8 Eylül 2012 Cumartesi

Solaris - Stanislaw Lem - 1961



Solaris, küçükken Soderberg'in uyarlamasını izleyip, hiçbir şey anlamadığım, garip bir bilimkurgu filmi olarak tanımlıydı aklımda. Bir süre önce, iletişim yayınlarının da kitabı tekrar basması ile, bu önyargıyı kafamdan silmek için kolları sıvadım. Uzun zamandır elimin altında duran Solaris'i, son İstanbul yolculuğu sırasında okumaya başladım. Bir çırpıda biten kitap, bütün her şeyi kursağımda bırakmasının yanında, filmleri de açlığımı zerre dindirmedi, aldığım zevk üst seviyelerde.

Solaris'i anlatmak zor; çünkü kitap birinci cümlesinden itibaren korkunç derecede heyecanlı ve esrarengiz bir hal alıyor. Kris Kelvin adlı sorunlu bir psikiyatrist, kitabın geçtiği zamandan yaklaşık yüz yıl önce bulunan Solaris adlı gezegen hakkında yazdığı makaleler ile ilgi toplar ve Solaris'in yörüngesinde bulunan araştırma üssü tarafından çalışmalara davet edilir. Kelvin'in Solaris'e Prometheus adlı modül yardımıyla inişiyle başlar hikaye. Araştırma gemisinde gariplikler silsilesi hemen göze çarpar ve geçen zamanla Kelvin geminin içindeki 'ziyaretçileri' farkeder. Bu ziyaretçiler, araştırma ekibinden olmayan; ama orada olduklarını da gayet garipsemeyen bazı kişilerdir. Son olarak tanıştığı ziyaretçi de, yıllar önce intihar eden eşi Rheya'dır. 



Ne olduğunu anlamadan, müthiş bir gerçeklik ve mantık tufanıyla vuruyor Solaris okuyucuya. Aslen doktor olan yazar Stanislaw Lem, kendini bilime vermiş bir insan. İkinci dünya savaşı öncesi tıp okumaya çalışıp, savaş yüzünden eğitimine ara vermiş ve ancak savaş sonrası istediği mesleğe kavuşabilmiş. Daha sonraları yazmaya başlayan bu Polonyalı, Solaris ile kasıp kavurmuş ortalığı. Yazarın geçmişini biraz olsun gördükten sonra, eserdeki müthiş bilimkurgu öğeleri ve beni bile bazen yıldıran bilimsel terimler, kuramlar dalgası daha da mantıklı geliyor. 

Solaris, kırmızı ve mavi iki güneşin olduğu bir sistemde, tümüyle okyanus ve üzerinde küçük benekleri andıran adacıklardan oluşan kendi halinde bir gezegen. Mavi gündüzün, mor geçişiyle, kırmızı gündüze dönüştüğü ve az bir süre de tamamen gece karanlığına büründüğü Solaris, iki güneşin gezegende yarattığı değişken çekim kuvveti ile, garip benliğini insanoğlunun ilgi menziline sokmayı başarıyor ve araştırmalar başlıyor. Farklılıkların, garipliklerin gittikçe arttığı araştırma sonuçları ile, Solaris'in aslında bir gezegen olmadığı, bilincinin olduğu kocaman bir organizma olduğu kuramları ortaya atılıyor. Yaptığı hareketler, verdiği tepkiler ve tepkisizlikler, gösterdiği agresif davranışlar ile Solaris insanın bütün ilgisini kazanıyor. Sürekli gelişen başarısız araştırmalar, insan hayatına malolan kazalar ve harcanan devasa miktarda paralar ile ilgi gittikçe azalıyor ve araştırma projesi 4 kişilik bir projeye kadar düşüyor. Değişiktir ki, Solaris bu 4 kişiye çok farklı bir açıdan yaklaşıyor. 



Müthiş bir bilimkurgu arkaplanı ile süslenmiş, gizemin ilk satırdan, son kelimesine kadar korunduğu hikaye aslında beklenilenden çok fazla konuyu Kelvin aracılığıyla vermeyi amaçlıyor. Basit bir 'Uzaylı' konusu, rüyalarıma girecek kadar ağır, sürekli kafamı kurcalayan insan varoluşu, madde ve bilinç arasındaki ilişki, hayat tanımı, duygu ve mantık uyuşmazlığı, tinsel ve tensel temas çelişkileri gibi yüksek dozda mevzulara bürünüyor. Bir yandan Solaris'in o sonsuz okyanusunun mavi güneşle parıldadığı manzaradan mest olurken, bir yandan Kelvin'in yanıbaşında uzanan, yıllar önce dünyada ölmüş, eşi Rheya'ya beslediği aşkın, gerçekten o varlığa mı, yoksa anılardaki Rheya mı olduğu konusu üzerinde kafa yorup bitkin düşüyorsunuz. Kırmızı güneşin odada yarattığı basık ve sıcak atmosferle kavrulması, sıvı oksijenin o korkunç soğukluğuyla bir anda bambaşka duygu ve düşüncelere sokuyor okuyucuyu. 

Kitabın bitmesiyle ortada kalmam bir olmuşken, hemen Solaris'in uyarlama filmlerine saldırdım.
Solaris'in biri Tarkovsky tarafından 1972 yılında, biri de Soderberg tarafından 2002 yılında çekilmiş iki adet uyarlaması mevcut. Filmler aslında kitabın hikayesini anlatmaktansa, kitabı bazı yan konulardan tamamlıyor. Tarkovsky'nin Solaris'i, Kris Kelvin'in Solaris'e gelmeden önceki yaşamını da izleyiciye vererek, konuyu biraz daha insan ve sistem üzerinde yoğunlaştırıyor. Soderberg ise konuyu tamamen bunlardan uzaklaştırıp, Kris ve Rheya arasındaki sevgi ve farkındalık üzerine çeviriyor. 


Elbette iki film arasında sidik yarışı yapmayacağım. Tarkovsky'nin filmi bence de çok güzel; ama Soderberg'in Solarisi bence büyük ölçüde haksızlığa uğramış bir yapım. Kitabı okumayanlar için gerçekten anlamsız, yeterince kendini açıklayamayan bir film olduğunu kabul ediyorum, ama hikayeyi bildikten sonra her şey değişiyor. Cliff Martinez'in mükemmel soundtrack'i ile bezenmiş, güzel bir oyunculuk ve yönetmenlik ile, hayalimdeki Solaris'e çok yakın bir Solaris'i bize sunmuştu. Özellikle Jeremy Davies'in Snow rolü gerçekten alkış alacak cinsten, düşlediğim o hafif kaçık Snow'u Jeremy Davies harika biçimlendirmiş.


Tipik bir uzaylı konusundan çok daha fazlasının olduğu Solaris, bilimkurgunun yapıtaşlarından. İnsan algısı, gerçeklik, duyguların mantıkla açıklanması gibi konular hakkında kafa yoranların kesinlikle okuması ve filmlerle hikayeyi pekiştirmesi gerekiyor.


'Sanki sen özellikle yanaşmıyorsun anlamaya.' diye inledi. Başından beri Solaris'ten söz ediyorum ben, yalnızca Solaris'ten. Yenir yutulur gibi değilse gerçek, benim suçum değil bu. Ama şöyle ya da böyle, başından geçen bunca şeyden sonra, sonuna dek dinlemek zorundasın beni. Kozmosa çıkarıyoruz, her şeye hazırız: Yalnızlığa, zorluğa, tükenişe, ölüme hazırız. Alçak gönüllülükten söylemeye dilimiz varmıyor ama, kendimize hayran hayran baktığımız oluyor. Ama çok, çok yazık! Birazcık yakından baktığımızda bütün o şevkin aslında düzmece olduğunu görüyoruz. Aslında kozmosu ele geçirmek değil istediğimiz, yalnızca Yer'in sınırlarını kozmosun sınırlarına dek genişletmek. Filanca gezegen bizim gözümüzde Büyük Sahra gibi kıraç, öteki Kuzey Kutbu gibi buz tutmuş, başkası Amazon Havzası kadar bereketli olsa olsa, insansever ve şovalye ruhluyuz: Başka soyları köleleştirmek değil niyetimiz, onlara kendi değerlerimizi miras bırakmak, karşılığında da onların mirasını devralmak istiyoruz. Kutsal Bağlantı'nın Savaşçıları sayıyoruz kendimizi. Bu da bir başka yalan! Yalnızca insanı arıyoruz biz, başka dünyalara gereksinimimiz yok. Ayna gerek bize. Başka dünyaları ne yapacağımızı da bilmiyoruz. Tek bir dünya, kendi dünyamız, yetiyor bize. Ama olduğu gibi de kabul edemiyoruz onu. Kendi dünyamızın ülkesel bir imgesi peşinde koşup duruyoruz hep: Bizimkinden üstün bir gezegen, üstün bir uygarlık arıyoruz, ama kendi geçmişimizin prototipi üzerinde gelişmiş olsun istiyoruz. Ve aynı zamanda yüzyüze gelmek istemediğimiz, kendimizi sakınmaya çalıştığımız bir şey var içimizde. Ama o hep içimizde kalıyor, çünkü Yer'den yola çıkarken bir ilk günahsızlık durumunda değiliz. Gerçeklikte nasılsak buraya öyle geliyoruz, sayfa çevrilip de gözlerimizin önüne serilince gerçeklik - kendi gerçekliğimizin sessizce geçiştirmeyi yeğlediğimiz yanı yani - artık sevmiyoruz onu.'

Solaris , sayfa 85, İletişim Yayınları

1 yorum: