Absürd etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Absürd etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2012 Çarşamba

Seeking a Friend for the End of the World - 2012



Romantik komedilerin nedeni bellidir. Çiftlerin buluştuğu, romantizmin aşılandığı, komik ama aşk dolu, genelde mutlu sonla biten, çiftlerin romantik sahnelerde birbirlerinin ellerini daha bir sıktığı, bir çiftin en kolayca yapabileceği ortak aktivitedir romantik komediler. 

Arada bir çıkan deneysel romantik komedilere Seeking a Friend for the End of the World eklenince, ben de sinemaya gitmek için sevgili Murat ile Deniz kızını bir güzel kandırdım. Hem uzun zamandır romantik komedi izlememiştim, hem de romantik komediye hiç 3 kişi gitmemiştim.

SAFFTEOTW (filmin ismi çok uzun) aslında bir apokaliptik romantik komedi (aporomedy). Matilda adlı göktaşı dünyaya hızla yaklaşmaktadır. Armageddon filmi tarzı, göktaşını yörüngesinden saptırma amaçlı bir görev de başarısız olunca insan ırkı dünyadaki son 3 haftasını resmen ilan eder. 

Filmde aslında çok değişik bir ayrılık sonrası bunalım ve arınma süreci aktarılıyor. Dünyanın ömrünün 3 hafta olduğu ilan edilmesinden itibaren, kuralların durduğu, herkesin başına buyruk hareket ettiği, özlemlerin ve hayallerin gerçekleştirilmeye çalışıldığı manyak bir dünyada, terkedilen ve yalnız öleceği için bunalıma giren Dodge'un, alt kattaki rock müzik düşkünü genç İngiliz kız Penny ile tanışması ve hayaller için yola düşmeleri filmin ana gidişatı.

SAFFTEOTW, apokaliptik mevzuya çok absürd ve manyakça bakıyor. İnsanların korkutucu derecede normalden sapmamaları, insanların dünya yokolmayacakmış gibi hala evlerini temizlemeleri ya da ön bahçe çimlerini biçmeleri, milletin bu son 3 haftayı, onlara verilmiş bir tatilmiş gibi görmeleri ve tatil planları yapmaları aşırı garip ve eğlenceli. Filmin aykırı dünya sonu yorumu gayet süpersonik.

Steve Carell absürd komedi insanı. Ta '40 Year Old Virgin'den beri, sosyopatlığı ve tipsizliği ile karşı cins  tarafından tercih edilmeyen; fakat iç güzelliği ile sonunda mutluluğa ulaşan tiplemeleriyle biz nerd'lerin adeta idolü. Son zamanlarda biraz durgun rollerde görsek de kendisini hala çok beğeniyorum. Keira Knightley de bir o kadar aykırı rollerin adamı olduğundan, ikisi de filme gayet iyi uymuşlar bence. Sinir bozan derecede esenlikli ve renkli bir dünya sonu betimlemesi absürdlüğün uç noktalarındayken, bu iki tipin aykırı eğlenceli birliktelikleri gayet uyum içinde. Aslında bütün olay da bu zaten filmde.

Her örneği gibi öyle süper olmayan, sadece hoş bir romantik komedi SAFFTEOTW de. Birşey vermeyecek,  tatlı ve aptalca esprilerle dolu, arada sırada güleceğiniz, bazen üzüleceğiniz, sonunda sadece iyi hissedeceğiniz bir film. 

Ha bir de plak muhabbetlerini çok beğendim. Ayrıca o Friendsy's var ya filmin ortasında gittikleri. Orası lazım galiba her şehre.

Gitmeden bir de, romantik komedilerle ne kadar alakam olmadığını belirtmek için aşağıya Tool'dan Vicarious parçasını koyuyorum.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Polis - Onur Ünlü

Yönetmen: Onur Ünlü
Yazan: Onur Ünlü
Oyuncular: Haluk Bilginer, Özgü Namal, Ragıp Savaş, Sermiyat Dimyat, Emre Karayel,  Settar Tanrıöğen


1973 doğumlu, yönetmen bir abimiz Onur Ünlü. Kendisini kimileri bir zamanlar Afilli Filintalar blogunda yazdığı (bir süre sonra tüm yazılarını kaldırdı blogdan) yazılarından tanır, kimileri (bu yazının konusu olan) "Polis" ile başlayıp "Güneşin Oğlu", "Çocuk", "Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi" tarzı filmlerinden, kimisi de "Leyla ile Mecnun" dizisinden duymuştur adını. Ben Afilli Filintalar ile tanıyıp Leyla ile Mecnun sayesinde sevmiştim kendisini. Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi'ni izledikten sonra ise öteki çalışmaları hakkında fikir sahibi olmam gerektiğini düşündüm. Polis'i ilk çıktığı zamanlarda Sinema dergisinde okumuştum. Sıradan bir film olmadığını herkes konuşuyordu, bir kısım ise hiç sevmemişti filmi. Ben de ancak fırsatını bulabildim izlemek için.

Filmle ilgili can sıkacak şekilde bilgi vermeden yorumlamaya çalışacağım ki izlememiş olanlar da merak etsinler, sonra izlerken bana kızmasınlar "bu da söylenir mi be!" diye. Filmin ana karakteri Musa Rami adında, meslekte uzun yıllar geçirmiş, çok saygı duyulan bir polistir. Musa Rami bir mafya ailesiyle uğraşmaktadır, doğal olarak (film icabı yani) mafya ailesi de Musa Rami ve ailesi ile uğraşmaktadır. Bir yandan da sosyoloji bölümü öğrencisi Funda'ya bitirme projesinde danışmanlık yapmaktadır ve Funda'ya aşıktır. Film baştan sona Musa Rami'nin İzmitliler (mafya ailesi), kendi ailesi, işi, Funda'ya aşkı ile cebelleşmelerini anlatır.

Türk sinemasında alışık olduğumuz bir karakter değildir Musa Rami. Bir çeşit çizgiromanvari bir polistir. Açılış sahnesi de bunu net bir şekilde ortaya koyar. Çevresini sarmış 4 adamla kapışması ve ardından İzmitliler'den biriyle konuşması normal bir aksiyon-polisiye izlemeyeceğimizi ortaya koyuyor. Zaten Onur Ünlü'de çeşitli röpörtajlarında filmini noir olarak nitelendiriyor ve Beckett vari bir absürdlük içerdiğini belirtiyor. Kurgusal olarak da sıradan, çizgisel bir yapı izlemiyor film. Bazı sahneler bir önceki ve bir sonraki sahneden bağımsız olabiliyor. Hele 2 polisin kendi aralarında sohbet ettikleri bir park sahnesi var, bize izlediğimizin gerçek olabilecek bir hikaye değil kurgusal bir sinema filmi olduğunu çok açık hatırlatıyor. Filmdeki absürdlüklerin hikayeye etkisindense detayların filme katkısına kapılmamız gerektiğini, asıl güzelliğin bu noktada olduğunu vurguluyor. Zaten filmdeki detayları ayrıntı olarak görüp asıl hikayeye odaklananları filmin sonunda kötü bir süpriz bekliyor; sonu itibariyle film, hikaye akışından değil her bir sahneden, her bir sahnedeki detaylardan zevk alanları ödüllendiriyor.

Her şeyin yanında, bence filmdeki karakter ve hikaye çokluğu ana yapıya biraz zarar veriyor gibi. Bazı sahneler (ve karakterler) fazlasıyla gereksiz duruyor filmde. Ya ondan, ya bundan vazgeçilse, vazgeçilmeyene daha çok vakit tanınsa daha uygun olabilirmiş. Tabii bu eleştri yukarıda bahsettiğim "hikayeden zevk almak/ detaylardan zevk almak" konusuyla çelişkili duruyor; ana napayım, ben (alışık olduğumdan ötürü) hikayeye daha çok dikkat eden bir insanım (yani doğal olarak filmin sonunda hayal kırıklığına uğradım). Öte yandan Onur Ünlü'nün tarzındaki gelişmeyi göz önünde bulundurunca Polis'in iyi bir başlangıç olduğu aşikar.

Bir yandan günümüzün ilgi çekici yönetmenlerinden biri olan ve gelecek işleri (benim için en azından) büyük heyecan yaratan Onur Ünlü'nün tarzına yakın durmak açısından iyi bir film Polis. Öte andan Haluk Bilginer'in harika oyunculuğuna bir film boyunca şahit olmak başka bir zevk (Bu filmdeki oyunculuğu ile 18. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde en iyi erkek oyuncu ödülü kazanmış). Son celsede kesinlikle izlemeye değer bir film.

Daha fazlası için (bu filmle ilgili değil, Onur Ünlü temelli filmler için): http://www.eflatunfilm.com/#!/tr

27 Mart 2012 Salı

Sam Raimi

Sam Raimi sevdiğim yönetmenlerden. Madem durum bilgi alışverişi, yeri geldiğinde her masada yaptığım gibi burada da Sam Raimi'den bahsetmek istedim. 

Kendisi garip bir insan kişi olarak. Küçüklüğünden beri favori olarak korku ve komedi serilerini kaçırmamış sinema ve televizyonda. O kadar kaptırmış ki kendisini, bu eski Super 8, 8 mm kameralarla arkadaşlar arasında film çekip eğlenmeye kadar gitmiş olaylar. Daha sonra hayalinin peşinde akademiler ile işe profesyonel olarak girişmiş hollywood camiasına. 

Bir hayli yaratıcı bir hayal gücüne sahip olan Raimi, birkaç kısa filmden sonra 1981 yılında bu işe bence müthiş bir serinin ilk parçası olan Evil Dead ile giriyor. Dağ evine giden birkaç gencin ölüm kitabını yanlışlıkla harekete geçirmelerinin getirdiği bir hayli hareketli, garip olayların anlatıldığı bir filmdi Evil Dead. Daha sonra birkaç normal film yaptıktan sonra Evil Dead 2 ile ortalığı kasıp kavuruyor adeta. Ardından gelen Darkman (müthiş bir 90'lar filmi) ise Raimi'nin hareketli, çizgiroman vari, korku ve komedi olaylarının harika harmanlandığı, kendine has garip tarzını tam olarak ortaya koyuyor. 

Çoğu kişinin farkında olmadığı bir olay da, Türkiye'de de bir zamanlar moda olan Xena ve Hercules serilerinin yapımcısıdır kendileri. Raimi tabi ki tam olarak etki etmiyor serilere, ama serilerin sıradışı olmalarında kendisinin payı bence bir hayli yüksektir. 

Marvel filmlerinin ilk yüksek prodüksiyona geçip ciddi filmler sunması şüphesiz ki 2000'lerde Spider Man serisi ile başlar. Manyak tutan ilk film, ardından bütün Marvel karakterlerinin film yapılmasıyla devam eder. Gerçi bu gelişme ne kadar iyi oldu bilinmez; ama bence iyi oldu; çünkü Marvel birkaç sene önce bu akımın da bir başlangıç olduğunu ve müdahale edilmesi gerektiğini düşündü ve stüdyoları tamamen değiştirdiler, en azından bir gelişmedir bu. Bağlayacağım nokta şu; Spider Man'lerin yönetmeni Sam Raimi. İkinci filmi geçenlerde E.D. ile televizyonda izliyorduk, ne kadar Raimi koktuğunu tekrar konuştuk, 3-5 sahnede bir gelen kadın çığlıkları, übermensch aksiyon, manyak kamera zoom'ları, aksiyon sahnelerinde sürekli olan rüzgar, teatral ve abartı oyunculuklar, ışıkların çoşması ve niceleri, hepsi Raimi. 

Raimi seriyi bitirdikten sonra eski günlerin anısına Drag me to Hell adlı bir film daha çekti 2009'da. Ben acayip zevk almıştım, Evil Dead serisinden sanki Ash'i kadına çevirmişler de, onun derdini izliyormuşuz biz gibi bir his yaratmıştı bende, özellikle sonlara doğru. Tarzını da aynen koruması Raimi'nin başka bir artıydı benim gözümde. Harika bir soundtrack de filmin ardından gelen ekmek kadayıfı etkisi yaratmıştı. Çok memnun ayrılmıştım filmden. 

Raimi şimdilerde the Wizard of Oz'un prequel'ini çekiyor, hatta çekmiş olabilir. Oz Büyücüsünün nasıl oraya geldiğini anlatacak bize kendisi, ki ben de sabırsızlanıyorum o dünyayı Raimi'nin gözünden görmek için. 

Korku, aksiyon, mizah öğelerini bir arada görmek isteyenlere Raimi kesinlikle bir öneri. Garip bir çekim tarzı, harika fikirler (Army of Darkness gibi mesela - 1300lerde pompalı tüfekli ve elektrikli testereli adam) ve harika film müzikleri için de Raimi güzel bir adres. Yok bunlardan hoşlanmıyorsanız bu arkadaştan uzak durun, aşırı ve cıvık gelebilir. İstanbul'da bahar bir başka güzel efendim.  


14 Mart 2012 Çarşamba

Stroszek

Werner Herzog başlı başına garip bir yönetmen. O kadar garip ki kendisine çok ayrı ve zıt duygularla yaklaşılıyor. Herzog'un frekansını biraz olsun (!) tutturanlar Herzog'u çok tutarken, diğer kesim (ki sanıyorum çoğunlukta olan kesim) Herzog'tan nefret ediyor. O kadar garip ki hatta, Herzog'un teknik ekibi bile sevmezmiş onu genelde, filmlerinde çekmeyi reddettikleri sahneler olurmuş rivayete göre, Herzog kendisi çekermiş oraları. 

Herzog benim için zararsız, saf ve birşeyleri bize canla başla anlatmaya çalışan değişik bir adam. Anlattığı çoğu şeyi ben de anlamakta güçlük çekiyorum, hatta sıkılıyorum bazen; ama filmleri/belgeselleri o kadar garip bir kimyaya sahip ki, tam açıklayamadığım havalara sokuyor beni, bu da hoşuma gidiyor açıkçası. 

1977 yapımı 'Stroszek', Herzog'un kendi işleri arasında favorilerinden. Filme tam olarak bir film demek çok doğru olmaz diye düşünüyorum, zira filmde oynayanlar aktör değiller, sahneler de çok spontane. Evet ilerleyen bir senaryo var; ama film bana bir tiyatro provası havasını hissettirdi gibi, birşeyler oynanıyor; ama oyuncuların doğal hallerini de rolleri kadar görebiliyoruz. Ya da ben öyle hissettim, bilemiyorum. 

Filmin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse; alkolik odak figürümüz Bruno S., hapishaneden yeni çıkar ve eski komşusu Herr Scheitz tarafından hala kendisi için tutulan evine döner. Yolda bara uğrayan abim, öncelerden tanıdığı Fahişe Eva'yı görür ve onu pazarlayan adamlardan şiddet gördüğüne tanık olur. Eva'yı eve alır, Bruno S. , Bay Scheitz ve Eva normal yaşam sürmeye çalışırlar. Eva'nın peşini bırakmayan pazarlamacı(!) amcalar Bruno'yu da taciz etmeye başlayınca, Eva ve Bruno zaten Amerika'ya gidecek olan Bay Scheitz'ın yanında Amerika'ya gitme kararı alırlar. Wisconsin'de yeni bir hayat onları beklemektedir. 

Kendisini oynayan Bruno S. aslen aktör ve müzisyen bir kişilik. Karakteri, hareketleri ve tavırları da Herzog için biçilmiş kaftan; çünkü kendisi de bir o kadar garip. Güzel bir rastlantı olarak, önceleri !f Ankara'da gördüğüm La Leggenda di Kaspar Hauser'in hikayesini tanımak amaçlı Herzog'un the Enigma of Kaspar Hauser önerilmişti yine blogta, o filmde de Kaspar'ı Bruno S. canlandırıyormuş, bu yüzden o filmi daha da merak ettim. 

Bir de filmi benim için daha da ilginç kılan başka bir özellik daha var. Zamanın sevdiğimiz serseri müziği  gruplarından Joy Division'ın efendi solisti Ian Curtis, söylenene göre intihar ettiği gece ölmeden önce bu filmi izliyor, hatta bir de Iggy Pop dinliyor. Film elbette intihar mesajları vermiyor; ama pişmanlık, hayallerin yıkılması ve sonrasında gelen bunalımın bir analizini yapıyor bence. Başlarda bahsettiğim gerçekçilik durumu, biraz daha ciddiye alanlar için konuyu daha etkili yapabilir sanki. 

Herzog'u beğenenler için harkulade rahat bir film olmakla beraber; Herzog'u tanımak için bence uygun bir giriş filmi Stroszek. Beğenmeyenlerin mümkün olduğunca uzakta durması bence herkes için daha iyi olacaktır. 

Joy Divison dedik, Atmosphere yazının bonusu olsun;



2 Mart 2012 Cuma

La Leggenda di Kaspar Hauser

Aslında bu aralar Pagan'a hiç yazmak içimden gelmiyor. Kendi bloguma olabildiğince ağırlık verdim bir süredir. En son Tilda Swinton'un 'We need to talk about Kevin'ı ya da Joesph Gordon Levitt'in 'Brick'i hakkında yazmak aklımdan geçiyordu ama erteledim. Şimdi elimde güzel malzemeler var çünkü !f Ankara Film Festivali dün itibari ile başladı. E.D.'nin tavsiyesi üzerine ilk günüme değişik postapocalyptic duygusal film Bellflower'ı koymuştum fakat hastalığım filmi görmeme izin vermedi. DVD'sine kaldık artık. İkinci günümde inat edip yataktan kalktım ve bu sefer gidip programıma koyduğum bütün filmlerin biletlerini aldım. İlk adım Kaspar Hauser Efsanesi idi. 

Kaspar Hauser aslında gerçekten yaşamış bir kişi. Hikayesini kabul etmeyen birçok kişi de varmış okuduğum kadarıyla. 1828 yılında bir anda Almanya Nuremberg'te ortaya çıkan Kaspar, onu bulan kişilere sadece 'Babam gibi bir şovalye olmak istiyorum!' ve 'At!' kelimelerini sayıklıyormuş. İlk önceleri ormanda yaşadığı düşünülen Kaspar, kısıtlı kelime dağarcığı ile bütün hayatı boyunca karanlık bir odada yetiştiğini söylemiş. Ünlü bir şovalye olan babası gibi olmak istediğini sürekli söyleyen arkadaş, ona inananlar ve inanmayanlar olarak şehri ikiye ayırmış. Düzeni ve huzuru bozduğu iddialarıyla sürekli tehdit edilen Kaspar, 1833 yılında şüpheli bir biçimde ölmüş.

La Leggenda di Kaspar Hauser aslında bu hikayenin direkt bir yansıması. Nuremberg yerine İtalya'da Sardegna adası, Kaspar yerine de yine Kaspar Hauser isminde denizden gelen, adidas elbiseler giyen, ucu bir yere takılı olmayan kocaman Sony kulaklıklar takan, göğsünde kocaman KASPAR HAUSER yazan sarışın bir kadın var. Adaya döneceği inanılan ve efsane olan Kaspar sonunda adaya gerçekten gelir ve   adanın şerifi tarafından sahilde bulunur. Kaspar'a inancı sonsuz olan Şerif, onu eğitmeye başlar. Adadaki diğer karakterler olan Düşes, fahişe, öcü, katırcı, hizmektar ve pederin teker teker Kaspar ile karşılaşmasını ve karakterlerin inandıkları olguların analizlerini Kaspar üzerinden görmekteyiz film boyunca. 

İnsan merakının, usdışı ile birleşmesinden Absürdlük oluşur der Albert Camus Sisifos Söyleni'nde. Düşünülmemiş şeyleri akla getirmekle ve bağdaştırmakla anlamsızlığı ve uyumsuzluğu yaratan insanoğlu, yine bu olguya oldukça yabancılaşır. Absürdlük zamansızdır kendisi aynı zamanda. Buna kesinlikle katılıyorum. İşte Kaspar Hauser Efsanesi de bu cümlelere katılır cinsten. Müthiş derecede eğlenceli bir absürdlüğe sahip film, her tarafıyla düşünülmesi ve keşfedilmesi için kucak açıyor izleyiciye. Elbette bu uyumsuzluk herkese göre değil, zira ben ilk otuz dakikada beş kişi saydım sinema salonunu terkeden. Sevenler için ise tam bir mücevher film, çok eğlendim ben izlerken.

Çok konu hakkında bilgi verip konuşmak isterdim ama durumun bütün zevki kaçabilir. O yüzden gidin görün demekten başka bir çarem yok. Vitalic'in muhteşem elektro müzikleri de filmin bonusu. Post modern western örneği görmek istiyorsanız, bence güzel bir şans. 

Kişisel not: Uzun zamandan sonra el hareketiyle beraber Che cazzo vuoi!? lafını duydum ya, 'Evet lan işte budur.' dedim.

Kişisel not 2: Filmin ortasında altyazının bozulması, stres yapan laptop başındaki arkadaş, laptop'a koşan başka bir arkadaş ve 3.5 dakikalık altyazının gitmesiyle bu iki arkadaşa dönen kafaları da gördüm ya, bir daha 'Evet lan işte !f Ankara budur.' dedim.

Filmin Fragmanı;


Kaspar Hauser hakkında bilgi;

http://en.wikipedia.org/wiki/Kaspar_Hauser


29 Ekim 2011 Cumartesi

Luxus (Oriental Blues)

Öncelikle; benim anlatabileceklerimden çok daha fazlası için: http://www.luxusorientblues.com/


2000'li yılların ortalarında, öyle birkaç arkadaşın bir araya gelip müzik çalması değil de solistleri Alper Bakıner'in çalışması, tasarımı üzerine bir araya gelmiş bir grup Luxus. İstanbul'da, Olimpos'ta falan çeşitli barlarda çaldıktan sonra, sanırsam 2008 yılında ilk albümleri "Acayip Şeyler" i çıkarmışlar.

Abilerim (ve ablam) baya hesaplı bir iş çıkartıyorlar. İlk albümlerinde bilinen, sevilen 4 parçanın yorumuyla bir tanıtım yapmışlar. Çok net duyan herkesin eşlik edeceği "Neden Saçların Beyazlamış Arkadaş" en öne çıkan parçalarından. Ardından bir Müslüm Gürses yorumu olarak "Yuvasız Kuş", harika bir türkü, mükemmel bir çilingir sofrası şarkısı olarak "Haydar Haydar" ve albümün son şarkısı olaraktan "Üsküdar'a Gideriken" her biri şarkının tadını bozmadan blues tonlarında yorumlanmış, çok başarılı şarkılar olmuş.




Öte yandan kendi besteleri de en az yorumları kadar başarılı. Hele ki albüme ismini veren, ilk klip parçaları "Acayip Şeyler" direk grubu özetliyor. Anlamlı gibi gözüken absürd sözler (anlamlı gibi derken; anlamsız değil. :D Yanlış anlaşılmasın), oriental çalgılar (klarnet, keman) ve blues çalgıları (bateri, gitar, bas gitar) -bir de akordeon var da onu nereye koyayım bilemedim-, ve çok başarılı bir sentez. Acayip Şeyler'den sonra bence en akılda kalıcı olarak da "Zonk" geliyor. Özellikle "Ben meraklı bir insanım, bu kadın milleti laftan niye anlamıyor..." şeklindeki nakaratı beylerimizin sık sık ağzına takılmaya aday.




Kendilerini "Uzak olsun bizden yüzü asık tıngırtılar... Biz; son kalan kar birikintisini düşüzmeye yatak yapmış iki çılgın kedi için çalarız yalnızca... ve lakin herkes bundan sebeplenir..." şeklinde tanıtan grup, "Bu sabah kızgın bir ejderha gördüm, evimin bahçesinde...", "şirin baba bunalmış dünyadan, biz nasıl yaşayalım", "Hanginiz gördünüz önceden mavi kafalı bir fil" şeklinde sözlerle dinlemesi çok zevkli bir ilk albüm yapmışlardı. Duyduk ki bu aralar ikinci albümleri de yayınlanmış. "Bi Lareya" isimli ikinci albümleri "Ada Sahilleri" haricinde galiba tamamen kendi şarkılarından oluşuyor. Sitelerinde verdikleri örneklere dayanarak en az ilki kadar güzel bir albümle karşı karşıya olduğumuzu iddia etmek çok da yanlış olmaz. Ve yayınladıkları her albümün de birbirinden güzel olacağının izleri de mevcut. Dinleyiniz. 

25 Ekim 2011 Salı

Sleeping Beauty

Güzel düşünülüp heba edilen geçen sene filmi olan Sucker Punch'un masum çekici kızı Emily Browning bu sefer çok ilginç bir projede yer almış.

Julia Leigh isimli bayan yönetmenimizin ilk filmi Sleeping Beauty. Film Lucy adlı güzel mi güzel, ilginç mi ilginç kızımızın yine bir o kadar ilginç hayatını çok ilginç bir şekilde bize gösteriyor. (Her şey çok ilginç yani özetle.) Lucy hayatını programlamaya ve uykuya özellikle önem veren bir üniversite gencidir. Hayatının farklı parçalarını iç-içe izlediğimiz Lucy en sonunda, adından bile bahsedilmeyen arzu ve şevklerin gerçekleştirildiği, profesyonel bir şirkette işe girer. Sonra olaylar gelişir.

Baştan söylemeliyim ki, Sleeping Beauty esenlikli bir film değil. Evet bir Lars von Trier ya da Gaspar Noe kadar da sıkmıyor canımızı ama en azından yarattığı durumlar ve olaylar sayesinde izleyiciyi düşündürüyor, yapılan şeylerden ötürü utandırıyor, usandırıyor, hatta bazen düşürüyor. Lucy'nin çalıştığı iş yerindeki gerginlik, klüpteki akıl almaz yöntemleri, erkek arkadaşı ile yaşadığı dünyanın en garip ilişkisi, evde arkadaşları ile yaşadığı sıkıcı durumlar ve izlerken bizim Erinç ile 'Vakıf' adını verdiğimiz -bence dünyanın en mükemmel- şirketinde yaşanılan ve ağzı açık bırakan olaylar izlerken Lucy adına gerçekten değişik duygulara sahip olmamıza neden oluyor. Hikaye ve sunum bakımıdan çok çekici bir film Sleeping Beauty.

Hikayenin ilginçliği bir yana, görüntü yönetmenliği tam bir şaheser. Kamera açıları, setler, renk seçimleri, sinematografi olağanüstü. Özellikle vakıfın gösterildiği sahneler özenle çizilmiş resimler gibi. O kadar rahatlatıcı, o kadar göze hitap eden bir film ki, bir de üzerine yaratılan yoğun atmosfer ve şiir gibi anlatımla biz kendimizden geçtik. Vakıfın sahneleri izlerken neye bakacağıma, neye dikkat edeceğime karar veremedim, çok heyecanlandırdı beni o sahneler ciddi olarak.

Lucy'nin hayatı dolu dolu olmadığı için karakter sayısı da çok değil filmde. Buna rağmen var olan oyuncular güzel bir iş çıkarmışlar bence. Gerçi Emily Browning Sucker Punch'ta nasıl her sahnede sadece ağlıyorsa, bu filmde de çoğu sahnede ya uyuyor, ya da sadece bakıyor. Buna rağmen göze hiç batmıyor, ki film biraz garip olduğu için gayet de filme uyuyor Emily ablamızın odun oyunculuğu. Diğer oyuncular ise gayet başarılılar.

Film beni benden aldı evet, ama tam doyuma ulaşamadım. Güzel bir film, beklentileri yükseltmek istemem; ama her şeyden bağımsız olarak film sadece 'Vakıf' için izlenmeli. Dünyanın en ahlaksız, en konuşulmayan işlerinin yapıldığı Vakıf'ın mükemmel bir iş disiplini ve mottoları var. O kadar limitli, o kadar siyahla beyazın kesin olduğu bir yer ki vakıf, bu dünyadan değil adeta. Gerek yarattığı atmosfer, gerek kıyafet seçimleri ve karakterler ile bana aşırı derecede Pasolini'nin Salo'sunu anımsattı ve çok gerdi. O kadar gerdi ki hatta, zevk aldım. Bir de kişisel bir düşüce, nedenini bilmiyorum (muhtemelen Lucy'nin kıyafetın çok büyük etkisi var.) ama Lucy'nin işten önce patronuyla çay içip, uyumak için sedatif ilacını aldığı sahneler (fotoğrafını koydum hatta yukarıya) de bana Rosemary'nin Bebeği filmini anımsattı biraz biraz, değişik bir gerginliği ve bir 60lar havası vardı. Sadece paylaşmak istedim.

Değişik bir deneyim için Sleeping Beauty tam bize göre. Deneyci filmler sevenlerin kaçırmak istemediği bir film. Ha yok Hollywood sineması diyorsanız, Sleeping Beauty dünyanın en kötü filmi. (Bakınız imdb review'ları.)



21 Ekim 2011 Cuma

New York Trilogy - City of Glass

Yazan: Paul Auster

Aslında serinin tamamını bitirip bir yazı yazmak vardı kafamda; ama ilk kitaptan sonra öylesine beğendim ki, dayanamadım. 

Absürd ve suç kurgusunu bir araya getiren ünlü yazar Paul Auster amcamızın daha önce Timbuktu adlı kitabını hediye olarak almıştım. Başrolde Bay Kemik adlı bir köpeğin olduğu çok hoş ve sürükleyici bir kitaptı kendisi. Daha sonraları Amerikan Edebiyatı üzerine doktorasını yapan yarı Amerikan, yarı Türk bir arkadaşımdan, "Olmaz. Paul Auster'ı kendi dilinde okuman lazım." yorumunu aldıktan sonra geçenlerde gördüğüm New York üçlemesini kitapevinde görünce affetmedim. (İyi para verdim lan aslında, ama olsun.) Mükemmel bir kapağa ve iç dizayna sahip kitap zaten gözüme direk çarpmıştı, eh bir de en ünlü kitabı New York üçlemesiymiş zaten, haydi dedik.

İlk kitap olan City of Glass, durgunluk ve hatta gerileme dönemini yaşayan bir yazar olan Daniel Quinn'in bir gece yanlış bir telefon almasıyla başlayan ilginç hikayesini bizlere anlatıyor. 'Dedektif Paul Auster'ı arayan telefondaki kişiye yardım etmek isteyen Quinn, kendini Auster olarak tanıtıp hayatına yeni bir sayfa açar. Hayatı boyunca suç romanları yazan Quinn, gerçek hayatta kendini bir anda bir suç romanının baş karakteri olarak bulur. Sonrası telefon görüşmeleri, sürekli alınan notlar, gün içi kişi izlemeler, sırlar ve çözme girişimleri ve ilginç bir yan hikaye. 

Olabildiğine sürükleyici ve ilginç bir hikayesi var City of Glass'ın. Dün gece Erinç'e de diyordum, "Bored to Death" adlı bir dizi var fetişi olduğumuz. Jason Swartzman fetişliğimizden kaynaklanıyor biraz gerçi ama dizi olağan Amerikan dizilerinden çok farklı bir havaya sahip, başarısız bir yazarın özel dedektifliğe başlamasını anlatıyor bize. Hafif Agatha Christie, hafif kara film, hafif kara mizahın olduğu çok tatlı ve absürd bir dizi özetle. Yakın zamanda üçüncü sezonunun başlamasıyla New York dedektifliğini özlediğimizi zaten farketmiştik, o yüzden bir de üzerine Paul Auster amca çok iyi geldi. 

Bence orjinal dilinde okunmasa da olur, ben ekstra birşey almadım İngilizcesinden; ama sarı kapak kitap sevenlerin çok hoşuna gidecek bir roman. En azından birincisi. 

15 Ekim 2011 Cumartesi

The Expelled

Yazar: Samuel Beckett (Sanki yazmasam soldan anlaşılmayacak.)

Deli ya bu dedirten, oturup biraz dinledikten sonra deliliği sorgulatan tatlı Beckett amcanın maalesef Türkçeye çevrilmemiş "The Expelled" kitabı geçen kitapçıda gözüme ilişti, "Ana bu ne be?" falan derken aldım, sabah treninde bitmişti Expelled. Akşam treninde kitabı düşünmekten beynim eridi.

Öncelikle Beckett ile ilgili gereksiz bilgiler; Dublin doğumlu Samuel abi, Fransız, İtalyan ve İngiliz dilleri üzerine eğitim görmüş, daha sonra akademisyen olarak Fransa'ya yerleşmiştir. Dünya savaşı patlak verdiğinde direnişe katılan Sam, benim düşünceme göre tam bu evrede biraz devreleri yakmıştır. Über Fransız sempatizanı olan Beckett, burada romanlarını ilk olarak Fransızca yazar, daha sonra ya kendisi, ya da kitapevleri İngilizce ve başka dillere çevirir. The Expelled de orjinal olarak Fransızcadır. Sonra Samwise "Aa dur lan ben İrlandalıyım, bir de ingilizce yazayım şunu!" demiştir kesin, Sam Beck'ten de bu beklenir.

Absürd, avant garde (Avant Garde'ın aslında Vanguard demek olduğunu, vanguard'ın da bir tür kalkan olduğunu, bilinmeyene karşı o kalkanla ilerlemenin aslında bilinmeyeni zorlama anlamına geldiğini, bu yüzden avant garde akımın aslında deneyci bir akım olduğunu da söyleyeyim, size bir gereksiz bilgi daha olsun.), postmodern ve daha birsürü manyak akımın ustalarından olan Beckett özellikle Absürd Tiyatronun kurallarını koyar. Godot'u hepimiz beklerken farkına varmıştık zaten bunun. (Ben bir türlü oyununa gidememiştim, sinir olmuştum.)

Beckett abimiz The Expelled'de de tavrı bozmuyor ve "hiçbir şey" üzerine 2 romanı bize sunuyor. Kitapta The Expelled ve The First Love olmak üzere 2 kısa öykü var.

The Expelled evden kovulan bir kişinin, birinci kişiden yeni ev bulma arayışını bize aktarırken, The First Love, evsiz bir birinci kişinin parkta bir bankta otururken aşık olduğu bir hayat kadını ile arasındaki "absürd" ilişkiyi anlatıyor.

Beckett'in bundan önce sadece Godot'sunu okumuştum, bir durum öyküsü olduğunu biliyordum. The Expelled bana göre bir 'tespit' öyküsü. Evet öykülerde olaylar gelişiyor; ama genel olarak anlatıcıların hayatta dikkat etmeyeceğiniz detaylarla ilgili tespitlerini dinliyoruz.

Çok değişik, çok absürd; ama bir o kadar da çekici bir kitap The Expelled. Godot'da bu etki olmamıştı; ama bu kitapla Beckett'ten bir nebze korktum. Yakın arkadaşlarına bir sormak lazım, "Beckett nasıl bir adamdı lan? Anlatsana biraz." diye. İmkanım olsa bile kendisine soramazdım gerilimden çünkü.

Değişik adamsın Sam reyis.

9 Ekim 2011 Pazar

Çalgı Çengi (2011)

Yönetmen: Selçuk Aydemir
Yazan: Selçuk Aydemir
Oyuncular: Murat Cemcir, Ahmet Kural

Bir çeşit absürd komedi filmi Çalgı Çengi. Açıkçası fragmanını ilk izlediğimde çok çekici gelmemişti bana. Recep İvedik'in açtığı yolda ilerleyen bir film hissiyatı yaratmıştı. Tabii sonra Recep İvedik'i izleyip beklediğimden daha iyi bir film buldum karşımda, orası ayrı. Özellikle misafir oyuncu olarak gözüken birkaç baya önemli isim ve yapımcı olarak CMYLMZ'nin görünmesi benim için Çalgı Çengi'yi ilginç kılan tek öğelerdi. O adamlar destek vermişlerse fragmanda görünenden çok daha fazlası vardır dedim.

Guy Ritchie'nin yönettiği İngiliz mafya filmlerinin (Snatch, Lock Stock...) hayranı biri tarafından yazılmış gibi duran bir senaryo var ortada. Birbirine üstünlük kurmaya çalışan, birbirini kullanan, döven, ezen, kovalayan falan filan insanların hikayesi. Merkezde Ankaralı 2 çalgıcı kuzen var. Aslında Guy Ritchie ile karşılaştırmak biraz abartı oldu, senaryo bakımından o kadar zengin ve başarılı bir film yok ortada. Tempo olarak da baya yavaş sayılabilir film. Bir de filmin içindeki hikayeler tam olarak bir yerlere bağlanmıyor. Yani olaylar gelişiyor, gelişiyor ve film bitiyor. Yazdığınız yazıyı nasıl bitireceğinizi bilemeyince yeterli uzunluğa eriştiğini düşündüğünüz noktada bitirmenize benziyor.

Öte yandan izlenmeyecek kadar başarısız bir film de sayılmaz. Türkiye -dizilerden de görüldüğü üzere- absürd komediyi seven bir ülke. Filmin oyuncuları ve yönetmeni de sanırım dizi çıkışlılar. Kimi sahnelerle Türk insanına hitap etmeye çalışmışlar - ve yer yer de başarılı olmuşlar (Köyden şehire göçen türkücü hikayesi, biz şuralıyız, biz buralıyız diye horozlanmalar ve özellikle Gökhan Semiz'e saygı göndermeleri).

Yeterli uzunluğa ulaşan bu yazıyı bitirmek gerekirse; benim izlemekten çok büyük bir zevk almadığım, öte yandan pişman da olmadığım bir film Çalgı Çengi. Çok iyi seçenekler olmadığında vakit geçirir.