sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Eylül 2013 Pazar

"Anne Ben Barbar mıyım?" - 13. İstanbul Bienali

İstanbul Bienali, bu sene 13. yılına "Anne, ben barbar mıyım?" sorusuyla girdi. İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın düzenlediği bienalde, 14 eylül - 20 ekim tarihleri arasında İstanbul'da 5 farklı mekanda tüm dünyadan katılan sanatçıların eserleri sergileniyor. Sanat, sergi güzel, kaçırılmaması gereken etkinlikler, İstanbul'da her fırsatta gitmek, gezmek istediğimiz bir şehir diyerekten biz de bulduğumuz bir fırsatta atladık, gittik İstanbul'a. 2 gün haftasonu elverdiğince, gücümüz yettiğince bienali gezdik.

"Anne, ben barbar mıyım?" Lale Müldür'ün aynı isimli şiirinden bir alıntıymış. Bienalin  başlığı olarak bu soruyla ilk karşılaştığımda bienalin bir kimlik sorgulaması tadında sanat eserlerinden oluşacağını düşünmüştüm. "Barbar" ı bildiğimiz, günlük kullandığımız anlamıyla alınca, yani "zorla, şiddetle istediğini yaptıran, genel kuralları hiçe sayıp kendi gücünün yettiği şekilde davranan..." olarak almıştım. Bir yandan bizim toplumumuza Avrupa'nın bakış açısı "barbar" olduğundan, toplumsal bir kimlik sorgulaması fikri uyanmıştı. Öte yandan Gezi parkı olayları ile, çeşitli söylemlerle (çapulcu, vs.) barbar etiketi yapıştırılmaya çalışılan insanlara ve onların hareketlerine, hedeflerine yönelik bir söylem olabileceğini düşünmüştüm (ikincisini gerçekten bienali gezmeye başlamadan önce mi düşündüm, yoksa şimdi aklıma geldi de önceden düşünmüş gibi gösterme fikri hoşuma mı gitti tam emin değilim. Bilinç değişik bir oyuncak). Tabii söz konusu bienal olunca kesin bir doğru ya da kesin bir yanlıştan söz etmek çok mümkün olmasa gerek. Sonuçta eserleri bu gözle inceleyince de eminim pek çok fikre ulaşmak mümkün. Bienali gezdiren rehberlerin özellikle vurguladıkları nokta ise şu: "barbar" kavramı, ilk çıktığı eski Yunan dönemindeki anlamıyla kullanılmıştır. O zamanlar şehirlerde yaşayan insanlar, kırsal kesimde yaşayan insanların ne konuştuklarını anlamazlarmış. "Ne diyor bu yabaniler, bar-bar-bar-bar diye bir şeyler konuşuyorlar" derlermiş (yani demişlerdir herhalde). Antik-Yunan zamanlarında Yunanca konuşamayan, Yunanlı olmayanları, ilerleyen zamanlarda Hristiyan olmayanları, sonrasında da batılı olmayanları tanımlayan bir kavram olmuş bu (Bienalin kavramsal ayrıntıları ile ilgili kendi internet sitesinde yazanları okumanızı tavsiye ederim. Kavramsal Çerçeve başlığı baya dolu dolu bir başlık). Sergilenen eserler hem kamusal alan, kamusallık-evrensellik, hem de yabancılık, toplum dışılık konuları çevresinde dolanıyor.

Bienalin sergilendiği 5 mekan İstiklal caddesi üzerindeki Arter, Salt Beyoğlu; Eminönü'nden geçen tramvayın geçtiği cadde olan Kemeraltı caddesindeki Galata özel Rum İlköğretim Okulu, Rum okulunun biraz ilerisinde, İstanbul Modern'in yanında yer alan Antrepo no:3 ve Unkapanı tarafında yer alan 5533. Biz ne yazık ki kısıtlı zaman dolayısıyla 5533'e gidemedik, diğer 4 yeri gezebildik. Bienali gezmek ücretsiz, mekanlara istediğiniz gibi girip gezinebiliyorsunuz; isteyenler için ücretli rehberli turlar yer alıyor. Ben bu rehberli turlara katılmayı şiddetle tavsiye ederim. Alacağınız tek bir biletle 3 mekanda (Arter, Rum okulu, Antrepo) rehberli turlara katılabiliyorsunuz. Rehber arkadaşlar bienale ve sanat eserlerine çok hakimler. Açık bir şekilde vakitleri olsa her bir eserle ilgili uzun uzun bir şeyler anlatabilirler. Tabii rehberli turun süresi kısıtlı olduğundan vakitleri yettiği kadarını anlatıyorlar. Bir de bizim kadar şanslıysanız ve turlardan bir tanesinde sizden başka kimse yoksa rehberle uzun uzun sohbet etmek, eserlerle ilgili kendi fikrinizi belirtme fırsatınız oluyor. Üzerinde düşünmek, fikir belirtmek bienale daha bir dahil olmanızı sağlıyor.



Arter'de sizi Jimmie Durham'ın "Kapıcı - (The doorman)" isimli heykeli karşılıyor. Çöplerden yapılmış bir heykel bu. Rehberimizin söylediğine göre Jimmie Durham eski Amerikan halklarıyla (kızılderililer, Aztekler, vb.) ilgili araştırmalar yapan bir aktivistmiş. Bu eseri, bu halklar için çok önemli olan volkanik bir taşla ilgili yaptığı araştırmalar sonucunda çıkmış. Sanatçı aynı zamanda çöp olarak atılmış nesneleri de çok severmiş. İşlevi bitmiş, ona yüklenmiş misyonunu tamamlamış bir malzemenin özgürlüğüne kavuştuğunu düşünürmüş. Bu şekilde onlara heykellerle yüklendiği misyondan farklı kullanımlar sağlayarak algı bozan bir yaklaşımı varmış. Benim bu anda "adam ne güzel özgürlüğe kavuşmuştu, sen ona yeni misyon verdin, aldın özgürlüğünü elinden. Oldu mu peki?" diyesim geldi ama sanatsal bir yapıya mühendissel bakış açısı katmak istemedim. Biraz ileride yer alan "Hector Zamora" nın çalışması yine Arter'deki ilgi çekici çalışmalardan biri. Duvara yansıtılan videoda bir mekan içerisinde birbirine tuğla fırlatan birkaç grup işçi görürüz. Yerde ise işçilerin kullandıkları kasketler ve eldivenler durmaktadır. Youtube'da "Inconstância Material" diye aratırsanız, Türkiye'de aynısı gerçekleştirilmiş ve Arter'de sergilenen vidyonun aslını izleyebilirsiniz. Çalışma ile ilgili ayrıntılı bilgiyi yine bienalin ana sayfasından erişebilirsiniz. Konuyu bienalin bakış açısıyla düşünmeye çalışınca tuğlaların, çalışmanın gerçekleştiği binayı (ya da vidyonun yansıtıldığı duvarı) ayakta tutarken o kadar sağlam gözükürken aslında ne kadar kırılgan olduklarını konuştuk. Barbar olan (atılan tuğlalar) ile olmayan (binayı oluşturan tuğlalar) arasında çok büyük farklılıklar bulunmadığı, bizim çalışmaya yönelik bir yorumumuz oldu. Arter'de yer alan (bizce) en vurucu çalışma ise Meksikalı, çok isimli bir sanatçının (ctrl+c, ctrl+v = José Antonio Vega Macotela) "Zaman Takası" isimli çalışmasıydı. Bir hapishanede gerçekleştirmiş sanatçı bu çalışmasını. Birlikte çalışmak üzere anlaştığı mahkumlardan bir şey yapmalarını istemiş, karşılığında da mahkumun bir isteğini gerçekleştirmiş. Mesela bir mahkum, hücresindeki sigara izmaritlerinden bir kolaj oluştururken sanatçıdan çocuğunun ilk adımlarını izlemesini istemiş. Eserler, bu bilgi ışığında bakılınca çok etkileyici, insanı kendi dünyasına çeken bir yapıya bürünüyor. Özellikle parmağını sürte sürte "Monte Cristo Kontu" kitabının üzerinde bir delik açan mahkumun bu çalışması bence çok başarılıydı. Hele ki kitap da benzer bir şekilde azimle kaza kaza yıllar yıllar içinde hapisten kaçan bir adamın hikayesini anlatıyorken.


Söz konusu toplum içinde yabancı olmak, dışlanmak, itelenmek, ötekileştirilmek olunca romanlar, Sulukule ile ilgili olan çalışmalar da hem bienal çerçevesine en iyi oturan hem de en etkileyici çalışmalardandı. Bu çalışmalar için Rum Okulu'nun en üst katında bir köşe ayrılmıştı ve Sulukule'deki "kentsel dönüşüm" ile ilgili bir belgesel gösteriliyordu. Antrepo'da ise bir odada Sulukule çıkışlı yeni nesil bir rap grubu olan Tahribad-ı İsyan için Halil Altındere'nin çektiği bir nevi klip gösteriliyordu. "Harikalar Diyarı" isimli şarkıları için çekilmiş vidyo, Sulukule'deki kentsel dönüşüme verilen bir tepki olarak çok başarılı bir çalışmaydı. Bu klip de dahil olmak üzere en çok eser,  (bence)  bienalin en etkili ve etkileyici mekanı olan Antrepo'da sergileniyor. Özellikle David Moreno'nun ölü maskeleri fotoğraflarına kağıttan huniler yapıştırdığı çalışması üzerinde düşündükçe farklı fikirler doğuran, benim en çok aklımda kalan eserlerden bir tanesi. Biraz uzaklaşıp baktığınızda hunilerin gölgeleri fotoğrafların ağızlarına yerleştirilmiş birer konuşma balonuna dönüşüyor. Tabii konuşma balonlarının içi siyah olduğundan (gölge sonuçta) ölü maskeleri sizinle, sizin anlayacağınız şekillerde konuşamıyor. Bir sonraki esere bakmaya geçerken hala daha içimde bir dürtü dönüp bu çalışmaya bakmamı, onun anlattıkları üzerinde daha fazla düşünürsem daha iyi anlayabileceğimi söylüyordu. Antrepo'da öyle bir çalışma var ki gözden kaçması çok mümkün, ama kaçırmadığınız zaman çok memnun olacak, etkileneceksiniz. Hemen girişte sağ tarafta bir çocuk atölyesi var, görevli birkaç arkadaşın çocuklarla birlikte çalıştıkları bir oda. Bu odanın devamında ise gizlenmiş başka bir oda daha var. Bu gizlenmiş odada kağıtlardan şekiller kesilmiş, masanın üstüne koymuş. 2 tane de fener bırakılmış odanın bir kenarına. Siz fenerleri kağıtlara tutarak arka duvarda kağıtların gölgelerini düşürüyorsunuz. Yaklaştırarak, uzaklaştırarak, ışık kaynağının yerini değiştirerek bir nevi gölge oyununun yönetmeni oluyorsunuz. Yan atölyede ise çocuklar, gölge yaratacak kağıttan yeni figürler (ağaçlar, binalar, insanlar, vb.) oluşturuyorlar. Sanıyorum Ankara'ya dönüş otobüsüne yetişmemiz gerekmeseydi en az yarım saat oyalanırdık o odada.

Güzel, etkili olan her eserle ilgili bir şeyler yazamıyorum; bienali anlatan kitap yaklaşık 500 sayfa, benim gücüm ancak aklımda kalan birkaç eserle ilgili aklımda kalan birkaç yorumu paylaşmaya yetiyor. Zaten eserler; haklarında bir şeyler yazılmasına (monolog) değil, konuşulmasına, tartışılmasına, farklı düşüncelere yol açılmasına (dialog) yönelik çalışmalar. İstanbul'un sanat dolu sokakları, bienal çatısı altında sizleri bekliyor. En az 1, en fazla 3 arkadaşınızla gidin, gezin, konuşun, bakının, düşünün, yorumlayın. (Yazımı hepimiz barbarız diye bitirmek istiyorum ama sanata değer veren insan kostümünü son anda barbar dürtülerle çarçur etmeye de gönlüm elvermiyor. İç çelişkiler dünyası...)

17 Temmuz 2012 Salı

Kayaköy Sanat Kampı

Biz bu yaz, şimdiye kadar geçirdiğimiz en güzel tatillerden bir tanesini geçirdik. Çok kısıtlı bir zamanımız vardı, nereye gidip neler yapabileceğimize bakınırken zamanında çeşitli arkadaşlarımızın tavsiye ettiği Kayaköy Sanat Kampı'nın internet sitesinde dolanırken bulduk kendimizi. Tatilimiz o kadar güzel geçti, Kayaköy'e gittiğimize o kadar memnun kaldık ki bunu birileriyle paylaşmamak, başkalarının da oraya gitmesini sağlamamak bencillik olacaktı. Döndüğümüzden beri tüm arkadaşlarımıza uzun uzun anlatıyoruz. En düz anlatım bile dinleyen kişinin tatil programını yeniden gözden geçirmesine neden oluyor. Hal böyle olunca dedik bir kere de buradan anlatalım, daha çok kişinin güzel bir tatil geçirmesine vesile olalım.

Uzun bir yazı olacağına inanıyorum, okumaya vakti, hevesi, gücü olmayanlar için: http://www.sanatkampi.com

13 yıl kadar önce kurulmuş Sanat Kampı. Otobüsle (ya da bir şekilde) Fethiye'ye varıyorsunuz. Ardından güneye doğru 8 km ve Kayaköy'desiniz. Anlatılanlara ve kampta izlediğimiz bir belgesele göre eski bir Rum köyüymüş Kayaköy. Yunanistan ile yapılan nüfus değiştirme anlaşması sonrasında burada yaşayan Rumlar Yunanistan'a, oradaki Türkler de Kayaköy'e göç etmişler. Sanat kampı, köyün merkezine yaklaşık 5-10 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde. İlk olarak konaklamadan bahsedeyim, 3 çeşit konaklama alternatifi sunulmuş. Ya odalarda, ya bungalovlarda ya da çadırda (kampın çadırı ya da kendi götürdüğünüz çadır) konaklayabiliyorsunuz. Biz odada kaldık, çok sevimli odalar. İç tasarımı olsun, dış tasarımı olsun, duvarlarındaki resimler olsun çok sevimli yerler. Çadırda kalmaya alışkın insanlar için öteki seçenekler de hiç sıkıntılı olmayacaktır eminim; gerek bungalov gerekse de çadır için ihtiyacınız olan her şeyi sağlıyorlar (uyku tulumu, mat, yastık, vs.).

Kampın günlük programı aşağı yukarı şu şekilde: Sabahtan erken kalkabilenler hoca eşliğinde yoga yapıyorlar. Ardından kahvaltı, sonrasında atölye çalışması oluyor. Atölye çalışması sonrasında öğlen yemeği yeniyor. Öğlen yemeğinin ardından hedef çoğunlukla bir koy olmak üzere doğa yürüyüşlerine çıkılıyor. Ormanın içinde yaklaşık 1-2 saatlik yürüyüşler sonrasında enfes güzellikteki koylardan birine varıyorsunuz. Bir güzel yüzdükten sonra tekrar kampa dönüyorsunuz ve akşam yemeğine oturuyorsunuz. Akşam yemeği sonrasında ebru atölyesi olabiliyor, belgesel gösterimi olabiliyor, ya da başka bir gösterim olabiliyor. Yeterli kalabalık varsa (bizim zamanımızda yoktu) kampın diskosunda bir parti olabiliyor, ya da Hisarönü'ne bir bara gidilebiliniyor. Hisarönü'nde gidilen bar kamp halkının tanıdıkları bir bar ve orası da başka bir güzel. Bir akşam yakınlardaki bir şarap evine gidiliyor. Ne yazık ki yeni yasalar dolayısıyla evlerde şarap üretimi baya bir kısıtlanmış, dolayısıyla gittiğimiz şarap evi kendi şarabını üretmiyordu. Fakat çok güzel bir ev, çok güzel bir müzik eşliğinde (bize İncesaz çalmışlardı) güzel bir şarap içiyor ve hoş bir sohbete dalıyorsunuz.

Atölye çalışmasından bahsettim, kamp herkesin kendince zevk alacağı bir şeyler bulabileceği bir etkinlik listesi sunuyor. Bizim gittiğimiz dönemde katılım azlığından dolayı sadece 3 atölye açıldı; fotoğrafçılık, resim ve deri işleme. Bunların yanında gideceğiniz döneme bağlı olarak seramik, ritim, ahşap oyma, kilim dokuma, kısa film, batik, latin dansları ve benzeri atölyelerden bir tanesine katılıyorsunuz. Atölyeler kesinlikle gelenlere zaman geçirtmek için kurgulanmış şeyler değil, baya profesyonel bir çalışma yürütüyorsunuz. Mesela deri atölyesini kampın dışında, Kayaköy'ün içinde, deriden çantalar, küpeler, ayakkabılar falan yapıp satan bir deri dükkanında, bu işi yapan kişiler tarafından alıyorsunuz. Ya da bizim katıldığımız fotoğrafçılık atölyesini bu konuda baya tecrübeli, bilgili, kampın yöneticisi Mutlu verdi (fotoğrafçılık konusunda ne kadar profesyonel çalıştığından emin değilim ama işi bildiği kesin). Sabah kahvaltı öncesi yoga atölyesi isteyen herkese açık, aynı şekilde akşam yemeği sonrası yapılan ebru atölyesi de öyle. Program tam 7 gün sürüyor. İlk gün kampa geliş ve ortama alışmakla, son gün de vedalaşmalarla geçiyor. Kalan 5 günün 3'ü atölyeler ve doğa yürüyüşleri ile geçiyor. 2 günde de tekne turları var. İlk tekne turu tüple dalış yapmak isteyenlere. Çok cüzzi bir fiyata tüplü dalış yapabiliyorsunuz. Tüplü dalış yapmak istemiyorsanız da tekne turuna katılıp dalış yapmaya gidilen koylarda yüzebiliyorsunuz. Son tekne turunda ise koy koy Fethiye'yi geziyorsunuz, zaten doğa yürüyüşünde vardığınız enfes 2-3 koya götürüyor tekne sizi, onların haricinde de Kelebekler Vadisi'ne ve Noel babanın adasına götürüyor.

Biz kampa pazar günü çok erken bir saatte vardık. O kadar erkendi ki herkes uyuyordu. Biz kampı gezinirken bir ablamız geldi, kahvaltı hazırlamaya başladı. Bizi de taze salatalık toplamamız için kampın bir köşesindeki tarlaya gönderdi. İnsanlar saat 9 gibi uyandığında taze salatalık, taze domates, 2 çeşit peynir, reçel, bal, 2 çeşit zeytin, sarella ve ekmekten oluşan kahvaltı hazırdı. Kimi sabahlar kahvaltıda yumurta da oldu, kimi sabahlar menemen. Sınırsız çay da cabası. Kampın yemeklerini sevimli bir teyzeler ordusu hazırlıyor. Öğlen ve akşam yemekleri inanılmaz leziz, çeşit çeşit oluyor. Bir akşam köfte ızgara, bir akşam balık da cabası. Açık büfe yemekler, istediğiniz kadar doldurabiliyorsunuz tabağınızı. Hatta gün içinde acıkırsanız, canınız bir şey çekerse mutfağa girip buz dolabını karıştırıp kendinize bir şeyler hazırlayabiliyorsunuz. Sabah çay sınırsız, onun haricinde bir içecek aldığınızda kamp listesinde isminizin yanına aldığınız içeceğe bir çentik atıyor, kamp sonunda borcunuzu ödüyorsunuz. Sanırım yemeklerin ne kadar leziz, çeşitlerin ne kadar çok olduğunu ne kadar anlatırsam anlatayım yeterli anlatamamış olacağım. Mesela ekmekler de el yapımı, yemek vakti sıcak sıcak dilimleyip açık büfenin yanına koyuyorlar. Tek bir istekleri var, bir şey yiyip içtikten sonra tabak-bardağınızdaki çöpleri uygun çöplere döküp tabak-bardağı mutfağa bırakmanız.

Kamp alanı apayrı bir güzellik. Öncelikle tüm alan meyve ağaçlarıyla dolu. Hele ki karadutlar; benim şimdiye kadar gördüğüm en iri karadutlardı. Dutuyla meşhur Ayaş'ın dutları bile bu kadar başarılı değiller. Şeftali ağacı, erik ağaçları her yerde. Biz gittiğimizde henüz olgunlaşmamış olmasına rağmen kayısı ağaçları da hatırlıyorum bol miktarda. Meyveler haricinde sağa sola gerilmiş hamaklar mevcut kampta. Bir basket potası ve basket topları, langırt masası, pinpon masası, raketleri ve topları, yüzme havuzu her an kullanıma hazır durumda. Kitaplarla dolu bir kütüphane de cabası. Aynı zamanda birçok bisiklet de mevcut kampta. İstediğiniz vakit bisikletlerden birini alıp, kampın dışında dolaşmaya çıkabiliyorsunuz. Kampın 4 bir yanını saran çok başarılı bir ses sistemi de cabası. Birkaç kaynaktan gümbür gümbür çalan müzik değil, pek çok yerden, hafifçe çalan bir ses sistemi kurulmuş. Çok sevimli de bir DJ kabini var. Çalınan müzikler de ayrı bir güzel. Her saat, o ana uygun bir müzik; sabah kahvaltıda hafif, yormayan, sonrasında hareketli, bazen rock, bazen reggie. Balık akşamı Türk sanat müziği. O ana uygun olduğunu düşündüğünüz bir şarkı mı var, gidiyorsunuz DJ kabinine, internetten buluyorsunuz, açıyorsunuz, o anda sizin tavsiye ettiğiniz şarkı çalıyor. Ya da bir müzik çalarınızda mı var şarkı, bağlıyorsunuz müzik çalarınızı sisteme, klasik kulaklık girişinden, sizin müzik çalarınızdan çalıyor müzik.

Bize anlatılana ve gördüğümüze göre kamptaki pek çok şeyi kampın sahipleri yapmış. Mesela disko binasını, odaları, tüm bunların içlerini (lambalar, diskodaki taştan masalar, havalandırmalar, oturma yerleri, tezgahlar, vs.), duşları, Mutlu'nun ofisini, mutfağı, girişteki tabelayı (inanılmaz güzel bir tabela), sahneyi vs. Her sene de kampa yeni ne yapılabilinir diye değerlendirmeler yapıp ona göre yeni şeyler yapıyorlarmış. Mesela yıllar önce altı ebru atölyesi olan oda yokmuş, havuz yokmuş, yemek alanı farklıymış, mutfak daha küçükmüş, vs. Her sene kampı ziyaret eden, kampta konser veren isimler ise heyecan verici. Mesela geçtiğimiz senelerden birinde Erkan Oğur gelmiş kampa konser vermeye, bu sene de Birsen Tezer'in kampta konser vereceği duyuruldu (hatta sanırsam geçen hafta bahsi geçen konser gerçekleşti, Birsen Tezer'in sayfasından takip edebildiğim kadarıyla).

Kampın katılımcılara sunduğu rahatlık ve huzur ise apayrı bir konu. İlk olarak her türlü imkan sunuluyor ama kimse hiçbir şey yapmaya zorlanmıyor. Sabah yoga atölyesine uyanabilirseniz geliyorsunuz, istemezseniz gelmiyorsunuz. Fotoğraf atölyesindesiniz ama deri atölyesinde ne var ne yok merak mı ettiniz, gidip orayı ziyaret etmeniz mümkün. Doğa yürüyüşü yapmak istemiyorsanız koylara aynı zamanda bir tane de minibüs kalkıyor (arabanın ulaşabildiklerine tabii). Bu arada inanılmaz sevimli, filmlerdeki hippi minibüslerine benzeyen, içi, dışı, her yeri boyanmış Volkswagen minibüs de bambaşka bir renk. İstediğiniz vakit istediğinizi yapmakta özgürsünüz. Kamptaki insanlar o kadar sıcak kanlı, o kadar cana yakın ki kendinizi resmen evde gibi hissediyorsunuz. Mesela bilgisayarını getirip etkinlikler falan sırasında bilgisayarını tezgahta bırakanı vardı. Oraya gitmeden önce biraz şüpheli gelen bir durum bu; çalınır mı, başına bir şey gelir mi, bir şey olur mu... Oysa oraya gittiğinizde böyle konularda şüphelenmek o kadar saçma geliyor ki. Tam bir aile havası hakim kampa. Kampın sahipleri, organizatörleri büyük çoğunlukla akrabalar zaten. Onların akrabaları da kampın işlerine bol bol yardımcı oluyorlar (yemeklere, vs.). Aynı zaman da katılımcılarda da bir aile havası oluşuyor. Mesela 10 yaşında çocuğuyla gelmiş bir baba abiniz, kızı da kardeşiniz gibi oluyor; ki katılımcıların yaş aralığı az kişi olan bizim dönemimizde bile baya bir genişti (herhalde 7-8'den 45-50'ye bir yaş aralığı vardı). Bir o kadar da uluslararası kamp; bizim dönemde katılımcı olarak gelmiş bir Kanadalı kız, bir Japon kız, Yoga öğretmeni olarak gelmiş, yoga saatleri haricinde bir katılımcı gibi olan Rus hocamız ve ailesi vardı. Bunların haricinde yıllardır her yaz Kayaköy'e gelen ve artık uluslararası katılımcılardan sorumlu olarak kampta görev alan Hollandalı bir çocuk ve yine kampta (sanırsam havuz ve içeceklerden sorumluydu) çalışan bir de İngiliz mevcut.
Sanıyorum daha sayfalarca da anlatabilirim kampın güzelliklerini ama sanırım bu kadarı bir tanıtım yazısı olarak yeterli. Zaten ben ne kadar anlatırsam anlatayım her giden kendine göre başka güzellikler yaşayacak, bambaşka hatıraları olacaktır. Anlatmanın kolay kolay yeterli olacağını sanmıyorum. Kampın internet sitesinde dolaşmak ve ziyaretçi defterini biraz okumak benim verdiğimden daha fazla bilgi-fikir verecektir meraklılara: http://www.sanatkampi.com/index.html

Biz yazları fırsat buldukça gidebilmeyi umuyoruz Kayaköy'e. Aynısını herkese de tavsiye ediyoruz.