 451" in oluştuğu hikaye de diyebiliriz sanırım. Bir çeşit Edgar Allan Poe'ya saygı duruşu olan hikaye, kurgu-fantazi hikayelerin yasaklandığı, her türlü kurgu-fantazi kitaplarının toplanıp yakıldığı bir geçmişe sahip. Öyle ki yeni nesil artık Poe'yu bilmeyerek büyümüş, Poe'nun hikayelerine yapılan göndermelere boş boş bakarak karşılık verir olmuş. Bir kitap, kurgu, fantazi aşığı milyarder Mars'a gelir, Poe, vampirler, cadılar, hayaletler ve daha bir sürü hayranı olduğu objelerle süslenmiş bir ev inşa ettirir kendine. Fakat her türlü kurgu-fantazi yasaklanmıştır ve bürokrasi Mars'a da gelmiştir. Yetkililerin Usher II evini yıkmaları an meselesidir. Kitapta açık ara beni en çok etkileyen hikaye "Yağmur Çiseleyecek" hakkında azından bile bilgi vermek istemiyorum. Çok özet bir şekilde, Dünya'daki nükleer savaş sonunda geçen hikaye, savaşın yıkımını savaştan ve yıkımdan hiç bahsetmeyerek anlatıyor. Bradbury'nin tüm hikayelerinde var olan mizah duygusu, mizahi yaklaşım bu hikayeyi gerilim yüklü bir trajediye büründürüyor.

"Fahrenheit 451" i saymazsak; Bradbury'nin, yakın zamanda çıkan "Resimli Adam" ile birlikte en çok beğenilen kitabıymış diyorlar "Mars Yıllıkları" için. Hem bilimkurgu açısından yapı taşı tadında bir kitap olması nedeniyle (1950'de yazmış adam, bazı yerlerde bunu hatırlamak insanı baya şaşırtıyor) bilimkurgu severler için, hem de bilimsel ayrıntıların çok fazla ve yorucu olmamaları dolayısıyla kurgu-roman severler için baya uygun bir kitap "Mars Yıllıkları". (Tabii Bradbury'nin iyi bir Amerikalı olduğunu unutmamak lazım; aksi taktirde Mars'a gidebilen tek devletin Amerika olması gibi bazı ayrıntılar can sıkabilir)

Looper - 2012


Akademiye tam zıt yönde ilerleyen filmler benim için her zaman daha ilgi çekici olmuştur. Motto dahilinde ilerleyen film seyirleri işin özgünlüğünü yok ederken, arada çıkan asi filmler biraz olsun bizlerin kendi gelmesini sağlıyor. Bu aykırılığın en son adımı 'Tetikçiler' olarak, yine çok anlamsız bir çeviriyle gelen 'Looper'.

Yönetmen Rian Johnson aykırılığını, eskiye yönelik saygı duruşunu da bozmadan gerçekleştirebilen biri. İlk filmi 'Brick' ile yine Joseph Gordon Levitt ile Film Noir'i liseye taşımış, kara film süslemelerini farklı bir uzama çok da göze batmadan profesyonelce yerleştirmişti. Diğer filmi 'Brothers Bloom' ile de Heist(Soygun) filmlerine selam çakmış ve yoluna devam etmişti. 


Looper'da ise biraz hızlı ilerlemiş Johnson, zira mevzu bu sefer bilimkurgu. Çok spoiler vermeden ince makaslarla konuyu şu şekilde özetlersek; 30 sene sonra (2074) zaman yolculuğu bulunmuştur. Geleceğin mafyaları, öldürecekleri insanları geçmişe (2044) gönderirler. Geçmişte de bu insanları öldürüp, cesetten kurtulamaları için tuttukları Looper'lar işlerini özenle gerçekleştirmektedir. Protagonistimiz Joe, işini adabıyla yapıp, parasını serserilikle yiyen karizmatik oğlanımız. Zaman gelir, devran döner, Joe'nun karşısına gelecekten 30 sene yaşlı hali gelir ve onu alt edip kaçar. Firmaya hesap vermesi gereken Joe, yaşlı halini ararken, bir yandan diğer Looper'dan kaçmaya çalışır. Daha sonra olaylar çok karışır. (Spoiler duvarına geldik.)

Baştan söyleyeyim, film benim için çok başarılı. Uzun zamandır bekliyorduk zaten Looper'ı. Ödüller aldı, beklentileri yükseltti. Buna rağmen filmi izlerken çok küçük boyutlarda hayal kırıklığı yaşadım. 


Hikayenin güzelliğinin yanında, yaratılan 2044 yılı atmosferi bilimkurgu severler için tam bir vaha. Akıllıca düşünülmüş, kesinlikle uçuk olmayan, gerçekçi bilimkurgu detayları, özellikle arkaplandaki birçok küçük buluşu bulmaya çalışırken kendimizden geçtik sinemada. Yeni nesil sanat, bina, teknoloji tasarımları yapan insanları kutluyorum. Bilim-kurgu ortamı bir hayli süpersonik. 

Atmosfer ve hikaye ile ilgili tek tepkim zaman yolculuğu ve telekinetik mutantların bir araya zorla sokulmuş gibi gözükmeleri. Yanlış anlaşılmasın, hikaye bu 2 olguyu sonlara doğru çok yerinde bağlıyor; ama mutantlara gerek var mıydı bilmiyorum. Rainmaker hikayesi (izleyince anlaşılacak) daha fantastik olmadan da bitirebilirdi, tamamen zaman yolculuğuna sadık kalınabilirdi diye düşünüyorum; ama dediğim gibi bu halinde de hiçbir sorun yok. 'Film ikisini de kaldırmamış abi, saçmalamış adam o ne öyle marvel filmi gibi.' diyen Angus Young arkadaşları sakinliğe davet ediyorum.

Oyunculuk gayet yerinde, Gordon-Levitt'in uzuun bir zaman Bruce Willis'e benzemeye çalıştığı apaçık. Başarılı yüz makyajının üzerine, yerinde ve emek verdiği belli olan hareketleriyle Bruce Willis olmuş resmen. Bu eleman kendini gittikçe kanıtlıyor. Zaten seviyorum JGL'i, daha da sevdiriyor her filmiyle arkadaş. Bruce Willis ise bildiğimiz Bruce, eline silah ver, koştursun. Eline iki Famas silahını aldığı sahne bir anlık Die Hard havası yaratmıyor değil; ama olsun biz Bruce'u öyle seviyoruz. Filmde onun önemiyeti birincil olmadığı için, odun oyunculuğu da biraz arkaplanda gömülebiliyor Bruce'un, o yüzden hiçbir sorun yok. Protagonist ve antigonistlerin tam olarak belli olmadığı filmde (ki bu durum çok leziz), oyunculuk illa ki daha bir öneme sahip olduğundan, bu iki kişi dışında da herkesin ortamı kurtaracak kadar filmi taşıdığını söyleyebilirim.


Çeşitli sanatçıların oluşturduğu V.A. Soundtrack ise filme çok uygun. Atmosferi uçurmaya gayet yardımcı nitelikte. 

Zaman yolculuğu konusu çok baş ağrıtan bir konu. Filmi izlerken muhtemel 'E abi o neden öyle olmadı? Bu neden buradan gitmedi?!' gibi sorular sorulabiliyor. Filmin bunlara ara ara verdiği alt-mesaj var; Farketmez. Otur filmini izle, aksiyonuna bak sen, boşver mantık hatalarını, loop hole'ları diyor. Boşver baba, ne düşünüyosun, ekmek kadayıfı gibi film yapmış adam sana, hala söyleniyorsun. 

Güzel bilimkurgu atmosferi üzerine, nezih oyunculuk, heyecanlı ve merak uyandırıcı hikaye ile doğru soundtrack derlemesi toparlayabilmiş bir yapım Looper. Haftasonunun 2 saatini daha güzel hale getireceği şüphesiz. 


Unmechanical - 2012 - Bağımsız oyunlar


Bağımsız 'Indie' oyunlar artık yıllara damgasını vuracak düzeye ulaşmayı başarıyorlar. Yüksek bütçeli prodüksiyonların aksine, ince düşünülmüş hikayesi veya oynanışı ile oyuncuyu tam kalbinden vurmayı başaran çok az sayılı oyun var dışarıda. Belki de en güzel başlangıç 2008 yılında Jonathan Blow tarafından geliştirilen Braid ile olmuştu. Mükemmel oynanışı, harika atmosferi ve hikayesi ver inanılmaz Soundtrack'iyle ne olduğunu anlamadan yüzümüzde patlamıştı oyun. Hala gözümde oynadığım en etkileyici oyunlardan biri olmasının yanında Soundtrack'ini zevkle dinlemeye devam ediyorum. 2009 yılında Amanita Design tarafında geliştirilen Machinarium ise o senenin en akılda kalıcı oyunu olmayı başarmış, steam-punk'ın kıyısından gezip, gotik havasını koruyan atmosferi ve eğlenceli hikayesi ve bulmacalarıyla oyunculardan tam puan almıştı. O senelerde uzun zaman Machinarium ile uğraştığımı hatırlıyorum. 



2010 yılına bakıldığında akla gelen isim benim için illa ki Super Meat Boy. Team Meat'in geliştirdiği oyun, Platform oyunlarına tamamen saygı duruşunu belli edip, üzerine bu saygı çerçevesinden birçok şey eklemişti. Hatta o kadar çok şey ekledi ki, oyun çıldırtacak derecede zor; ama komik hale geldi. Hala 1250'nci kere denediğim yeri saçma sapan gülme krizleriyle geçiştirmeye çalışıyorum oyunu oynarken. Çok eğlendirmişti.

2011 yılında ise en çarpıcı oyunlardan biri Limbo. Daha sonraları Emo kızların oyuncağı olan, 'Yağ çok duygusal oyun!' laflarını duyduğumuz şansız oyun, gariptir o kızların dediği gibi gerçekten başarılı. Ucu açık hikayesi, etkileyici sunuşu ve basit oynanışıyla oyunseverlerin bir saatte bitireceği (Emo kızların aylarca oynadığı) hoş bir öykü. Saatlerce olmasa da, 15-20 dakika sonu hakkında muhabbet etmeye zorlamıştı bizi Limbo. 



2012 yılını bitirirken de bu sene gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki en tatlı bağımsız yapım Unmechanical. Limbonun karanlıklığını, Braid'in özgünlüğünü, Machinarium'un tarzını ve Meat Boy'un pratikliğini içinde toplamaya çalışan bir oyunu andıran Unmechanical özünde çok basit ve eğlenceli. 

Öğrenci projesi olarak başlamış Unmechanical. Daha sonraları 'Beyler iş ciddiye bindi.' lafıyla olaylar gelişmiş ve evimize kadar girmiş. Oyun yapısı itibari ile platform-puzzle kırması denebilir bir şekilde. 


2.5D klasına giriyor oyun. 2.5D, 3 boyutlu bir uzayda, sadece tek bir düzlemde 4 yöne gidebildiğiniz bir koridorun olması olarak düşünülebilir. Bu olayları çok kolaylaştırırken, arkaplanda olan biteni de incelemek için harika bir şans veriyor. 

Ortalama bulmacaları, kısa süren oyun zamanı oyuncuyu düşüren etkenler olsa da, harika tarzı, güzel atmosferi, mükemmele yakın Sountrack'i ile benim için 2012'den akılda kalacak bir oyun oldu kendileri. Oyunun fragmanını zaten siz bulursunuz, o yüzden soundtrack'ten 'Ana tema'yı ekliyorum sona.

Caspian - Waking Season


Hazar Denizi görmek istediğim yerlerden biri. Dünyanın en büyük gölü biliyorsunuz, hatta insaların yüzü olmamış oraya göl demeye, deniz demişler; ama konumuz bu değil. Konumuz diğer Caspian.

Caspian 2004 doğumlu, Amerika kütüklü, instrumental bir post-rock grubu. Kendilerini biz, 2011 Nisan ayında Belçika - Zottegem'de düzenlenen nezih DunkFest!'te tanıdık. Festivalde Caspian'a kadar her şey normal ve güzel gidiyordu, ki Caspian inanılmaz sahne performansı ve mükemmel albümü Tertia ile bizi darma duman etmişti. Güzel ışıklandırma ince düşünülmüş haylazlıklar seyircinin tam beğenisini toplamıştı ki benim için hala 2011 DunkFest!'in en iyi grubuydu Caspian, God is an Astranout falan hikaye gelmişti. O günden beri Tertia albümünü zevkle dinliyorum Ankara sokaklarında. 

Caspian'ın en net özelliklerinden biri durdukları yeri ve çevresindeki grupları iyi bilmeleri. Godspeed you Black Emperor, Sigur Ros ya da Mogwai gibi gruplardan esinlendiklerini veya etkilendiklerini açık açık belirtmekle beraber, 4 gitar kullanmak gibi değişik tarzlarıyla da, sayılan diğer grupların arkalarından gitmediğini de dinleyiciye farkettirmeden geçmiyorlar. 

Waking Season Caspian'ın en yeni albümü, çok taze. Uzun zamandır bu albümü bekliyordum, zira albüm çıkmadan önceki yaptıkları açıklamalarda olayın biraz daha yumuşak olacağını; ama karanlık ve heyecanlı taraflarını da koruyacaklarını belirtmişlerdi. Uzun zaman geçti, albüm sonunda geldi. 


Ve bence tam dediklerini yapmış Caspian. Dediğini yapan gruba saygım sonsuz. Ağırdan alan Waking Season, Caspian'ın şekil değiştirmesinin ilk adımlarını bize verir gibi. Yavaş yavaş başlayan albüm, kendilerine haz 'eko' tarzlarıyla çekiç gibi vuruyor dinleyiciye. Ara ara nefes alırken, genel çerçevede temposunu sürekli değiştirerek hiçbir şekilde sıkmıyor ve her parçayı favori olabilecek şekle sokuyor adeta. Dönüşümün ince dokunduğu, heyecanın alttan alttan verildiği bu albümün en güzel yanı da belki yine outro şarkının mükemmel olması. Caspian DunkFest!'te Tertia'nın bitiş parçası Sycamore ile harkulade bir şov gerçekleştirmişti; parçanını sonlarına doğru davulun ağır basmasıyla gitaristler sırayla gitarları bırakıp 5 kişi birden davul çalmaya başlamışlardı, kendimizden geçmiştik. Aynı şekilde bu albümün de son şarkısı 'Fire Made Flesh'  bitiş konseptine çok uygun, parça ile şık bir konser bitişi yapacaklarını düşünüyorum.

Postrock denince benim gözümde ilk akla gelen isimlerden biri olması gereken, bilinmiyorsa kesinlikle şans verilmesini önerdiğim tatlı mı tatlı bir grup Caspian.