13 Mart 2022 Pazar

Ateş

 Kötü bir havaydı. Yıpranmış bir haldeydim, ufak bir ateş yakmanın iyi geleceğini düşündüm. İlk ateşi tutuşturmak için gerekenler zaten vardı, hafif harlamak yeterli gelir gibi gözüküyordu. Ateşi yakmak gerekli gibiydi, ben ihtiyacım olduğuna inanmıştım. Dedim ya, hava berbattı, ateş gerekiyordu. Ateş çok şey için en net çözüm gibidir; ısıtır, yeterince aydınlatır, istenmeyen haşaratları uzak tutar. Gerekirse silah olarak kullanılabileceğini bile söyleyenler var. Hepsinin de ötesinde bir bağımlılık. Ateşi yakarsın, harlarsın, sonra da karşısına geçer, hipnotize olur, izlersin. Sen istemesen de beyninin anahtarını eline alır. Önce kafanın tamamen boşaldığını sanırsın. Zihninin kontrolünü kaybedersin; senin istediklerin değil, ateşin gösterdikleri kafanın içini doldurur. Aklın, düşüncelerinin akışı senin kontrolünden çıkar. Alevlerin dansı, bir daldan diğerine zıplaması, önce bir odunu, sonra diğerini eritip yok etmesi, rüzgarla bir coşup bir sönmesi, sürekli yön değiştirmesi, kontrol edemediğin şekilde seni ele geçirir. Odunlar küle döndükten, ateş hafifledikten sonra ancak kendine gelirsin. Saatlerdir sadece izlediğinin farkına varırsın.

30 Mayıs 2020 Cumartesi

Öteki

Değerli bir mesai arkadaşım, geçtiğimiz günlerde Özdemir Asaf'ın bir şiirini alıntıladı. Şiirin adı "Dün Sabaha Karşı".

"Dün sabaha karşı, kendimle konuştum. 
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum. 
Yokuşun başında bir düşman vardı, 
Onu vurmaya gittim, kendimle vuruştum..." 

demiş büyük şairimiz. Konuştuğumuz konuyu çok güzel yansıtan, bizim birbirimize uzun cümlelerle anlatmaya çalıştıklarımızı kısa ve net bir şekilde özetleyen bir şiir olunca beni çok etkiledi, doğrudan aklıma kazındı. Konumuz Dostoyevski'nin "Öteki" isimli kitabıydı. Dokuzuncu dereceden devlet memuru Golyadkin, sıkıntılı bir akşamın ertesi sabahı kendisine birebir benzeyen ve aynı isimde biriyle karşılaşır. Öteki, Golyadkin'in zayıf olduğu pek çok alanda daha güçlüdür ve yavaş yavaş  Golyadkin'e üstünlük kurarak yerini almaya başlar. Golyadkin bir yandan güçlü durarak ötekinin kendiliğinden toplumdan dışlanacağını düşünmektedir. Nasıl olsa öteki, Golyadkin kadar soylu, dürüst, onurlu, değerli değildir. Kimse onun yalanlarına, adiliklerine inanmayacaktır ve öteki Golyadkin'i alt edemeyecektir. Ancak Golyadkin korkak, içten pazarlıklı, kıskanç, düzenbaz, sinsi, kendini beğenmiş ve omurgasızdır. Öteki ise yetenekli, zeki, insan ilişkileri güçlü, dikkat çekici, kurnazdır (Golyadkin'in olmadığı her şey). Dolayısıyla Golyadkin tersine inansa da biz ötekinin Golyadkin'e üstün geleceğini en başından itibaren içten içe hissederiz. Ve tabi ki Dövüş Klubü'nü, Gizli Pencere'yi ve daha nicelerini okumuş ve izlemiş günümüz seyircisi, öteki devlet dairesinde Golyadkin'in karşı masasına ilk oturduğu anda ötekinin gerçek olmadığını, Golyadkin'in bilinç altının bir oyunu olduğunu biliriz. "Doppelganger" hikayeleri, eskiden olduğu kadar sıra dışı değil artık.

"Doppelganger" Almanca bir terim. Çift gezen kelimelerinin Almanca karşılıklarının birleşmesiyle oluşmuş. Mısır mitolojisinden Nors mitolojisine, pek çok yerde görülen bir kavram. Bir insanın biyolojik olarak bağı olmayan birebir ikiziyle karşılaşmasına karşılık geliyor. Eski inanışlarda kötü şansın, uğursuzluğun, hatta yer yer ölümün bir göstergesi olarak kullanılmış. İngilizce'de "evil twin" yani şeytani ikiz olarak da kullanılıyor. 19. yüzyılda özellikle edebiyatta çokça kullanılan kavramlardan biri olmuş. Percy Shelly, Lord Byron gibi çeşitli büyük yazarların Doppelganger hikayeleri olmuş. Bunlardan en ünlülerinden birisi ise Amerikan Gotik edebiyatının en önemli isimlerinden Edgar Allan Poe'nun William Wilson isimli hikayesi. Bu hikaye Dostoveyski'nin "Öteki" kitabı açısından da önemli. Çünkü "Öteki" den 10 yıl kadar önce yazılmış, ve Dostoyevski'nin Poe'nun edebiyatını öven makaleleri olduğu düşünülürse, Dostoyevski'nin ikinci kitabının fikir aşamasında etkili olmuş olabileceğini düşündürüyor. Ancak kesin olan, psikanalizin bulunmasından çok önce Dostoyevski'nin çok güçlü bir psikolojik çözümleme yaptığı. Freud'un bile bu hikaye üzerine çeşitli makaleleri bulunuyormuş. Bir yandan psikolojide paranoid şizofreni, alter-ego, çoklu kişilik bozukluğu kavramlarına, diğer yandan felsefede benlik sorunsalı, kimlik gibi kavramlara öncülük eden bir hikaye.

Kavram çeşitli mecralarda tekrar tekrar değerlendirilmeye ve karşılık bulmaya devam etmiş ve ediyor. "Kopyalanmış Adam" Nobel ödüllü yazar Jose Saramago'nun benzer bir hikayesi. İşin ilginç yanı, hem "Öteki" nin hem "Kopyalanmış Adam" ın yakın zamanlarda sinema uyarlamaları oldu. "Öteki" Amerikalı bir yönetmen tarafından "The Double" ismiyle çevrilirken "Kopyalanmış Adam" Kanadalı bir yönetmen tarafından "The Enemy" ismiyle vizyona girdi. Aynı dönemlerde Türkiye'de de Tayfun Pirselimoğlu'nun başrolünü Ercan Kesal'in oynadığı "Ben O Değilim" filmi sinemaya geldi. "Ben O Değilim" de yavaş yavaş başkasının kimliğine bürünen bir karakteri izliyoruz. Yani madalyonun diğer yüzü; kimliğini yavaş yavaş ötekine kaptıran Golyadkin'i değil, Golyadkin'in kimliğine yavaş yavaş bürünen ötekinin hikayesi. Bu konuda hicivli bir bilimkurgu öyküsü de Ray Bradbury tarafından yazılmış. Ev hayatı dışına çıkabilmek için yokluğunda kendisinin yerini alması için bir robot satın alan adamın öyküsü; ancak robot kendisinin boşluğunu doldurmak yerine yavaş yavaş yerini de almaya başlıyor. Şeytani ikiz öyküleri Guy de Mauppasant'tan Clive Barker'a, Stephen King'e, Paul Auster'e kadar uzanmaya devam ediyor. Her ne kadar birebir ikiz ya da kendisinden başka bir kişi sınıflarına uymasa da Dr. Jekyll & Mr. Hyde, Dövüş Klubü, Yerdeniz Öyküleri diye uzayıp giden akraba öyküler de var. Bu öykülerin çoğunluğunda iyi ve kötü, güçlü ve zayıf, ışık ve gölge, Yin Yang gibi iç içe, birbirinden ayrı değil birbirinin tamamlayıcısı unsurlar. Öte yandan konuyu kimlik bunalımı, alt kimlik vb. kavramlar açısından ele almayanlar da mevcut. Mesela Kieslowski'nin "Veronika'nın İkili Yaşamı", ya da bir uzay istasyonu gerilimi "The Moon" gibi. Yakın zaman komedi dizilerinden "How I Met Your Mother" da bile doğrudan "Doppelganger" olarak adlandırılan karakterler gördük. Daha gerçekçi bir pencereden bakmak isteyenler içinse çeşitli internet siteleri mevcut. Fotoğrafınızı yüklediğiniz zaman dünyada Doppelganger'iniz olan kişiyi bulup size getiriyor.

21 Haziran 2019 Cuma

Yine en zoru bu

En zor kısmı her zaman başlamak. İlk cümle gelince, ilk sayfa bitince, ilk ses çıkınca devamının gelmesi her zaman daha olası oluyor. En kötü ilkinin etrafında dolanıyorsun ve o seni bir yerlere götürüyor. Nereye varmak istediğin önemli değil, bir yere varıyorsun illa ki. İlk adımı attıktan sonra başarısız olmak da önemli değil. Yanlış yaptın ve altüst oldu. Ne olacak ki? Yapabileceğin yanlışlardan biri daha azaldı işte. Artık nasıl başlanacağını ve yapmaman gerekenlerden birini biliyorsun. Bir başlayabilsen.

Karar vermek en zor kısmı. Yüzlerce seçenek, binlerce olasılık. Doğrular belki sadece kendi küçük iç dünyanda. Belki kafanda kurduğun, evire çevire geliştirdiğin, çok önemli sandığın her şey ufak bir yanlışa dayanıyor. O yanlış fark edildiği anda hepsi sabun köpüğü gibi uçuşup yok olacak. Ve sen o yanlışı ne zaman fark edeceksin? Her şey bittikten, çok geç olduktan sonra mı? Ya verdiğin ufak bir yanlış karar, domino etkisi gibi daha önceki tüm doğru kararları devirirse? Ya da yanlış olmadığı için doğru olduğunu sandığın etkisiz elemanı seçersen? Kendin için seçmezsen kaybedersin, kendin için seçersen bencil hissedersin. Karar vermezsem nasıl başlayacağım? Başlamak çok zor.

Devamlılık tam bir kabus. Sonunu görebilsen yine iyi, bir şekilde bitirebilirsin. Ama bir de sonunu göremiyorsan nasıl devam edeceksin? Küçük kazançlardan feragat ederek büyük sona giderken her seferinde büyük sonun küçük bir kısmını kaybediyorsun. Diyelim ki doğru kararı verdim ve doğru başladım. İkinci karar ile ikinci adımın doğru olduğu ne malum? Enfes bir sütlaç yaparken şeker yerine fark etmeyip tuz koymak gibi. Ve çorbalar içilip yemek yendikten sonra tatlı sofraya gelip misafirlere ikram edilene kadar da haberin olmayacak. Devam edebilmek için itici gücü bulmak, sürekli canlı tutmak çok zor. Başlamasına başladın, başlamakta ne var devamını getiremedikten sonra.

Örnek tatlıyı seçerken bile sildim sildim, başa aldım. Sütlaçtan örnek mi olurmuş, örnek dediğin sufleyle olur da hayatımda kaç kere sufle yaptım ki sufleden örnek vereyim diyeceğim de hayatımda sütlaç yapmışlığım da yokken sütlaçmış, kekmiş, katmermiş, çizkek yapmayı denedim aslında, 3 denemeden 2'si fena da olmadı ama bol fındıklı Hamsiköy sütlacı düşlemek dururken bol peynirli olacaksa bari labneli çizkek değil, kaşarlı künefe olsun. Ama künefeye zaten tuz konmuyor mu bir tutam? Künefe de hiç yapmadım ki.

Bitirdiğinden emin olmak çok zor. Zirveden önceki son tepecikte sonlandırmamak hüner işi. Muhteşem bitirişi yapamadıktan sonra ha başlamamışsın, ha çöp adamla dünya barışı çizmişsin. Son dokunuş ne zaman façayı kurtaran dokunuş oluyor, ne zaman gülünen esprinin çevrilip, ısıtılıp tekrar sofraya sunulmasına dönüşüyor? Temel'le Dursun yüzerek Amerika'ya gitmeye karar vermişler. Yüzmüşler, yüzmüşler. Özgürlük Heykeli'ne varmışlar, Temel demiş ki "Dursun çok yoruldum, daha ileri gidemeyeceğim, ben geri dönüyorum". Hele bir de seçiminin yanlış olduğunu görmüşsen, yanlış yolda yürümüşsen? Ya Özgürlük Heykeli'ne değil, devasa İsa Heykeli'ne varsalardı ne olacaktı? Varsan mı dert, varmasan mı? (Bu noktada içinizden "yoksa hiç..." şeklinde devamını getirebilisiniz) Bitirdikten sonrası daha da kötü; yine yeniden yeni bir başlangıç yapmak gerekecek. Tercihim yanlışsa doğrusunu aramak, doğruysa daha doğrusunu. Hatta zaman kaybetmemek için daha bitirmeden başlamak için karar vermek lazım. Yine en zoru bu.

"Bu dünyada yerinde kalmak için koşman gerekir. Bir yere gitmek için iki katı hızla koşmalısın." (Alice Harikalar Diyarında)

2 Ocak 2018 Salı

Devletin Manevi Şahsiyeti - Mümtaz Mehmet Tütüncü

"Türkiye'den neden bilimkurgu çıkmıyor?"

Aslında çıkıyor. Sadece çıkanın reklamı çok/yeterince yapılmıyor. Belki bir de az sayıda çıkıyor. Tabi Philip K. Dick, Ray Bradbury gibi yazarların yeşerdiği, düzenli bilimkurgu öyküleri yayınlayan aylık dergiler yok, çıkanlar tutmadan kapanıyor (Yabani dergi, Rodeo Strip, vb. dergilerde bilimkurgu öyküleri yayınlanıyordu ama dergilerin hiçbiri yayın hayatını yıllarca sürdüremedi). Hal böyleyken yerli bilimkurgu(vari) yazarlara denk gelmek için biraz şanslı olmak gerekebiliyor. Ben şanslıydım ve bir gün kitaplarla ilgili bir yazıyı okurken "Küheyli Buharlan" a denk geldim. Kitabı çok beğeneceğim ön yargısıyla okudum, ön yargılarımdan bağımsız bir şekilde kitabı çok beğendim ve Mümtaz Mehmet Tütüncü'nün tüm kitaplarını almaya karar verdim (öncesinde de burada kitapla ilgili birkaç yorum yazar gibi yapmıştım). Tabi çok uzağa gidemedim, çünkü yazarın "Küheyli Buharlan" haricinde tek kitabı "Devletin Manevi Şahsiyeti" (DMŞ) idi (hala da öyle).

DMŞ, 4 adet öyküden oluşan bir kitap. Öykülerden ilki, bir çeşit siyasi taşlama tadında DMŞ isimli öykü. "Dil Dil Dediğimiz Dile Gelseydi Eğer" isimli radyo programında, gelen bir soru üzerine DMŞ kavramı irdeleniyor. Birey ile devlet arasında kurulan paralelliklerle bir devletin psikolojisi irdeleniyor. Enfes bir bilimkurgu öyküsü olan ikinci öykü de ise zamanda yolculuk konusunda deneyler yapan bilim adamının günlükleri söz konusu. Yukarıda yazdıklarımı bana yazdıran, "nasıl yerli bilimkurgu çıkmıyor, bal gibi de çıkıyor işte" diye düşündürten bu öykü oldu. Üçüncü öykü yine radyo programında bu sefer "optimal ömür uzunluğu" kavramının ne olduğu irdeleniyor. Bu seferki öykü bilimkurgu değil, daha çok bilim parodisi tadında, iki mafya ailesi arasındaki kapışmayı anlatıyor. Son öykü ise kitabın kalanından tamamen bağımsız (hatta kopuk denebilir), bir kabadayının kahvehaneye çırak girmesinden başlayarak yüksele yüksele mahallenin kontrolünü ele geçirmesini anlatan, bir nevi dürüst, adaletli, çalışkan Scarface hikayesi. Bir yandan da ufak bir devlet yapılanması simülasyonu, adalet kurumlarının, kolluk güçlerinin, vergi memurlarının, vb. hangi ihtiyaçlara cevaben kurulduklarını, ne tür düzenlemelere ihtiyaç duyduklarını, ne tür işlevlere sahip olduklarını basit bir şekilde anlatıyor.

Keyifle okunan ortadaki iki öyküsü, okurken sıkmayan ama diğer ikisinden bir tık daha az akılda kalan iki öyküsü ile DMŞ toplamda oldukça güzel bir kitap. Mümtaz Mehmet Tütüncü'nün kitaplarının devamının gelmesi şimdilik en büyük temennilerimizden.

21 Temmuz 2017 Cuma

Şarkılarla Ankara Sokakları

Bugün Ankara sokaklarında kendimce ufak bir tura çıktım. Neden? Özel bir neden yok. Çünkü yapabiliyordum. Çünkü günlük işlerim bunu gerektiriyordu. Uykusuzdum, uzun zamandır yapmadığım bir şeydi. Hava biraz kapalıydı. Ben dolmuştan indiğimde gök gürlemeye başlamıştı bile. Yağmur yağacağı hava durumunda dünden yazıyordu zaten. Yağmur yağması için en güzel zaman yürüyüş yapacağınız zamandır. Ya da dolmuş beklerken. Milli kütüphanede ODTÜ dolmuşu beklerdim eskiden, okula gitmek için, sabahın 8'inde. Biraz ileride Hacettepe servisi bekleyenler olurdu, kiminki daha önce gelecek diye kendimce kafamın içinde bir yarışa girerdim. Genelde Hacettepeliler kazanırdı. 2 tane Hacettepe servisi gelir, dolar, giderdi. O arada bir tane ODTÜ dolmuşu geçerdi. O da ağzına kadar dolmuş, en soldan bastırmış, gidiyor. Kaldırım kenarına yanaşmıyor bile. Hava yağmurluysa arabalar kaldırıma özellikle yakın geçerler. Gökyüzünden gelen yağmurun yeterli olmayabileceğini düşünüp bir de yeryüzünden yağmur gelmesini sağlamak hevesiyle. Hemen yanınızdan geçip saçlarınızdan çamur damlamasına neden olan kadın, 2 adım ötede, Kültür Bakanlığı'nın otoparkına girer. Sanki yeni nesil jölenizin sorumlusu kendisi değilmiş gibi yanınızdan geçerek Kültür Bakanlığı'na girer. Dolmuş gelmemeye devam eder. 10 dakika geç kaldığında derse almayan hocanın dersi için 15 dakika dolmuş beklemek bir ömür gibidir. 

İki gün önce şans eseri bir yerde insanın içine işleyen bir şarkıya denk geldim. Voo Voo - Gdybym. Bahçeli metrosunun ilerisinde, Yunus Emre parkının karşısında yeni açılmış bir kafe, adı ...Tiramisu idi. Şarkının kendisi çok güzel, sonlara doğru Azerice kısım ise insanı ayrı bir etkiliyor. Zaten melankoliye yakın/yatkın bir insanım. Çünkü eski günleri özlüyorum. Eskiden de eski günleri özlerdim. Sanırım seneye de bu günleri özlüyor olacağım. Çünkü hepinizi çok seviyorum ve sizinle geçirdiğimiz o günler hep çok güzeldi. Bu günler de çok güzel, ama geçmiş de çok güzel ve bu melankoli. "Ne bir dost, ne bir sevgili. Dünya'dan uzak bir deli." Voo Voo - Gdybym ihtiyacım olanı verdi bana. Sonra da Yunus Emre parkına gidip hanımeli kokusu altında dolandık, o eskimeyen eski dostlardan biriyle. Ankara en güzel melankoli duygusuyla gezilir. Bir de Ankara'yı hissettiren, içinde Ankara geçen şarkılarla. Ankara şarkıları. Onlar da melankolidir zaten. Mesela "Ankara'dan abim geldi". Tam bir Ankara şarkısı. "İçimi kemirir durur çok zaman. Olur olmaz bir yerden, olur olmaz sorular". Tabi şarkı aslında "Ankara'dan abim geldi, evde bir bayram havası" diyor. Yani aslında şarkı Ankara haricindeki her yerin şarkısı. Çorum da olabilir, Denizli de, Artvin de. Ama Ankara'da geçiyor olamaz çünkü abim Ankara'dan geliyor. Ama bence tam bir Ankara şarkısı. "Açılır zaman zaman bir kapı, olur olmaz bir yerden, olur olmaz bir yere". Yağmur ufaktan atıştırmaya başladı. Şırıl şırıl yağar şekilde değil, büyük sağanağın geleceğini haber veren tıpırtılar şeklinde. Mesela 15 dakika yürüyüşte, telefona gelen bir mesajı okurken ancak 2 adet yağmur damlası düşüyor ekranın üzerine. Ama bastıracak, kesin, ve ben yolda olduğum için ıslanacağım. Çünkü yağmur yağdığı için hedefimden sapmam, yağmur geçene kadar bir yerlere sığınıp beklemem. Gideceğim yere gidene kadar devam ederim, kafama ne koyduysam o. Yağmuru severim hem. "Yağmur dönerken kara, yavaşça süzülen yola. Araba dolusu bir tuhaf seven, şarkılar çalan söyleyen" Kuğulu parktan giriş yapıyorum Tunalı'ya. Hava güzel, güneşli olsa al bir paket çekirdek, banklardan birine otur yarım saatliğine. Devri-Alem'i es geçiyorum bu seferlik. Zaten yeni aldıklarım dağ olmuş, yığılmışlar. Hedefimde Kızılay var, elimden geldiğince vakit kaybetmemeye çalışıyorum. 

Bestekar yeni hüzünlerle dolu. Lins kapanmış, kapıdaki ağaçları/çalıları budamışlar. Bir gün gelip de Natura'nın kapandığını gördüğümüz zamanları hatırlıyorum. Natura'daki ilk buluşmalar hatırlanmış, hayıflanılmıştı. Şimdi o hayıflanmaları özlüyorum çünkü bugünlük tek başımayım. Lins'in kapanmasına tek başıma hayıflanıyorum. Biraz da mazoşist melankoli, yoksa yarın bu yollarda dostlarla geçerken daha hüzünsüz bir hayıflanma ile "Lins de kapanmış ya" diyeceğiz. Bestekar'ın sonundan, o ince aradan Akay'a geçiyorum. Bir zamanlar mühendisler odasının binası mıydı burası? Bir ara sanki Demokrat Parti'nin atı mı vardı girişte? Bina ne olursa olsun, o ara geçit hep bir gereksiz kestirme olarak oradaydı. Bir zaman duvarında grafitiler, ilanı aşklar, uzunca bir süre Transmetropolitan'ın gözlüğü, sık sık şiir sokakta şiirleri. Şimdilerde en net göze çarpan ise Avareler çalışması "bol kaşarlı - apolitik - dokunmatik bu çağın türküsüdür". Akay'dan Konur'a geçiyoruz. Yani ben geçiyorum. Sigara içen, kafa tokuşturan liseli gençler var etrafta. Her yer sarı lacivert, çünkü o sene bu sene. Etrafta IF konser takvimleri. IF'in Ankaralılar için bir ceza olduğunu düşünmüşümdür hep. Yıllarca en dinlemek istediğim gruplar hep IF'e geldiler. Küçücük, basık bir mekan, biraz arkalarda kaldın mı sahneyi görmene imkan yok. Hele ki Yasemin Mori, Elif Çağlar gibi minyonlardan biri geldiyse. Üstüne bir de "damsız almıyoruz" dedikleri günleri bile gördük. Ulan rock konserine gelmişim, ne damı? Sen içeride kim çalıyor biliyor musun? Bilmezsin tabi, Metropolis'i kim bilir ki zaten. Ankara'nın 2000lerde rakçı olan gençleri belki bilirler. Çünkü Metropolis de Ankaralı eski rakçılardan. Tüm Ankaralı rakçılar gibi kesin o Tunus - Kennedy köşesindeki terkedilmiş evde klip çekmişlerdir. Hatta hatırlıyor gibiydim öyle bir klip, açtım baktım. Karabasan şarkılarının klibi oradaymış. En güzel şarkılarından da biri. Şu hani Avareler'in "Ben sana blues dinleme demiyorum..." serisinden Ruhi Su'yu astıkları ev. IF'in en kötü özelliği ise konserlerin perşembe akşamı olması. Çünkü Ankaralılar müzik dinlemesinler, neden cuma-cumartesi akşamına konser koyalım ki? 

Melankoli, Olgunlar'ı geçtikten sonra bir kere daha geliyor, vuruyor. Hey gidi Megapol sineması, kapandın kapanalı kapalısın. Metropol hala çalışıyor, Ankapol Jolly Joker oldu, Megapol herhalde 10 yıldır falan kapalı. Acaba Kızılırmak ne alemdedir? Kapanır mı o da bir gün? Meşrutiyet'i geçiyorum ve Kızılay'ın üçüncü boyuta geçtiği yerler başlıyor benim için. Artık tüm binalar sadece sokak boyunca değil, yukarı doğru da kafeler, barlar, hatıralar. Kalitesinden yıllarca hiçbir şey kaybetmeyen ve kazanmayan Kitapça, herhalde Konur'daki 15. yılını devirmiş olsa gerek. Karşıda yukarıda Lazut kafe. Hep "bir gün gideceğim" deyip hiç gitmediğim yer. Üstünde Roxanne. Sokağın sonuna doğru İnsan Hakları Heykeli. Polis ablukasına alınmış, çitlerin arkasında kitap okuyor. İnsan Hakları Heykeli'nin gözaltına alınmış olması tabi Türkiye'de olmayacak şey değil. O yine çitlerin arkasında da olsa kitabını okuyor. Asıl üzücü olan az ilerideki oturan teyzenin artık orada olmaması. Sırf o teyzenin yanında oturmak için o bankta oturulurdu. Karşıdan Batman t-shirtlü bir çocuk geliyor. Şu Cevizlidere'deki elektrik kutusuna spreyle batman logosu basan çocuk bu mudur ki? Ya da Gaziosman Paşa tabelasını Tosun Paşa yapan belki?

Yönüm dolmuş durakları, ama kendine mıknatıs gibi çeken Dost var. Haziran dergilerine bakmak için şöyle bir uğramaktan zarar gelmeyeceğini düşünenler (çünkü tüm bu olanlar Haziran'da gerçekleşmişti, bu yazıyı da Haziran'da yazmıştım ben.) kendilerini bir anda bilimkurgu reyonunda okuduğu/okumadığı kitaplara bakınırken bulur. Dost'un Kızılay'da 3 dükkandan 1'e düşmesi üzücü bir süreç olmuştu, ama o bir dükkanı o kadar güzel yenilediler ki sırf içinde şöyle bir dolanmak için yolumu uzatıp buralardan geçtiğim oluyor (çok sık. Hatta sırf Dost'u gezmek için Kızılay'a geldiğim bile oluyor). Yeni çıkacak dedikleri kitap (çık buradan) gelmemiş daha, son çıkanlar reyonunda yok. Hadi çizgi (hayır, sakın) romanlara şöyle bir (çık) göz atayım. Aslında almadığım (yapma) çizgi romanlar baya birikmedi mi? En son ne zaman yeni çizgi roman almıştım? (dünden önceki gün sipariş ettin, yarım saat önce kargonun eve teslim edildiği mesajı geldi) Hadi tamam, kitapların (son kez uyarıyorum, çık) arasında kendimi kaybediyorum, bari müzik albümlerine (çıksana lan) bir göz atayım. Yeni çıkan (yeni çık, yine çık) albümler neler varmış... demeye kalmadan kandırıyorum kendimi. Elimde birikmiş dergileri, kitapları, çizgiromanları, müzik albümlerini teker teker yerlerine geri bırakıyorum. Alışveriş yapmamanın gururuyla çıkıyorum Dost'tan.

"Kar yağıyor bugün Ankara'ya. Kar yağıyor uykularıma" Yüksel'den Ankaray'a iniyorum. Yağmur hala aynı pıtırtılarla devam ediyor. İddialarımı haksız çıkardı, coşarak sırılsıklam etmedi. Şimdilik sadece ince gömlekten kaynaklı hafif bir ürperti var, o kadar. Bahçeli'ye Ankaray'la mı gitmeli, dolmuşla mı? Gideceğim yere çok yürümek işime gelmiyor. Az da olsa yağmur atıştırıyor, ben Ankaray'dan indiğimde artmış olur. Gidene kadar sırılsıklam olurum. Yağmur en çok ne zaman yağar? Yağmur en çok dolmuş beklerken yağar. Çünkü dolmuş bekliyorsundur ve dolmuş gelmiyordur. Milli kütüphanede beklerken saatlerce gelmeyen ODTÜ dolmuşlarından sen Kızılay'da Bahçeli dolmuşu beklerken iki tane kalkar (Armadodtü, armadodtü!), Bahçeli dolmuşu ise trafiğe takılır, gelemez. Seninle birlikte bekleyen teyzeler simitçinin şemsiyesinin altında toplaşırlar, güvercinler gibi huzursuz etrafı izlerler. Sonunda beklenen dolmuş gelir, anında dolar (simitçinin şemsiyesi de anında boşalır) ve kalkar. 

Benim de böylece Ankara'daki ufak yürüyüş turum sona erdi. Daha çok vaktim olduğunda pasaj gezmece, Ulus'a gitmece, tamamen gelinlikçilere terkedilmiş İzmir caddesinde dolaşmaca, Amerikan çarşısına uğramaca. Belki Ankara Sanat'ta bir etkinlik vardır. Hava güzelse Aylak Teras'ta bir mola (sırf o merdivenler bile mola gerektirir), Cer Modern'de bir oyun, ya da Seğmenler'de keyif, belki Neva Palas'ta bir tasarım haftasonu vardır. Belki de yoktur, sadece Ankara vardır.

19 Temmuz 2017 Çarşamba

Zaman Zaman

Can Bonomo'nun yeni albümü "Kainat Sustu" çok güzel bir albüm olmuş. Radyolarda sık sık çalınan "Kal Bugün", Ceza ile düet "Terslik Var", şarkıların hepsi teker teker zevkle dinlenen türden. Ancak beni en çok etkileyen şarkı "Vurulmuşum" oldu. Daha girişinde, henüz şarkının ne olduğu tam belli değilken insana "güzel bir şarkı başlıyor" dedirtiyor. Sonrasında ise Bonomo şarkıya çok etkili bir giriş yapıyor. Şarkının ruhuna uygun, karanlık, hüzünlü, enstrümanların az ve arka planda, vokalin daha baskın ve etkin olduğu bir yorum olmuş. Bonomo'nun kalın ses tonu şarkının atmosferi açısından baya yakışmış. Bazen bazı şarkıları dinlemek insanı mutlu ediyor. Özellikle sevdiğiniz bir şarkının kaliteli ve başarılı bir yorumuna denk geldiyseniz, birileri o şarkının hakkını vermişse tüm işi gücü bırakıp o şarkıyı birkaç kere üst üste dinliyorsunuz. Bende de öyle oldu, yaptığım işi bıraktım, şarkıyı sonuna kadar dinledim, sonra baştan tekrar dinledim. 

Vurulmuşum: Fikret KızılokCan Bonomo

Sonra dedim ki ne güzel söylemiş, şarkının aslı nasıldı acaba? Aslı ile ne kadar uyumlu olmuş? İşte o zamandan beri, yaklaşık 1 aydır her akşam dönüp dolaşıp Fikret Kızılok'u açıyorum, tekrar tekrar. Zaman Zaman, Gidiyorsun, Ama Babacığım, Vurulmuşum ... derken bazen kendimi saatlerce müzik dinler buluyorum (zamanımı en verimli kullanmam gerektiği şu günlerde özellikle). Sonra bir akşam bir arkadaşım "bak şu ne güzel şarkıydı" diye bir şarkı atıyor, onunla uzun uzun kadife sesli Fikret Kızılok hakkında konuşuyoruz ve tekrar alıyor beni bir müzik maratonu. Ya da bir yerlerde Kızılok'un bir şarkısının yorumuna denk geliyorum. Sonra dedim ki acaba Bonomo kadar başarılı kaç tane Kızılok yorumu var?

İlk aklıma gelen "Bir Harmanım Bu Akşam" oldu. Mehmet Erdem'in tek başına çıkardığı ilk albümde ilk şarkıydı Bir Harmanım Bu Akşam. Keman eşliğinde tatlı bir girişi var şarkının. Ancak şarkının ruhuna uymayan, hafif neşeli bir melankoli havası hakim şarkıda. Tekrar dinleyince özellikle perküsyonun benim duymak istediğim ruhu bozan bir tat kattığını farkettim. "Her gecenin sabahı, her kışın bir baharı, her şeyin bir zamanı, benim dermanım -yok-" diyor şarkı. Daha hüzünlü ne olabilir ki? Benzer bir durum Yolda grubunun "Harman" yorumunda da mevcut. Aslında solist tarzı olarak -bence- Mehmet Erdem'den daha başarılı. En başta daha puslu bir vokal var. Ancak yine hızlı ritim ve perküsyon olayı bozmuş. Uzun lafın kısası şarkının aslına yaklaşabilen bir yoruma "Bir Harmanım Bu Akşam" da denk gelmedim.

Bir Harmanım Bu Akşam: Fikret Kızılok, Mehmet Erdem, Yolda

İkinci olarak Leman Sam. Bu da çok doğal, "Bu Kalp Seni Unutur mu?" yu belki çoğumuz Kızılok - Leman Sam düeti olarak hatırlıyoruz. Bir yorumdan çok düet olduğu için, ya da belki çocukluğumdan beri şarkıyı böyle dinlediğim, böyle ezberlediğim, böyle sevdiğim için şarkıda Leman Sam'ın girdiği kısımlar ayrı bir titretiyor benim içimi. Masalsı bir düet, enfes bir şarkı. İnternette şarkının başka yorumlarını dinlerken son zamanlarda beğendiğim, zevkle dinlediğim başka bir isim olan Gökçe Kılınçer'e denk geldim. Gökçe Kılınçer de şarkıyı tadını bozmadan, kendi tarzında, çok güzel söylemiş. Sevgi dolu, her yerinden umut fışkıran, insana güç veren bir şarkı. Kılınçer'in yorumunu dinlerken de aynı duygular canlandı içimde. Leman Sam'dan bir diğer Kızılok yorumu ise "Gönül". Sanıyorum şarkının aslında da Leman Sam geri vokal olarak eşlik ediyor şarkıya, ancak Leman Sam'ın tek başına söylediği bir kayıt da mevcut. Her ne kadar Leman Sam'ın insanı alıp götüren bir sesi olsa da şarkının aslının sahip olduğu duygusal yoğunluk bu kayıtta yok. Güzel, ama o kadar. "Gönül" ü dinlemek istediğimde aklıma yine her seferinde şarkının aslı geliyor.

Bu Kalp Seni Unutur mu?: Fikret Kızılok, Gökçe Kılınçer
Gönül: Fikret Kızılok, Leman Sam

Bu noktaya kadar pek çok kişi Mor ve Ötesi - Sevda Çiçeği demiştir sanırım. Benim için ondan öncesi Haluk Levent - Yeter Ki. "Yeter Ki" benim için hep Haluk Levent şarkısıydı. Çok sevdiğim, beğenerek dinlediğim bir şarkıydı. Şarkının aslını Fikret Kızılok'tan dinlediğimde bile aynı şarkıyı şarkıyı dinlediğimi önce idrak edemedim. Bir yerlerden bildiğim bir şarkıyı tekrar dinliyor gibiydim. "Yeter ki sen sev beni" kısmı gelene kadar hangi şarkıydı ki bu hissiyatı ile dinledim. Hala daha iki şarkı aynı sözleri ve aynı müziği kullanan iki farklı şarkı gibi gelir bana. İkisi de aynı zevki, aynı tadı veriyor. Barış Akarsu'nun "Yeter Ki" yorumu ise Fikret Kızılok'un müziğine Haluk Levent'in tarzını oturtmuş gibi daha çok, iki yorumun bir karışımı gibi. Güzel, etkileyici bir yorum ancak kendine has bir tarz, bir özgünlük olmayınca her iki yoruma göre da biraz silik kalıyor.
Gelelim Sevda Çiçeği'ne. Aslında bu şarkıya ilişkin duygu ve düşüncelerim de "Yeter Ki" ile aynı. Mor ve Ötesi bambaşka, enfes bir şarkı çıkarmışlar. Her ne kadar Harun Tekin, Fikret Kızılok gibi kadife sesli değilse de, telafuzu Kızılok'a göre daha tek düzeyse de müzikal bakımdan şarkı enfes olmuş. Yani şarkının hakkını Harun Tekin tek başına vokali ile değil Mor ve Ötesi müzikal yapı ile vermiş.

Sevda Çiçeği - Fikret Kızılok, Mor ve Ötesi

Yıllar önce yine böyle internette müzikten müziğe geçtiğim bir günde Demet Evgar'ın "Farketmeden" yorumuna denk gelmiştim. Bu yazıyı yazarken, başka ne vardı ki diye düşünürken o geldi aklıma. Açtım, tekrar dinledim. Piyanonun tek başına, ara ara kemanla desteklenen müziği şarkının aslının melankolik atmosferini güzel yansıtmış. Demet Evgar da tarz ve telafuz olarak hoş bir iş çıkarmış. Ancak ne yazık ki Evgar'ın sesi ne Kızılok gibi kadife, ne Kızılok'u başarılı yorumlayan bazı sanatçılar gibi puslu. Ne de farklı bir tarzla, farklı bir müzikle, farklı bir yorumla şarkıyı baştan yazmış. Dinledikten sonra insana fena olmamış dedirtiyor, ancak tekrar tekrar dinletecek kadar etki etmiyor insana. Leman Sam'ın "Gönül" yorumu gibi (bu satırlara geldiğimde aklımdan silindi bile).

Farketmeden - Fikret Kızılok, Demet Evgar

Bu yazıyı yazarken, bir yandan da youtube'da şarkıdan şarkıya geçerken başka Kızılok yorumları olarak Ahmet Ali Arslan'dan "Serserinim", Feridun Düzağaç'tan "Tek Başına" ve Can Güngör'den "İki Parça Can" a denk geldim. Serserinim ve İki Parça Can Akustikhane kayıtları, yani başka bir değişle otomatik olarak 1-0 öndeler. Ben genel olarak Akustikhane kayıtlarını çok beğeniyorum. Akustik olmaları dolayısıyla daha samimi geliyor, seçilen şarkılar hep sanatçının tarzına çok uyan, çok başarılı şarkılar oluyor ve sanki sanatçılar da bu programda şarkı yorumlarken daha bir özenli oluyorlar. Can Güngör ses olarak Kızılok'u daha çok andırıyor, ancak Ahmet Ali Arslan'ın yorumu daha başarılı, daha etkili olmuş. Feridun Düzağaç'a gelince, Kızılok gibi Düzağaç da melankoli, hüzün yüklü şarkılar konusunda benim çok başarılı bulduğum, beğendiğim bir sanatçı. Dolayısıyla yorumu da çok başarılı olmuş. Yine diğer başarılı yorumlarda olduğu üzere sanki şarkıyı kendi tarzında, kendi sesinde baştan yazmış Düzağaç. Ancak sonlara doğru şarkı bozulmaya başlıyor. Baştaki tarzı bozmadan, aynı düzeyde sonunu getirseymiş çok daha güzel olacakmış. Güzel bir damar yakaladığını düşünüp onu iyice şişirmiş ve sonunda batırmış hissiyatı veriyor.
Bonus: Sertap Erener'in "Kumsalda" şarkısının Fikret Kızılok'un Fransızca bir bestesi olduğunu biliyor muydunuz? Sertap Erener için şarkısına Türkçe sözler yazmış, müziğini bir yaz parçası olacak şekilde baştan düzenlemiş ve 2001 yazının hit şarkısı böyle doğmuş.

Plage Egoiste - Fikret Kızılok
Kumsalda - Sertab Erener

18 Mart 2017 Cumartesi

Yabani Dergi


2016 yılı yerli çizgiroman açısından oldukça heyecan verici bir yıldı. Önce yılın başında Hortlak dergisi yayınlanmaya başladı. Lombak'ın bitişinden beri özlediğimiz tarz bir çizgiroman dergisi Hortlak. Yarı mizahi, yarı fantastik, bir miktar bilimkurgu, Galip Tekin'in son sayıda yazdığı gibi, ara ara da beyin yakan hikayeler. Yaklaşık 1 yıldır da heyecanla Çizgiroman Yolculuğu'nun Hortlak'la ilgili bölümünü bekliyoruz. Bölüm fragmanı yayınlandı, bölüm yayınlanmadan seri sonlandı. Ardından yıllar önce fragmanı yayınlanan, yıllarca filmi çekilse de izlesek ne keyifli olurdu dediğimiz Kötü Kedi Şerafettin'in filmi vizyona girdi. Hem de üst seviye bir kalitede, enfes bir seslendirme kadrosuyla. Hikayenin aşırılıklarının, sivriliklerinin biraz törpülenmiş olması, hikayeyi yıllardır takip eden benim gibi bazılarında hafif bir "ama Şerafettin bu değildi" hissiyatı doğursa da her ay bir devam filmi gelse her ay ilk seanstan giderim. Ha, "çizgiromanda olsa orada şu olurdu, burada bağırsaklarını dökerdi, şurada beynini pörtletirdi, kuşa çeviriyorlar hikayeyi" diye de her seferinde çemkiririm, o ayrı.

Sonrasında Haziran ayında Yabani dergi yayın hayatına başladı. Lombak, Lemanyak, Hortlak gibi mizah dergisinden çıkma çizgiroman dergilerinden farklı, daha çok yurt dışında çıkan Heavy Metal gibi, ya da yabancı çizgiromanları Türkiye'de parça parça yayınlayan Doğan Kardeş gibi, farklı bir çizgiroman dergisi Yabani. Çoğunlukla korku, gerilim, bilimkurgu, fantastik tarzlarda, ya tek sayıda başlayıp biten, ya da her sayıda bölüm bölüm ilerleyen hikayelerden oluşuyor. Yukarıda bahsettiğim, mizah dergisi temelli çizgiroman dergilerinde çoğunlukla belli karakterlerin hikayeleri oluyor. Dergiyi elinize aldığınızda içeride neyle karşılaşacağınızı (eğer derginin devamlı bir okuyucusuysanız) yarı yarıya biliyor / tahmin edebiliyor oluyorsunuz. tahminen bir Hilal öyküsü, Cihangirde Bir Ev, Lombak Şehitleri, Şerafettin, Kunteper, Üzeyir, Tübitak, Macerayı Seven Adam, Oğlunu Dürbünle İzleyen Adam... Bu öykülerin çoğu da o sayıda başlayıp o sayıda bitiyor. Seyrek olarak 5 sayı, 10 sayı boyunca devam eden çizgiromanlar oluyor. Yabani de ise öyküler belli karakterlerin, belli tarzların etrafında şekillenmiyor.  Aradaki en büyük fark, Yabani'nin her sayısının farklı bir yazar-çizer kadrosuyla gerçekleşmesi. Her sayıda yazar, çizer, kapak görsellerini ya da iç sayfalardaki görselleri hazırlayanlar değişiyor.  10. sayının önsözünde yazdığı üzere şimdiye kadar 10 sayı boyunca toplamda 79 yazar ve çizerin eserlerini yayınlamışlar. Belli yazar-çizerlerin her ay kendi tarzlarında yazdıkları öyküler olmayınca her sayı kendine özel, her hikaye diğer sayılardan bağımsız. Şimdiye birkaç hikaye uzun soluklu bir şekilde birkaç sayı devam etti, diğerler öyküler hep tek sayılık oldu. Arada Seyfettin Efendi ya da Karabasan gibi tanıdık karakterlerin öyküleri de yer aldı. Her sayıda da çizgiromanların yanında yarı yarıya, benzer tarzlarda kısa öyküler de oluyor.

10. sayı kuşe kağıda geçilen, klasikler özel sayısı olmuş. Lovecraft'tan Poe'ya, Tolkien'den Ömer Seyfettin'e çeşitli yazarların klasik öyküleriyle bezenmiş. Toplamda 7 çizgiroman, ve yine klasik öykülerden esinlenmiş pek çok tek sayfalık çizimler yer alıyor. Şimdiye kadar heyecan verici 9 sayı yayınlandı, benim için hep ilgi ve merak kaynağı olmuşlardı. 10. sayı, çıtayı baya yükseğe çıkaran çok başarılı bir sayı olmuş. Tabi bunda zaten bildiğimiz hikayeleri yetenekli hayalcilerin ellerinden izlemenin zevki de var. Çizimler özellikle hayranlık verici, bu kadar yetenekli yerli çizgiromancımız varken neden her ay 1-2 yerli çizgiroman çıkmıyor diye şaşırıyor insan. Özellikle 4. sayıda çıkan Dr. Hyde hikayesinin ikinci kısmı olan Dr. Frankenstein hikayesi beni çok heyecanlandırdı. Alan Moore'un LXG serisi gibi, klasik romanların hikayelerini ve karakterlerini fantastik bir hikaye ağı içinde birleştiren bir aksiyon hikayesi. İlk sayıda Dr. Moreau'nun peşine düşen, Mycroft Holmes ajanı Dr. Hyde'ın hikayesi vardı, ikinci sayıda Anna Karenina ile flörtleşen Dr. Frankenstein'ın hikayesini okuduk. Umarım bir şekilde hikayenin devamı gelir ve yıllar sonra tüm hikaye kalın bir ciltle çizgiroman olarak kütüphanemizde yerini alır.

Yabani dergi, Türkiye'de yerli çizgiroman adına yayınlanmış şimdiye kadarki en heyecan verici çalışmalardan biri. Biraz daha tanınmayla yıllar boyunca enfes çalışmalar yayınlayacak, pek çok yerli çizgiromancının tanınmasında ön ayak olacak. Her ay (büyük çoğunluğunu zevkle takip ettiğim) pek çok Amerikan, Japon, ara ara Avrupalı çizgiromanların yayınlandığı ülkemizde yerli sanatçıların başarılı işlerini okuyabilmek, çizgiroman severler için büyük bir heyecan kaynağı.