30 Haziran 2012 Cumartesi

Bilkent Senfoni Orkestrası Film Müzikleri Konseri


Sanattan zerre anlamam. Anlayana her zaman gıpta ile bakmışımdır. Film izlemesini seviyorum arkadaş, soundtrack de dinlerim diye düşürüken, Bilkent Senfoni Orkestrasının Film Müziklerini konserine bir sürü bilet alan işteki arkadaşlara hemen dahil oldum geçtiğimiz perşembe.

Işın Metin'in yönettiği konser internet bilet masasının biraz küçük olması sebebiyle ufak bir gecikmeyle başladı; fakat yaşadığımız heyecanla hiç sorun etmedik. Strauss'un eseri Also Sprach Zarathustra'nın bir bölümü olan Space Odyssey'in harkulade girişi ile başlayan konser herkesi bir yerinden doğrulttu. Heyecan artmışken ardından Indiana Jones üçleme parçalarının lokum gibi bir özeti geçince ben tamam dedim. Prince of Egypt çok iyiyken, Conquest of Paradise ve Titanic'te benim için tempo biraz düştü. Ardından Star Wars Main Theme üzerinden eski üçleme parçalarıyla devam edip ve kaymak gibi geçişlerle Duel of the Fates'e geldiğimizde elim ayağım boşaldı yerinden. Ardından Frantic ve Cinema Paradiso ile alınan keyif anfinin tavanına kadar ulaştı. 

İkinci bölümde sanırım hiçbir noktada durgunlaştığım bir nokta olmadı. Arada 3G teknolojisi ile İtalya-Almanya maçını izlemeye çalışırken Işın Beyin yarı başlamadan skoru vermesi de hoş bir enstantene oldu. Superman ile başlayan ikinci bölüm, Jurassic Park, Mission Impossible, LOTR, Schindler, Bodyguard, Pirates derken yüksek doz etkisi yarattı. 

Nisan ayında Müzik Festivali kapsamında yapılan Film Müzikleri konserini o zaman kaçırdığımızda çok üzülmüştük. Neyse ki şans bu sefer bize güldü. Film müziklerine dikkat eden sanatseverler için çok ayrı bir deneyim olacaktır. 

Referans olması bakımından youtube'da gördüğüm Star Wars bölümü de aşağıdaki gibi;







Do Androids Dream of Electric Sheep? - Philip K. Dick

Tarihin her anında robot kavramı çok çekici gelir insana. Bildiğimiz gibi 12. yüzyılda yaşayan harkulade bilim adamı El-Cezeri robotik bilimini başlattığından beri, insanlığın her döneminde robot düşüncesi teorik veya (artık bolca) uygulamalı olarak yer ediyor hayatta. 

Robot, android, yapay zeka kavramları elbette ki iyi bir zihin ve tutarlı bir öngörüş ile olabilecek en mükemmel haline geliyor. Bu hususlarda bilimkurgu eserlerinin etkileri apaçık. Philip K. Dick'in Do Androids Dream of Electric Sheep? eseri ise 1968 yılında yazılmasına karşın, bugün için bile zamanın çok ötesinde bir roman.

Zamanın en önemli bilimkurgu yazarlarından Philip K. Dick. Yine başka bir efsane olan Ursula Le Guin ile sınıf arkadaşı olan Dick, android psikolojisi, alternatif tarih kurgusu, paralel evrenler ve daha nice konu hakkında tarihe fikir olarak ciddi gelişmeler katmış. Teknolojiye ve gelişime o kadar çok katkısı var ki, Philedelphia Science Fiction Society 1983'ten beri her sene 'Philip K. Dick award' adlı bilimkurgu dalında ödüller veriyor. 

Daha önce sevgili E.D. sağolsun, Metis Bilimkurgu serisinin 'Yüksek Şatodaki Adam' adlı eseriyle tanımıştım Dick'i. Çevremdeki arkadaşlarım da Ridley Scott'un 'Blade Runner' adlı filmin gönlümde çok ayrı bir yeri olduğunu bildiğinden, Almanya yerlisi Efe son Türkiye ziyaretinde hediye olarak Do Androids Dream of Electric Sheep'in yukarıda görünen kapaklı bir kopyasını almış. Lezzetli heyecan ve tatlı bir mutlulukla (arada bir de İstanbul otobüs seferi ve bolca oturacak ve kitap okuyacak zaman olunca) bir çırpıda kitabı okudum. 

Şöyle başlasak en rahatı olabilir; 2021 yılında dünyanın hali perişandır. Dünya savaşı çoktan kopmuştur ve bu sefer tanklar toplar değil, yeni nesil ölüm mızrakları nükleer silahlar acımadan kullanılmıştır. Nükleer serpintinin getirdiği tehlike ile insanlar radyoaktif bölgelerden kaçmak için sürekli hareket halinde olmak zorundadırlar. Hayvanlar dünyadan neredeyse tamamen silinmiştir. Bir hayvana sahip olmak büyük bir prestij olduğundan, şirketler artık gerçeğinden ayırt edilemeyen, sentetik robot hayvanlar üretmektedirler. Serpintinin getirdiği bunalımla Dünya dışı koloni kurmaya başlayan insanoğlu, büyük ölçüde başka gezegenlere taşınır. Dış dünya kolonilerine taşınmanın getirdiği bir avantaj da taşınan insanlara hizmetkar bir android insan verilmesidir. 

Gerçek bir koyuna sahip protagonist Rick Deckard onu tetanozdan kaybettiğinden beri robot bir koyun besler. Karısı İran ile durgun; fakat mutlu bir yaşantı sürerler dünyada. Deckard aslında bir kafa avcısı (bounty hunter) işi yapar polis merkezinde; fakat yaptığı iş insanlarla değil androidlerledir. Dış dünya kolonilerinde bunalan, isyan eden ve kaçan droidler Dünya'ya sızarlar, Dünya'ya da android girişi yasak olduğundan onları 'emekli etmek' bu bounty hunterlara kalır. San Francisco'nun efsane avcısı Dave Holden Mars'tan altı android'in kaçtığı haberini alır; fakat görev üzerindeyken ağır yaralanınca iş Deckard'a kalır ve hikaye bu şekilde başlar. Sonra olaylar olaylar.

İnsanlardan bir farkı olmayan androidleri tespit edip yoketmek elbet riskli bir iş. Bunun için polisin geliştirdiği yöntemler mevcut. Biz bunların en son kullanılanını, yani Voight-Kampff testini görüyoruz. Konu burada aşırı bir şekilde ilginç ve eğlenceli bir hale bürünüyor. Sınırlı bir seviyede zekalarının ve empatik yeteneklerinin olduğu bilinen androidler, bir insan için çok kolay olan empati testinde fena şekilde zorlanıyorlar. Android olduğundan şüphelenen kişi göz altına alınıp VK testine sokuluyor ve test süresince yüz bölgesi yakından incelenirken, rastgele durumlardaki empatik tepkileri avcılar tarafından gözlemleniyor. Eğer testi alan kişi böyle durumlarda tepkide geç kalma ya da tamamen tepkisiz kalma, terlemememe, hormon salgılamama, kızarma, gözlerin açılıp kapanma garipliği gibi belirtiler gösterilirse, avcı karşıdaki kişinin android olduğuna karar veriyor ve emekli etme yetkisi de açılıyor. Tamamen anlatamadığımın farkındayım; çünkü çok alengirli VK testleri, okuması (ve izlemesi) da bir o kadar eğlenceli bir yandan.



Müthiş dengeli bir ölçüde yaratılan roman uzamı ve zamanı kitaptan hem çok şey almanızı, hem de bunları alırken hiç garipsememenizi bir şekilde başarıyor. Geleneksel düzenin cyberpunk ile öpüştüğü noktada Deckard'ın mental ve aksiyon içeren mücadelesi bir yandan kara filmi andırırken, bir yandan da harika seviyede bilimkurgu aşılıyor okuyucuya, ki bunun ismi aslında Neo-Noir. Temponun hiç düşmediği, gizemin ve merakın sürekli korunduğu hikaye son sayfasına kadar beni yerimden oynattı. Hayvana sahip olmanın getirdiği reputasyon, savaş sonrası bunalım süreci, dış dünya kolonileri, insan-android empatisi, android yapay zeka algoritması, yeni inanışlar gibi birçok konu hakkında aslında kitap satır aralarında sürekli pasif olarak analiz yapmakla beraber harika kurgulanmış bir hikaye ile bu olguları rahat bir üslupla okuyuca iletiyor. 



Kitabı sevenler ve ilgisini kaybetmeyenler için bir de aynı isimli bir çizgiroman serisi mevcut. Deckard'ın kitaptaki ve önceki maceralarını anlatan seriyi ben de daha okumadım ama bulduğum zaman acımayacağım. 

Şimdi geldim en güzel yere. Kitaplar ve filmlerden aynı anda bütünleşik olarak bahsettiğimde çok daha eğleniyorum. 1982 yılında Ridley Scott 'Ben bunu işi yaparım arkadaş.' düşüncesiyle kolları sıvamış ve kitaptan esinlenerek 'Blade Runner' aldı filmi çekmiş bizlere. Blade Runner kelimesi hakkında hemen çerez bilgi, aslında kitaptaki Bounty Hunter'ların ismi o. (ve benim daha çok hoşuma gidiyor açıkçası.) Harrison Ford'lu, Sean Young'lı, Edward James Olmos'lu film benim en sevdiğim sinema filmlerden bir tanesi. Harika insan Vangelis'in müzikleriyle beraber Ridley Scott'ın en iyi bilimkurgu filmi gözümde. (Alien'den bir kıl üstte bence.) Ölçülü senaryosu, harika soundtrack'i, güzel android performansları ve inanılmaz siberpunk havasıyla tekrar tekrar izlenir Blade Runner, ki hatta bu aralar tekrar bir Blade Runner gecesi yapılacak buralarda. 



Bilimkurgu sevenler, K. Dick ile tanışmayanlar ne yapsın ne etsin bu kitabı okusun, bir pazar akşamını da Blade Runner'a ayırsın diyorum. Son olarak benim için kritik bir Blade Runner sekansını, VG testinin Rachel adlı, E.D.'yi bıraksak evleneceği, güzel androidimiz üzerinde uygulanma sahnesini aşağıya ekliyorum. Böyle sahne yok lan. O ortam, o manzara, o güneşin batışı, o müzik, Rachel'ın baş döndüren güzelliği, o sigara içişi, o turuncu gözler, o sigarayı yakmaya çalışması, o yürüyüşü, VK aleti, odunsu Harrison Ford performansı, odanın tasarımı, görüntü yönetmenliği, hepsi birbirinden iyi.

Deckard Meets Rachel






24 Haziran 2012 Pazar

Neuromancer - William Gibson (1984)


Teknolojinin gelişmesiyle yalnızlaşan insan ve toplumun örneklerini ve uyarılarını sürekli görüyoruz çevrede. Sabah programlarında çıkan uzman bey babalara kadar düştü bu konu. Gazetelerde uyarılar, dijital medyada ilgili yazılar tonla var artık. Seneler önce, ne zamandı hatırlamıyorum, Devlet Tiyatroları'nın 'Tek Kişilik Şehir' adlı oyunu bir kafe ortamında bu konuya değiniyor, güzel bir sonla seyirciye ders veriyordu. Böyle bir sorunun ve farkındalığının olduğu şühpesiz.

Bir yandan da kişisel fikrim şöyle: teknolojinin gelişmesi roket hızında, ona laf yok; fakat yalnızlaşma ve mutsuzluğa götürecek kadar değil. Teknoloji hayatımızda domine bir pozisyona geçmiş olabilir, fakat ben şuna inanıyorum ki, teknoloji yapmak istediğimiz ve beklediğimi şeyleri sadece daha kolay hale getiren bir seviyede. Elden bırakmadığımız sürece ne yalnızlaşma olur, ne mutsuzluk.

Fakat, teknolojinin hayatın her adımında olduğu, içimize kadar işlemiş bir dünyada böyle bir insiyatifimizin  olmayacağını görmek gökteki yıldızlar kadar açık. Neuromancer'ın da bize verdiği uzam tam olarak bu. 'Siberpunk' adlı terimi dünya ile tanıştıran William Gibson, elektronik, dijital, sanal ve elektromekanik alanların dünyayı hükmettiği bir ortamı hazırlıyor bizlere. Durum böyle olunca, mutsuzluk, esenliksizlik, bunalım ve yalnızlık en üst seviyeye erişiyor. Özet olarak yüksek teknoloji ve düşük hayat seviyeleri siberpunk aleminin ana mottosu. 


William Gibson'ı atlamamak lazım burada, kendisi siberpunk janrasını yaratmakla beraber, reality TV, internet ve video oyunlarının gelişiminde fikir babalarından. Yazar olmasının yanısıra, son 40 yılda gelişen teknolojiyi 'novel' konumunda tutan en ünlü bilimsel düşünürlerinden  kendisi. Bilimi ve bilimkurguyu iyi yaratması ve mükemmel üslubuyla Gibson çağ için çok önemli.

Neuromancer, yakın gelecekte Japonya'nın distopik şehri Chiba City'nin yeraltı mekanlarında başlıyor. Yetenekli bir bilgisayar hacker'ı ve madde bağımlısı  olan Henry Case protagonistimiz. Yakın zamanda çalıştığı bir gruba kazık atan Case, grup tarafından yakalanarak mycotoxin ile aşılanır ve siberuzay'a girme yetisini kaybeder. Bütün yeteneğini kaybeden Case işi yapamaz hale geir, hayattan tamamen kopar ve kayıp bir insan şekline bürünür. Esrarengiz insan Armitage ve sibernetik modifikasyonları olan kişisel koruması 'Razorgirl' Molly ile Case'in yolları kesiştiğinde Armitage ona vücudundaki mycotoxin'leri geri alabileceğini; fakat karşılığında onun için bir iş yapması gerektiğini söyler. Case bu teklifi, şüpheyle de olsa kabul eder ve ana hikaye başlamış olur. 

Chiba City - PHATandy
Japonya, Rusya, Fransa, Amerika, Türkiye gibi oradan oraya atlayan hikaye yakın gelecekteki siberpunk olasılığını çok iyi bir şekilde kurguluyor ve deneycilik ile harika bir şekilde simule ediyor Gibson. Gri, mavi ve siyahın karıştığı, aklımızda aslında ufaktan canlanan Japonya uzamından, geleneksel görünümünü korumuş; fakat siberpunktan nasibini almış yağmurlu bir Beyoğlu gününe kadar her şey yerli yerinde ve ustaca uyumlu. Birbirinden tamamen farklı özelliklere sahip ana takım, kitabı bir macera havasında tutsa da, arkaplanda teknolojinin toplum üzerindeki izdüşümlerinden, yapay zekanın mantık ve duygu algoritma analizlerine, siberuzayın betimlemelerinden, vücuda yapılan elektromekanik eklentilerin (augmentation) insan psikolojisi üzerindeki etkilerine kadar birçok konuyu ince eleyip sık dokuyor. Kitabın temposu ara ara düşse de sürekli olarak bir şekilde bilimkurgu severleri peşinden sürüklemeyi başarıyor. Kitabın Türkçe çevirisinin başarısız olduğunu duyduktan sonra (Gerçi şimdi 6 45 yayınları tekrar çıkarmış, onun hakkında bir bilgim yok.) Murat sağolsun Almanya'dan bir İngilizce kopyasını istedim ve onu okudum. Türkçesinin bilmem; ama ağır anlatımıyla Gibson'ın arada bir beni darmadağın ettiğini söylemeliyim. Nerede olduğumu anlamıdığım noktalar, tekrar okumak zorunda kaldığım chapter'lar oldu. 



Zamanı için, ki hatta şimdi için bile, süper yapay zeka, matrix'e girme, siberpunk gibi konularıyla, özetle içinde bulunduran her şeyiyle çok gelişkin bir kitap Neuromancer. En önemli bilimkurgu eserleri ödülleri olan,  Nebula, P. K. Dick, Hugo'yu o zamanlar çok kolay alan bir kitap olduğunu da ekleyelim. Çevremizde gördüğümüz çoğu benzer kitap ve filmlerde Neuromancer'dan birşeyler bulmak çok kolay, Matrix'e girme  mevzusu veya yazının başındaki resimdeki kızımız Molly, Matrix filmi ve filmdeki Trinity'nin yaratılmasında temel refereansların başını çekiyor. 

Kitabı okuduktan sonra ilgisi devam edenler için Neuromancer'ın çizgiromanlarını okumalarını da tavsiye ediyorum. Son bölümü hariç çizgiromana dökülen hikaye, akılda yaratılan dünyayı karşılaştırmak için çok eğlenceli bir araç. Şahsen benim kafamda hayal ettiğim İstanbul'u çizmemişler, fakat gerisi aynen düşündüğüm gibiydi, bu da okurken beni çok eğlendirdi.


Bilimkurgu'nun Dünya'da, gerçekçilik çerçevesinde kısıtlandığı, aşırıya kaçmadığı sınıflarından hoşlanıyorsanız, Matrix, 13.Kat, Blade Runner gibi filmleri veya Deux Ex ya da System Shock gibi vidyo oyunları ilginizi çekiyorsa, bu konunun babasını okumanızda yarar var. Bu şekilde siberpunk'ın bomba gibi doğuşuna siz de tanık olabilirsiniz. Bilimkurguya ilgisi olmayanlar için ise bu kitabı okumak dünyadaki en azaplı süreçlerden biri olabilir. 

23 Haziran 2012 Cumartesi

CerModern Açık Hava Film Günleri ve Bir Yaz Dönümü Sanat Gecesi Kuğulu Park Dinletisi

CerModern bu sene de yaz etkinlikleri kapsamında açık hava sinema akşamları düzenledi. Geçen sene Ankara'da olmadığım için bilgi sahibi değilim tema hakkında; fakat bu sefer ana gidişat Türk filmleri üzerineydi. 18-24 Haziran tarihleri arasında gerçekleşen akşamların ben sadece 22 ve 23'üne katılabilidim. 'Entelköy Efeköy'e karşı' ve Onur Ünlü'nün uzun zamandır merak ettiğim 'Celal Tan ve ailesinin aşırı acıklı hikayesi' filmleri açık havada püfür püfür esen rüzgar ve biralarla çok leziz 2şer saat yaşattılar bize. Ortamın güzelliği yerindeydi, ama arada bir gözümüze çarpan detaylar yok değildi. İzleyicilerin manyak gibi konuşması, hatta bazı insanların bira-muhabbete gelmiş olmaları, açık havada zaten zor duyulan ve CerModern yapısından ötürü yankı yapan sesini iyice duyulmaz hale getirdi. (Ben iki akşama da geç gittiğim için arkalarda oturdum, önler aynı şekil değildir eminim.) Maliyetin ve fedakarlığın farkındalığı ile beraber, böyle gecelerin Ankara'da daha da olmasını umut ediyorum.

(26 Haziranda gelen edit: Yok kesinlikle seyircide bir sorun var, sinema kültürü az çok biliyoruz ama olay açık hava olunca insanlar sinemadan ziyade aktivite gözüyle bakıyorlar olaya. Midnight in Paris'e gittik bugün, arkamızdaki ekip bayağı bir muhabbete gelmişlerdi. Arkadaşım televizyon mu bu önünde açıkken muhabbet ediyorsun? İzlemeyen varsa yürüsün gitsin lan, bizi de rahatsız etmesin.)


Cuma akşamı Cer'den çıktıktan sonra Kuğulu Park'a TOBAV, DETİS, TOMEB, OPSOD, KÜLTÜR SANAT-SEN, IŞIK DER, SANTEK DER meslek örgütlerinin düzenlediği Bir Yaz Dönümü Sanat gecesi adlı etkinliğe gittik. Devlet Tiyatroları, Opera ve Bale sanatçılarının verdiği dinletiye Limonata ve çekirdekle katılarak sanatsal duruşumuzu bir kez daha gösterdik. (İnsanın trilyonları da olsa bunu yiyor.) Akşam birçok  farklı sahne sanatçıları performans sergiledi. Tiyatro şarkıları, opera ve müzikaller, modern ve halk dansları, çok sesli koro ve solo gösteriler herkesi cezbetti. Biz tabi sinema çıkışı gittiğimizden çoğunu göremedik; ama sevgili Kutay Sungar'ı gece sonuna doğru yakaladık, mutlu olduk. Mükemmel bir çoşkunun ve desteğin bulunduğu gece geç saatlere kadar sürdü. Yine böyle gecelerin tekrarı ümidi ile..

Fotoğraf: Kutay Sungar 

19 Haziran 2012 Salı

Karanlık Gölgeler

Tim Burton abimizin markalaşmış bir isim olduğu artık su götürmez bir gerçek. O kadar ki günümüzde pastel renkli, gothik öğelerle bezeli, belli bir dozajda mizah içeren yapıtları Burtonvari (bknz. Burtonesk) olarak değerlendiriyoruz. Dolayısıyla herhangi bir filmin bir yerinde Tim Burton'ın ismi geçtiği vakit daha fragmanını bile izlemeden filmle ilgili bir beklentimiz doğuyor, merak ediyoruz filmi. Yani en azından benim için öyle (Abraham Lincoln the Wampire Hunter bile ne kadar kötü gözükse de fragmanından, benim içimde eğlenceli olacağına dair bir umut var). İş böyle olunca, yönetmenliğini yaptığı yeni film Dark Shadows - Karanlık Gölgeler'e de merak içinde, gidebilmek için gün saydık.



Öncelikle filmle ilgili, izlemeyenler için ansiklopedik, wikipediatik ve imdblik bilgiler: Yeni filmimiz ilk defa 1960'larda geçilmiş bir Amerikan pembe dizisinden uyarlama. Tam emin değilim ama sanırım ki hikayeler biraz yakın; tabii Tim Burton 1225 bölüm süren diziyi uyarlamamış, kendi hikayesini çıkarmış aradan. Tim Burton, Quentin Tarantino ve Madonna dizinin çok büyük hayranları olduklarını söylemişler zaman zaman. Johnny Depp, dizinin ana karakterlerinden biri olan Barnabas Collins'e o kadar hayranmış ki büyüdüğünde o olmak istiyormuş (ve çocukluk hayaline kavuşmuş böylece).



Filmin baya güçlü bir oyuncu kadrosu var. Johnny Depp ve Helena Bonham Carter'ı saymaya gerek yok zaten, filmin Tim Burton filmi olduğunu söylediğimiz anda bu iki isim kadroya dahil olmuş oluyorlar zaten. Ana rollerde ikisi haricinde Eva Green ve Michelle Pfeiffer yer alıyor. Oyunculuk bakımından konuşacak olursak bence her iki oyuncu da karakterlerinin hakkını veriyorlar. İlk defa Rorshack olarak tanıdığımız, yeni nesil Freddy Krueger, Jackie Earle Haley de evin tek uşağı rolünde, bir yan rol oyuncusu olmasına rağmen yine iyi bir oyunculuk çıkarmış. Bana öyle geldi ki uygun karakter ve fırsat verilse çok konuşulacak bir karakter oynayabilir gibi (yani insanlar onu Rorshack'tan öte bir karakterle anabilir). Yan rollerde, ailenin öteki üyeleri bence o kadar da iyi birer oyunculuk sergilemediler. Misafir oyuncu kadrosunda ise, konser vermeye gelen Alice Cooper harika bir uyum sağlamış filme. Bir sahnede karşımıza çıkan Christopher Lee ise karakter bakımından çok bir şey katmamış olsa da varlığı ile şenlendirmiş filmi.


----- Bundan sonrası filmle ilgili, izlemeden okumak istemeyenler için ayrım noktası burası. Sadece fikir vermek için; övmeyeceğim filmi.-----


Filmle ilgili 1-2 cümle laf etmek gerekirse, açıkçası ben filmden çıkınca içimde bir tatminsizlik hissi vardı. Filmin hikayesi pek bir eksik geldi bana. Sanki diziyi izleyen insanlara yönelik bir hatıra filmiymiş gibi, diziyi bilmeyen bizler için bazı şeyler çok hızlı gelişiyor. Bence en büyük sıkıntı filmin çoğunlukla Johnny Depp'in karakteri Barnabas Collins'in etrafında dönmesi. Öteki karakterlerden Eva Green'in karakteri kötü cadı haricinde diğer karakterlerle yeterince tanışamıyoruz. Mesela baba hiçbir önemi olmayan bir karakterken bir sahnede hırsız ve karısını aldatan baba olup bir sonraki sahnede ayrılıyor filmden. Helena Bonham Carter'ın doktoru biraz daha yer bulabilmiş kendisine filmde, onu ötekilerden biraz daha fazla tanıma fırsatımız oluyor ama karakterin ana hikaye akışına hiçbir etkisi dokunmuyor. Kendi kendine bir karakter, kendi kendine bir hikayesi var, ölüp hikayeden çıkmasının da hemen hemen kimseye bir etkisi olmuyor (sadece anne bir sahnede "doktor nereye gitti yahu?" diyor, o kadar). Hele ki sorunlu ergen gibi görünen kızın bir anda kurt adama dönüşmesi hiçbir anlam ifade etmiyor. O ana kadar hiçbir imada bulunulmamış. Kurt adam olarak karşımıza çıkmasının da hiçbir faydası yok; kimseyi dövemiyor, kimseye bir tehdit unsuru oluşturmuyor. Kurt adam olarak geliyor, dayağını yiyor, çekiliyor köşesine. Normal ergen kız olarak devam etse de olurmuş yani. Genele bakıldığı zaman, film bir çeşit zamanda yolculuk komedisi tadında, geçmişten günümüze gelen bir adamın günümüz dünyasındaki şaşkınlıkları. Zamanda yolculuğa ek olarak bir aşk üçgeni hikayesi görüyoruz. Bunların haricinde öteki karakterleri ilgilendiren aile bağları, sonsuz yaşam, yaşlanmak, ebeveynleri tarafından anlaşılmayan çocuklar gibi konuların varlığından bahsediliyor ama film akışında kendilerine yeterince yer bulamıyorlar.

Çok haksızlık da etmemek lazım bir yandan da. Anlattığı kadarını iyi anlatmış diyebiliriz Tim Burton abimiz için. Aynı zamanda hep alışık olduğumuz Burton atmosferini de doya doya yaşatıyor bize. Pastel gothik görkeme doyuyoruz yani. Son birkaç filmde hemen hemen hep aynı tiple aynı karakteri oynayan Johnny Depp de baya farklı bir karakterle çıkıyor karşımıza, kendisini neden sevip takdir ettiğimizi yeniden hatırlatıyor. Aynı zamanda müzik seçimi bakımından bizi mutlu ederken film müzikleri (film için bestelenenler) de bir o kadar güzel (yaşasın Danny Elfman!). Son celsede yüksek beklentileri hayal kırıklığına uğratacak ama Tim Burton sevenlere hoşça vakit geçirtecek ortalama bir film Karanlık Gölgeler.

2 Haziran 2012 Cumartesi

Prometheus


(Fotoğrafları ve kelimeleri spoiler içermeyecek şekilde seçtim, izlemeyenler için sorun teşkil etmeyeceğini baştan söyleyeyim.)

'Bilimkurgu da bir sanattır.' der Metis. İnsanlığın bir sonraki adımına yaklaşmasında sanatın ve teknolojinin meşaleyi tuttukları şüphesiz. Toplumda iki öğe bir ringin iki köşesindeki rakipleri olarak gözlemlense de hep, aslında içiçe olduklarını hepimiz biliyoruz. Gece, film çıkışında otururken yaptığımız konuşmada da belirtilmişti, Apollo programlarında kullanılan Saturn V roketinin tasarımında bilimkurgu yazarı olan roket mühendisleri de yer almaktadır, ki o insanlar bize şu anda başka gezegenleri görmeyi sundular yaptıkları buluşlar ile. Teknolojinin gelişmesiyle sanat şekillenir, sanatın dönüşümüyle teknoloji daha yenisi ve iyisi için tekrar yola düşer. İnsanlığın 2 bacağından her biridir sanat ve teknoloji.

Bilimkurgu baştan sona çok zor bir iş. Bir sonraki adımı hayal ederek bir dünya yaratmak, onu belirli mantık algoritmalarına uydurmak, üzerine bir de kurgulamak herkesin haddi değil. Hala Neuromancer'ı okuduğum şu sıralarda şunu farkettim ki, William Gibson gibi bir yazarın, sonsuzluğa gebe olan 'Cyberpunk' janrasını yaratmasının ardından, onu takip eden örneklerinin ne yazık ki sadece iki elin parmaklarını geçmeyecek kadarı onun kadar kaliteli olduğu. Hal bu olunca, lezzetli bir bilimkurgunun üzerinde durulması gereken özenin de önemiyeti de kendini insan karnından yeni çıkmış bir alien yavrusu kadar kendini belli ediyor. 

Prometheus genel çerçevede, dünyanın farklı noktalarında bulunan antik yazıtların incelenmesi ile keşfedilen, trilyonlarca kilometre uzakta bulunan bir gezegende yaşadıkları öngörülen ve insanların yaratıcıları olduklarına inanılan 'engineers' adı verilen bir ırka, Prometheus adlı gemiyle yapılan ziyareti konu alıyor. Farklı dallarda uzman olan bilimadamların 'cyrogenic' uyuma pad'lerinden uyanışı ile hikayeye dahil oluyoruz biz seyirciler. Sonrası olaylar olaylar.

Prometheus ile ilgili öncelikle şunu söylemek istiyorum. İnsanların bence yaptığı en büyük hata bu kıyas; Prometheus bir Alien filmi değil. Evet Alien evreninde geçiyor, ucundan Alien'ın bazı sorularını cevaplıyor, güzel selamlar çakıyor kendisine; fakat konu bu değil, Alien değil ana tema burada, bambaşka şeyler dönüyor. 'Alien nasıl çıkmış abi onu gösteriyor film.' diyen insanları anlamakta zorluk çekiyorum; çünkü filmin Alien çizgisi, ana çizgiyle sadece birkaç noktada kesişip ayrılıyor. Bu yüzden Alien ile karşılaştırmak bence yeterince yersiz ve adaletsiz. 



Prometheus çok kaliteli bir prodüksiyon. Ridley Scott'ın Alien ve Blade Runner'dan sonra yaptığı en iddialı bilimkurgu açıkça. Üzerinde gösterdiği gayreti ve emeği daha ilk sahneden hissedebiliyorsunuz. Filmin gerek görüntü ve ses yönetmenliği, gerek setler ve cg efektleri, kostüm ve teknolojik tasarımları şu zamanın en kaliteli örneklerinden. Özellikle oynayanlar bilir, biraz detay olacak ama, sadece bir gözlem; Idris Elba'nın oynadığı kaptan'ın giydiği space suit, Mass Effect'in Shepard'ının kullandığı N7 Suit'ine o kadar çok benziyordu ki, o kıyafetin gerçekte bu kadar yakışıklı olacağını hayal etmiyordum. Onun dışında herkesin konuştuğu gibi, jeolog uzmanın kullandığı kullandığı tarayıcı proplar teknoloji için kesinlikle örnek olacaklardır. 



Ama ne yazık ki bu kadar güzel bir potansiyelin üzerine senaryo çok iyi yedirilememiş diye düşünüyorum ben şahsen.  İnsan bu kadar kaliteli bir yapımda klişe bazı olgularla karşılaştıkça ister istemez biraz filmden kopuyor ve düşüyor. Alien gibi basit bir ölçekten değil de, insanlığın kaynağı, yaratıcı inanışı, robot mantık yolları gibi zor konulardan hedef güdüyor Prometheus işleyişinde. İlk yarısında teorisini ve amacını belirten film, seyirciyi aşırı bir meraka ve beklentiye sokuyor, ikinci yarısında da hayal kırıklığına yol açıyor çoğu kişide, aradıklarını bulamadıkları için. Filmin çevrelerce beğenilmemesinin en büyük nedeni bence buradan çıkıyor. Filmin bazı yerlerinde gözüme çarpan, ya da Ridley Scott'tan beklemediğim senaryo kurgusunu görünce ben de biraz hayal kırıklığına uğradım, yalan yok; fakat neyse ki film genel olarak bu tür şeyleri kaldırabilecek güçte. Prometheus'un tayfası, Alien'daki 7 kişi kadar bir grup havasını yansıtamıyor belki, ama takım çalışmasını atmosferini bazı uzak ve geniş çekimlerde bize gayet veriyor. Geminin ana ekseninin kaymasını veren bilardo ıstakasının yuvarlanması ya da Shaw'ın aslında Charlie için ağlarken parmağındaki yüzüğünden bunu çıkarmamız sahnelerdeki özeni ve kaliteyi size tekrar hissettirip zevkle izlemenize araç oluyor. Evet ben de herkes gibi Androidimiz David'i çok beğendim; (Fassbender yine çok iyi.) ama oyumu Aliens ve Alien 3'teki Bishop'tan yana kullanacağım.

"Gerilim yok abi!" diyenlere de hem katılıyor hem katılmıyorum. Gerilim yok diyen arkadaşlara, 2 bilimadamının Derelict Ship'te ilk organizma ile karşılaşmaları, protagonist Shaw'ın uyanık halde geçirdiği sezeryan ameliyatı ya da Derelict Ship'in kumanda odasında Space Jockey ile ilk temas sahnelerini tekrar hatırlatmak istiyorum. Alien ile karşılaştırılmaz, millet karşılaştırdığı için söylüyorum, Alien kadar klostrofobik bir gerilim değil elbette; ama hakkını da yememek lazım. 



"Ridley Scott batırmış, çok kötü film, parama değmedi, bu kadar zamanda bu mu çıkmış?" gibi yazılar okudum sosyal medyada, benim görüşüm buna zıt olmakla beraber şu şekilde; Alien sevenler filmi beğenecekler, bu kesin benim gözümde, Alien izlemeyenler ise farklı bir bilimkurgu örneği görecekler. Bilimkurgu ile ilgisi olmayanların, 'Bu ne be uzaylılar, uzay gemileri?' diyecek insanların bu filmde zaten işi yok, zira bilimkurgunun verdiklerini inanmadan izlemek sadece iki buçuk saatlik azaptan başka birşey olmayacaktır. 

Filmin atmosferini bence en güzel yansıtan fragmanı;