31 Ocak 2012 Salı

H. G. Wells

Asıl adı Herbert George Wells. Kendisi Jules Verne ile birlikte bilim kurgunun babası sayılıyor. Kendisi tarih, politika, savaş gibi pek çok konularda kurgusal olmayan bir sürü yapıt vermiş, yüzlerce makale yazmış... (http://en.wikipedia.org/wiki/H._G._Wells_bibliography) Tabii bizim kendisini tanımamızın ve bu yazıya konu olmasının nedeni başta da belirttiğim gibi bilim kurgunun babası olması.

Kendisini şimdiye kadar okumamış olan dostlara ismin aşina gelmesi için Türkçe'ye çevrilmiş (dolayısıyla en meşhur olan) birkaç kitabından bahsetmekte fayda var. Orson Welles tarafından radyoda okununca gerçek sanılarak Amerika'da yüzlerce insanın paniğe kapılmasına neden olan "Dünyalar Savaşı", yer altında yaşayan halk Morlockları bilim kurgu edebiyatına kazandırmış olan "Zaman Makinesi", onlarca uyarlamaya konu olmuş "Görünmez Adam" ve "Dr. Munreu'nun Adası" benim Türkiye'de kitapevlerinde görebildiğim kitapları (kitapevleri dediğim de en fazla Kızılay Dost ve İmge'den ibaret, kendimi bir an tüm Türkiye'yi gezmişim gibi hissettim). Her bir kitap ile ilgili, birbirine atıflarda bulunarak uzun uzun, farklı konularda yazmak, konuşmak mümkün. Bu yazının konusu ise yeni tanışılmış bir sahafta (Burak'a sevgiler) bulduğum "Kızıl Oda ve öteki öyküler" isimli bir toplama öykü kitabı.

Adından da anlaşılacağı üzere kitap "Kızıl Oda" ve öteki kısa öykülerden oluşuyor. Her biri 10-15 sayfa arası değişen 20 öykü var kitapta. H. G. Wells'in bilim kurgunun yanı sıra Steampunk'ın da yaratıcılarından biri olduğunu göz önünde bulundurunca öykülerin hemen hemen tamamının Viktoryen İngiltere'sinde geçmesi çok şaşırtıcı olmaz sanırım. İşi ilginç kılan kısım ise öykülerin tamamının bilim kurgu olmaması. Kimi öyküler var ki çok sıradan insanların, sıradan hayatlarından, sıradanın bir tık ötesinde bir kesitini anlatıyor. Mesela ayağını sakatlamış bir adam, camından dışarıda olanları izliyor, ya da iflasın eşiğindeki bir küçük esnaf, karısının zengin bir akrabasından para istemek için bir sürü iç çelişki yaşıyor. Bilim kurgu olmayan hikayelerin çok heyecan verici olduğu söylenemez. Fakat zaten en fazla 15 sayfa olduklarından yorucu, sıkıcı bir hal almıyorlar. Öte yandan karakterlere çok başarılı yaklaşımlar heyecan vermese de baya zevk veriyor. Mesela küçük esnafın, karısının (çok da hoşlanmadığı) zengin akrabaları ölüp de tüm varlıkları onlara kalınca üzülmeye çalışması ve kaç tane yazlık villa olduğu düşünceleri arasında gidip gelişi insanda "eheh" efekti oluşturuyor (pöf, ne işkence bir cümle oldu).

Tabii kitabın bir de çoğunlukta olan kurgusal öyküleri var. Kurgusal öyküler çoğunlukla baya iyiler; bir iki tanesi de -bence- bütünün içinde sıkmadan geçip gidiyor. Öykülerde günümüzün iyi tanınmış yazarlarından bazılarının bazı hikayelerinin temellerini bulmak mümkün. Mesela ben Stephen King'in 1408'i, Kızıl Oda'nın detaylandırılmış bir biçimi (Ya da Kızıl Oda'ya ne demeli? -Red Room. bknz. Shining). Kitabın en uzun öyküsü olan "Körler Ülkesi" bence kitaptaki en başarılı bilim kurgusal sosyolojik hikaye. Bir deprem sonucu dünyanın geriye kalanından kopan bir köy; köydeki herkes bir salgın sonucu kör oluyor ve yeni doğan çocuklar kör olarak doğuyorlar. Bir süre sonra ise görmek kavramı bu köyün insanları için tamamen yok oluyor. 15 kuşak sonra ise kazara bir insan düşüyor bu köye. Gören adamın körler ülkesindeki maceraları, körler ülkesindeki sosyal yapı falan... Baya etkileyici bir hikaye çıkarmış ortaya.

Son celsede bulunabilinen tüm kitapları okunması gereken bir yazar H. G. Wells; en azından söz konusu bilim kurgu olunca. Arthur C. Clarke bile Wells hayranıymış, H. G. Wells Society'nin zamanında ikinci başkanıymış.

24 Ocak 2012 Salı

Locke & Key

Hani bazen bir kitabın ilk birkaç sayfasını okursunuz da ardından o yazarın tüm kitaplarını okumak istersiniz ya; işte o türden bir açlığın garantileyicisi bir çizgi roman serisi "Locke & Key". Joe Hill isimli abimiz 2008 yılının başında yazmaya başlamış, şimdiye kadar 4 ciltte toplanmış 24 sayı ve 5. cildi oluşturacak 4 sayı yayınlamış. 4. ciltten benim hissettiğim hikaye sona yaklaşıyor gibiydi, sanıyorum ki 5. cilt sonuncusu olacak. Anlattığı bu hikaye ile birkaç Eisner ödülü ve British Fantasy ödülünü almış Joe abim.



İş böyle olunca, dedim ya ikinci sayfada merak ediyor başka neler yazmış bu abi de biz kaçırmışız şimdiye kadar diye. Çok bir şey kaçırmış sayılmayız; henüz çok yeni bir yazarmış Joe Hill. Yazdığı kısa öyküler pek çok ödüller kazandırmış kendisine; Ray Bradbury Fellowship, Bram Stoker Ödülü, British Fantasy ödülü (bunu iki kere kazanmış demek ki) falan da filan da. İlk kitabı "Heart-Shaped Box" 2007'de yayınlanmış. Türkçe'ye "Kadife Kutudaki Hayalet" şeklinde çevrilmiş. Ankara'da baktığım hiçbir kitapevinde bulamadım ben kendisini; asıl dilinde okumak için bir işaret olsa gerek bu. Peki asıl bombaya hazır mısınız? Joe Hill abim, babasıyla karşılaştırılmamak, babasının adını kullanıyormuş gibi olmamak için gerçek adını kullanmıyormuş. Kendi asıl, uzun ismi: Joseph Hillstrom King.


Locke & Key ile ilgili çok fazla bir şey anlatmak istemiyorum; çünkü söylenecek her cümle bir sayfanın süprizini kaçıracak. En üstü kapalı haliyle: Locke ailesi yaşadıkları bir trajedinin ardından Lovecraft kabasında babalarının büyüdüğü eve taşınırlar. Hikayenin odağında 3 Locke kardeş var. Kardeşler taşındıkları bu evde bazı ilginç anahtarlar bulurlar, baya ilginç özellikleri vardır bu anahtarların. Tabii doğal olarak bu anahtarlarla ilgilenen birileri daha vardır ve artık bu birileri ile Locke ailesi arasında çeşitli karşılaşmalar yaşanır.

Çok başarılı karakterleri, iyi işlenmiş olay örgüsü ile baya başarılı bir seri Locke & Key. Sanıyorum (umuyorum) ki yakın bir tarihte Türkçe'ye de çevrilecektir. 2010-2011'de dizi uyarlaması için birkaç girişimde bulunulmuş. Söylenen o ki Fox uğraşmış, didinmiş, bir pilot bölüm yayınlanmış. Ama pilot bölüm çok tutmayınca vazgeçmişler, proje rafa kaldırılmış. Çizgiroman uyarlamalarının çok revaçta olduğu, ama çok başarılı olmadığı günümüzde belki de çizgiroman olarak kalması çok da fena olmaz.

Görsel köşe,

Bu sabah yine işsiz olmamın getirisiyle aradan birkaç şeyi kısaca çıkarmak istedim. 













Devlet Tiyatrolarının oyunlarından biri olan Barış'a gittik birkaç gün önce, Antik Yunan oyunu olan Barış, sonralardan 1900lerin ortalarında modernleştirilmiş, 2010'da da biraz Türklük serpilmiş içine, detayını anlatmak istemiyorum ama Senaryo olarak zaten çok karışık olmayan; ama derin anlamlar çıkarılabilecek ve bence maalesef zayıf kalan bir oyun. Bizden çok geçer not alamadı. 


Bir Zamanlar Anadoluda'yı sonunda evde DVD keyfi ile izleyebildim. Üç Maymun'dan sonra gerçekten bence de en azından halka biraz daha yakınlaştı NBC. Uzak hala favorim olmasına rağmen, BZA büyüleyici bir film. Müthiş atmosfer, müthiş bir yönetmenlik, harika oyunculuklar ve çok sıcak bir senaryo. Filmin içinde kendimi kaybettim. Uzun zamandır bir film başlarken bu kadar heyecanlanmamıştım, en son Nolan filminde olmuştu sanırım. Muhtarın kızının çay verme sahnesinde ben de aşık oldum kıza. (Ablam yukarıda.) Teşekkürler NBC, eski filmlerini hiç aratmıyor yenileri. Her şey çok güzel, her şey çok yerinde. Filmin gece sekansına diyecek kelime bulamıyorum, görülmesi gerekiyor sadece. Fırat Tanış duruşuyla yetti bana, harika bir insan. Kamera arkasında bağlama çalışını da gördüm ya, yetti bana. 


Ejderha Dövmeli Kız'ın kitaplarını da okumadım, İsveç (ti sanırım.) filmlerini de izlemedim, o yüzden karşılaştırma yapmayacağım. Fincher bu işi biliyor ama. Düşmeyen temposu, vurucu sahneler, çok iyi Ejderha Dövmeli Kız (!) seçimi ile harika bir prodüksiyon var. Spesifik olarak Daniel Craig'ten korkuyorum diye arkadaşım var, Efe kendisi, korkma, Bond'u düşünmedim bile yüzüne bakarken Craig'in. O kadar sıyrılmış bence Craig her şeyden. Filmin Introsuna benden artı bir puan. Zeppelin seven olarak çok zevk aldım.



Zenne, harika bir girişe sahip. Intronun etkisinden çıkamamışken çoğu sahnede çarpıldım. Zenne, bir homoseksüelin başından geçenlerin bir film gerçek bir olaydan esinlenilmiş, ki bu daha da vurucu yapıyor filmi. Oyunculuklar şahane, atmosfer yerinde, karşılaşılan gerçeklik ise hayli insanı boğan cinsten. Türü ve Türkiye koşullarında bakılacak olursa örnek teşkil edebilir Zenne. Akılda kalıcı sahneleri var; ama beğenmediğim yönleri de az değil. Filmin müziklerini Demir Demirkan iyi kaldırmış, gayet uyumlu bence her şey. Görüntü yönetmenliğini ayrı sevdim, lens açılarının değişimi ile flashback çok aklıma yattı benim. Kişisel olarak Şehit Binbaşının ailesi beni çok başka yerlere götürdü. Dram aralarda çok abartıya kaçtı diye düşündüm izlerken, en sonunda gerçek bir hikaye olduğunu görünce sustum. Herkesin kaldıramayacağı, cesur, ama biliyorum ki yine çok tepki çekecek bir film Zenne.  




Uzun mesafe sonunda bizi çağırıyor, cuma günü Bronx Pi Sahne'de Avrupa'da bir türlü yakalayamadığımız Long Distance Calling'i sonunda yakalıyoruz. Pislikler Belçika'ya, Dunk Fest'e de gelmemişlerdi, çok şey kaçırdılar, onlar kaybettiler. Postrock müziği altında aslında müziklerine buram buram metal döken abiler, ki kendiler bambaşka müzikler yaptıklarını savunuyorlar sürekli, bu sektörde Erinç ile beraber, aslında Erinç'in çok değil sanırım, kişisel favorilerimizden; heyecanlıyız. Daha da kişisel notum var; Into the Black Wide Open ve 'özellikle' Arecibo çalmazlarsa mekanı yıkarım.


17 Ocak 2012 Salı

Kutuluş Son Durak


İlk defa tanıştığım Yusuf Pirhasan'ın sanırım ikinci sinema filmi Kurtuluş Son Durak. Kadına şiddeti mizansen yönden veren film, şu sıralar sinemalardaki filmlerden bir hayli değişik bence, ki yazma gereği gördüm. 

Film bana ilk olarak Levent Kırca ve Nevra Serezli'nin başrollerini paylaştığı 'Ne olacak şimdi?'yi anımsattı bana. Kadın şiddetini, apartman ve sokak uzamlarında, özelden genele aktarmaya çalışan filmin kısa özeti şöyle; Kurtuluş Son Durak'taki 'Saadet' apartmanına, sevgilisinden yeni ayrılmış Psikolog ablamız Eylem taşınır. Bunalıma giren Eylem'i, apartmanın diğer kadın sakinleri kaldırır, kendine getirir. Kadına şiddetin kol gezdiği apartmanı adam etmeyi kafasına koyan Eylem, diğer kadınlarla 'pembe fularlarını kuşanır ve harekete geçerler. 

Apartman filmlerini aşırı beğenirim, karakterleri kapı numaraları ile tanıdığımız, açılmayan kapılardaki sakinlerin daha gizemli olduğu filmler çok çekici geliyor. Bu film de aynen öyle tanıtıyor karakterleri. Mizah ile birleşince bu özellik, çok sıcak bir film oluşmuş benim gözümde.  Sakin ve uyumlu renklerin de kullanılması, filmi daha da sıcak bir hale getirmiş. Müzikler, setler de kanımca gayet yerinde. 

Filmde çok birşey olmayınca, her şey oyunculara kalıyor aslında. Bu konuda film bence çok başarılı, Demet Akbağ, Nihal Yalçın, Ayten Soykök, Asuman Dabak, Mete Horozoğlu, Ahmet Mümtaz Taylan beni çok tatmin ettiler oyunculukları ile. Özellikle Nihal Yalçın ve Ahmet Mümtaz Taylan'ı iki kere kutluyorum, çok müthişti. (Özellikle Mümtaz Taylan son zamanlarda hem bu film ile, hem TV dizisi Leyla ile Mecnun ile, hem de Bir Zamanlar Anadolu'da ile favorim net.) Mizahı da, dramı da çok iyi kaldırmışlar karakterler oyunculuklar sayesinde, hiç gözüme batan biryer olmadı.



Film kurgusu ile de beni memnun etti, son dakikaların acelesi midir bilemiyorum, sonlara doğru film bence biraz havalandı, abarttı bazı olayları, bir anda çok özelden genele çıktı. Sonu biraz gözüme battı benim, onun dışında hiçbir sorun yok. Özellikle kadına şiddet ve kadın-erkek eşitliğini, bugünlerde sokaklarda bas bas bağıran bağnaz, yoldan sapmış feministler gibi değil de, teorik olarak tam optimum seviyesinde savunuyor. Kadınların maruz kaldığı şiddeti, nedenlerini, örneklerini ve yapılması gerekenleri film su gibi vermiş izleyiciye. Öyle zehir zemberek bir feminizm havası yok, ki müthiş bi'şey bu. 

Güzel konusu, hoş işleyişi ve harkulade oyuncukla Kurtuluş Son Durak bence izlenecek filmlerden bu ara. Kişisel bir son notum, hanım teyzelerle sinemaya gitmeyi çok özlemişim, her sahnenin öncesi ve sonrasında 'Bu kız ölür, bak şimdi ne olacak?, Vah kızım!' gibi yorumların duyulduğu sinema salonunda çok eğlendim. 


Barış Manço Anısına

2002 yılında, ölümünün 3. yıldönümünde Barış Manço'nun anısına bir albüm hazırlanmıştı. Cahit Berkay'ın yapımcılığında, dönemin sanatçıları Barış Manço şarkıları söylediler. Fakat albüm "her yönüyle Barış Manço" tadında bir yapıya sahip olmaya çalışırken karaktersiz bir albüm olup çıkmıştı. Şöyle ki Haluk Levent, Teoman, Ayna ile rock yorumları varken araya giren Yavuz Bingöl, Mahsun Kırmızıgül, Hülya Avşar olayı fena halde bozmuşlardı (Yavuz Bingöl yine nispeten iyiydi aslında, genel çerçevede dinlemeye değer birkaç yorumdan biriydi). Sezen Aksu ve Muazzez Ersoy'un da ruhsuz yorumlarıyla iyice dinlenmez bir albüm olmuştu "Yüreğimdeki Barış Şarkıları".



Albüm olarak pek bir fena da olsa çok başarılı yorumlar da vardı arada. Mesela Teoman'ın "Anlıyorsun Değil mi?" yorumu, en az Barış Manço'nun ki kadar iyiydi bence. Sertab Erener'in "Dağlar Dağlar" ı keza; bence Barış Manço'nun Mançoloji'deki yorumundan çok daha iyiydi. Hele ki Kurtalan Ekspres'in "Gibi Gibi" si, hala daha sık sık dinlediğim bir şarkıdır.



Bu albümü aldığımdan beri hep aynı albümün yeniden yapılması gerektiğini düşünmüşümdür. Hep de düşünürdüm; böyle bir albüm yeniden yapılsa hangi şarkılar yer alırdı? Hangi şarkıyı hangi şarkıcı seslendirse çok güzel dururdu? İşte, 13 yıl sonra benim bu hayalimi Kurtalan Ekspres gerçekleştirdi. İlkinden çok daha başarılı, fakat yine de hakkını verememiş bir albümle.



Öncelikle -sanıyorum ki ilk albümden ders alınmış- daha karakterli bir albüm olmuş "Göğe Selam". Bülent Ortaçgil, Nev, Feridun Düzağaç bile albümün genel rock tadını bozmamış, araya uyum sağlamış. Tabii bunda şarkıların tamamını Kurtalan Ekspres'in yapması, misafir sanatçıların sadece solistlik yapmasının etkisi büyük. Teoman'ın "Dönence" yorumu ve Fuat Güner'in "Can Bedenden Çıkmayınca" yorumları bence enfes olmuş, hatta "Dönence" üzerinde biraz daha çalışılsa başyapıt olabilecek kıvama gelmiş. "Kara Sevda" nın unutulmamış olması beni sevindiren ayrıntılardan; ne kadar daha iyisi bulunabilir idiyse de Özlem Tekin de baya güzel söylemiş.


Albümün olumsuz yönleri ise; öncelikle şarkıların ritmi baya bir yavaşlatılmış.  "Kara Sevda", "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa", "Yeni Bir Gün" başta olmak üzere tüm şarkılar en az 1.5 kat daha hızlı bir ritimle söylenebilirdi bence ve çok daha güzel olabilirlerdi. Nerede 10 yıl önce "Gibi Gibi" yi enfes bir şekle sokan Kurtalan Ekspres... Bir başka konu ise şarkıların asıllarına aşırı sadık kalınması. Bir "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa" var ki aslından tek farkı Nev'in söylemesi (ve aslından daha yavaş bir ritimde). Yıllar önce Kurban bu şarkıyı çok başarılı bir şekilde yorumlamış, eğer ki o yorumdan daha iyisini yapamadıktan sonra bir anlamı kalmıyor bence. Hele ki Hayko Cepkin'in "Yeni Bir Gün" yorumu... Nerede Ogün Sanlısoy'un "Korkma" albümündeki Hayko Tarzı, nerede Aylin Aslım'ın "Bir Çocuk Sevdim" indeki Hayko tarzı, nerede "Anlıyorsun Değil mi?" deki Hayko (Yeni Bir Gün = merhaba + anlıyorsun değil mi + ne köy olur, ne kasaba + elveda).

Bülent Ortaçgil, Hayko Cepkin ve Nev'in başarısız; Emre Aydın, Ogün Sanlısoy ve Özlem Tekin'in çok daha başarılı olabilecek yorumları ile benim nezdimde yine hakkını verememiş bir anma albümü. Bir de şöyle bir şey var; "Barış Manço, Cem Karaca ve Bahadır Akkuzu'yu anma albümü" diye bir albüm var. 1 tane "Cem Ağabey" diye yeni bestelenmiş bir şarkı haricinde Cem Karaca ve Bahadır Akkuzu şarkısı yok albümde. Bahadır Akkuzu tarafından bestelenmiş çok güzel Barış Manço şarkıları varken söz-müziği Barış Manço'ya ait şarkılarla Bahadır Akkuzu'yu anmak pek bir eğreti duruyor. Cem Karaca ise albümün içindeki yazıları saymazsak ismi sadece reklam için zikredilmiş gibi duruyor.

Ah bu albümü ben yapacaktım, şarkıcıları, şarkıları, tonları ben seçecektim, düzenlemeler benim istediğim gibi olacaktı, böyle mi olurdu? Bir "Cacık" olurdu mesela...

12 Ocak 2012 Perşembe

Margin Call

Margin Call




Tanıdık olmadığımız yönetmen J.C. Chandor'un pek de tanıdık olmayan filmi Margin Call. Kevin Spacey ve Zachary Quinto başrolde olunca ilgimi çekmişti benim de. Fragmanından hiçbirşey anlamadıysak da yine de bir şans verelim ve izleyelim dedik.

Efendim, olaylar gerçek bir olaydan esinlenme aslında. Yatırım bankacılığı yapan bir süpersonik şirketin akşam iş çıkışı sonrası bir risk yönetimi elemanının bulduğu bir algoritma yanlışı ile başgösteren finansal krizin gerçek zamanlı seyrini izliyoruz. (Çok uzun cümle oldu, benim de aklım karıştı, ama öyle arkadaşım filme kafa basmıyor.)



Çok karışık ve aslında bir o kadar da sıkıcı olan konuya yapılması gereken aslında birçok iş var ki, biz de filmden zevk alalım. Öncelikle yönetmenliği ben gayet başarılı ve yerinde buldum. Anlatılmak istenen zor bir konu, bu yüzden filmde sürekli patronlardan 'Bana bunun İngilizcesini anlatır mısın?' gibi replikler duyuyoruz, bu şekilde 3.5 dakika boyunca bir elemanın anlattığı algoritmayı biz de sokaktan geçen vatandaş olarak 'daily life' mealini alıp anlıyoruz. Evet her yerde bu oluyor, bu da bazen can sıkıyor; 'Lan bi biz de görseydik neler oluyomuş bitiyomuş, o monitorü bi de bize çevirin be!' dediğim oldu benim, sürekli mealleri yemekten. Ama yine de ne çok karışık, ne de çok salağa anlatır gibi vermiş bize Chandor abi, takdirimi kazandı bu yüzden.

Görüntü yönetmenliği de bence iyiydi, beyaz-mavi-siyah tonlarının ağırlıklı olduğu ofis boğumu ve gerilimini sürekli hissediyordum ben izlerken. Setler zaten ofis, çok uğraşmaya gerek yok, işin güzel yani film akşam sekiz - öğlen 12 arasında geçtiği için çoğunlukla ışıkları açık bırakılmış boş ofisler ve gece toplantıları görüyoruz. Müthiş heyecan ve gerilim kattı bu bana izlerken, güzel süblimine birşey yakalamışlar diye düşünüyorum.

Soundtrack bazı yerlerde klip havasına girse de, ambiyans müzikleri ile ofis toplantıları sahnelerinin gerilimini kat kat arttırmıştı. 

Bunun dışında başta Kevin Spacey (bayılıyorum.) olmak üzere, Zachary Quinto, Jeremy Irons ve özellikle yeni  zamanlardaki favorim Paul Bettany süper iş çıkarmışlar. Ofis geriliminde aslında yapman gereken çok birşey yok, ama işten anlamayan, sadece masa başı işi yapan patron, onun patronu, onun elemanı rolleri bence gayet doğal ve mesafeli olmuş, bu benim en beğendiğim özelliği oldu genel oyunculuğun. Anlatamadığımın farkındayım, filmi izleyenler ne demek istediğimi anlayacaklar ama. Kişisel artı bir not: Demi Moore müthiş bir Risk Management Officer olmuş, bayıldım, ayıldım tekrar bayıldım. 

Sade işleyişi ile Ofis gerilimini bence çok güzel veren bir yapım Margin Call. İnternette okuduğum çoğu kritiğe çok katılmadım, ama yine takdir öznel efenim.