31 Ağustos 2012 Cuma

Pinhole Store - 2012


Pinhole Store, sevgili Ono'nun geçen aylarda geliştirdiği harkulade bir pinhole photography projesi. İstanbul'a One Love'a gittiğim zamanlar gördüğüm projeye hayran kalmamla, oturup denememiz bir oldu. Sonuçlar gayet tatmin edici. 

Pinhole - İğne deliği fotoğrafçılık aslında fotoğrafçılığın ilk adımlarından. Kapalı bir kutuya yerleştirilen fotoğraf filminin üzerine görüntüyü bir iğne deliği aracılığıyla yakma işlemi, pinhole'un temelini oluşturuyor. İğne deliğinin küçüklüğü ile az miktarda, dağılmadan giren ışık film üzerine ters düşerek, kutunun da sabit tutulması ile, net bir görüntü oluşturuyor. Pinhole'a gösterilen ilgi giderek azaldığından, kendisini ve malzemelerini bulmak oldukça can sıkıcı. Pinhole store tam bu adımda yüzümüzü güldürdü.

Pinhole Store temel olarak iki koldan ilerliyor. İlk olarak kendi sitelerinden girip, özel yapım, mükemmel şık, farklı renk seçeneği olan pinhole camera'lardan birine sahip oluyorsunuz. Yanında gönderilen ışık geçirmez perde, banyo için 3 kap, 40 fotoğraf filmi, developer ve stopper kimyasalları ile fotoğraf çekmeye neredeyse hazır hale geliyorsunuz. 

Fakat işin güzelliği bundan sonra başlıyor. Pinhole store, size aynı zamanda bir iPhone uygulaması gönderiyor. Bu uygulamada, çekmeden önce çekeceğiniz karede ne kadar pinhole'u açık bırakmanız gerektiğini söyleyen light meter seçeneğinden tutun, karanlık odada filmi tab ederken size yardımcı olarak kırmızı ışık desteğine, fotoğraf çekimi kılavuzundan, biten gereksinimleri tekrar karşılamak için anında dükkana ulaşım seçeneğine, hatta elde edilen negatif tabları pozitif yapmaya yarayan kullanışlı bir çeviriciye kadar, pinhole photography için ihtiyaç olan her şey uygulamada mevcut. Pinhole camera'nızı satın aldıktan sonra, harika tasarlanmış uygulama ile, pinhole'un her adımı inanılmaz sade ve akıcı bir şekilde ilerlemeye başlıyor.

Fotoğrafçılığa merakınız varsa, tarihin ilk fotoğraf makinesi adımının, modern teknoloji ile mükemmel şekilde uyum sağladığı bu akıllıca düşünülmüş ve işlenmiş projeyi sakın kaçırmayın.

Website: http://pinholestore.com/

Twitter:   https://twitter.com/pinholestore


26 Ağustos 2012 Pazar

Saatsiz Ülke - Yiğit Kulabaş

Salve,

Zaman insan hayatındaki en önemli kavram. Hani kavramlardan biri diyerek muğlak bir tanımla başlamak istemedim. Gerçekten öyle bir şeyi tanımlarken, bir cümleyi kurarken, geometrik düzlemde bir nokta koymaya çalışırken bile işin içinde. Bizim gibi faniler içinse sürekli akıp gidiyor. Yaşlanmak, yetişmek, beklemek, doldurmak, bitirmek.

Ha bir de işin göreceliliği var. Doğru. Keyifli geçen zamanın bir iron maiden şarkısı gibi akıp gitmesi(geceyarısına iki dekke), zulüm gibi gelen zamanların bir serdar ortaç yaz hiti kadar kanırttıra kanırttıra geçmesi. Einstein mevzuyu böyle anlatsa daha iyiydi. Neyse, konumuz kitap.

Yiğit Kulabaş'ın Saatsiz Ülke kitabını okumaya başladığımda, bayramdı. Tamamen inzivaya çekilmiş görmemiş gibi kitap okuyor, şarap içiyor, hamakta yatıyor ve erik yiyordum. Erken kaybedenleri bitirdikten sonra kütüphaneye yöneldim. Bu sefer planlamadığım bir şey okuyacaktım. Hep bir sonraki okuyacağım kitap kafamda olur normalde. Kitaplığa gittim ve bir kitap seçtim arkasını okudum. İyi dedim ben bunu okurum. Çünkü zaman bol. Hiçbir şeye yetişmeye çalışmıyorum. Bitiririm sonra da gerekirse ulan ne boktan kitapmış der pişman olurum dedim. Çünkü bunu yapabilecek lüksüm vardı. 3 gün oğlum. Sadece bana ait. Kimse bıdı bıdı yapmıyor. 


Saatsiz ülke, şöyle başlıyor. Bir sabah Türkiye uyanıyor ve ülkedeki mekanik elektronik hiçbir saatin çalışmadığını fark ediyorlar. Saat kaç kimse bilmiyor. Güneş doğuyor ve batıyor ama kimsenin fikri yok saatin kaç olduğundan. Bu sırada kitabın kahramanları Selim, Kerim ve Arya bunaltıcı hayatlarında izin almışlar Bozcaadaya gitmişlerdir. Kerim'in hep gittiği pansiyona giderler. Lale işletir pansiyonu ve pansiyonda sadece buzdolabını çalıştırmak için bir jeneratör vardır. Onun dışında elektrik yoktur, saat hiç olmamıştır. 


Bozcaada'da saat önemli değildir zaten. Orada insanlar acıkınca yer, isteyince içer ve azınca sevişir diyor kitap. 

Hikaye inceden fantastiğe kayıyor, Bozcaada Ayazma sahillerine penguenler geliyor. Beyin bölgeleri için araştırma yapan profosör kadın bize bilimsellik açıklıyor. Saat kavramının insanlığı manüpüle etmek için ürettildiğini ve Zamanya denen bir şirketin dünyanın işleyişine sahip olduğunu söylüyor. Saat insanların özgürlüğünü elinden alan en önemli oyuncak çünkü. Yaptığın işi birime çevirmek, ufak bir çark halinde kalmak vesaire. Giren ilginç karakterler ve güzel Bozcaada anlatımı ile (Bozcaada sevenleri biraz daha içine çekiyor belki bu yüzden) kitap pişman etmiyor. Ancak konuyu ve daha doğrusu hikayeyi beklenen ölçüde iyi sonlandıramayışı, kitabı bitirdikten sonra kafada "vay anasını" etkisi sağlamıyor. Oldukça akıcı yazan Yiğit Kulabaş, fantastik ve bilimkurgu sınırlarına inceden giren keyifli bir roman çıkarmış. Daha iyi bir son veya noktaların birleştirilmesini sağlasaymış daha da şık olacakmış ama merakla okutması sanırım yazarın başarısı.

Bu arada daha sonradan öğrendiğime göre Saatsiz Ülke bir devam kitabı. Yazarın ilk kitabı olan Zamanya'dan sonrasını ele alıyor. Fırsat bulunca o da okunmalı.

Ciao.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

JCVD - 2008


Jean Claude Camille François Van Varenberg 1960 yılında, Belçika'nın Brüksel şehrinde doğmuş. 10 yaşında uzak doğu dövüş sporlarına sardırmış, karate, kickbox gibi çeşitli sporlarla yıllarca uğraşmış. 1982'de Amerika'ya taşınmış ve bizim bildiğimiz Hollywood yıldızı, tekme atan Van-Damme doğmuş. Hatta "Sınav" filminde uluslararası meşhur bir hırsızı oynamak üzere Türkiye'ye de gelmişti kendisi. Son olarak Expendables'ın 2. filminde düşman olarak gördük kendisini. 3. filminde tekrar düşman olarak gelecekmiş söylenene göre.

Yıl 2008'de, Fransız-Tunuslu bir yönetmenin filminde başrolü oynar Jean Claude Van Damme. Bu başrol büyük ihtimalle kendisi için baya önemlidir, çünkü filmin adı direk aktörün kendisinden geliyor; JCVD. Filmimiz zorlu kişisel problemler yaşayan yıldızın dinlenmeye, belki de yeni bir başlangıç yapmaya ülkesine, evine dönüşüyle başlıyor. Bir yandan yeni oynadığı filmlerin kötülüğü, bir yandan menejerinin ona yeni film bulmak konusundaki başarısızlığı, bir yandan çocuğunun velayet davası derken iyice yıpranmıştır Van Damme. Üstelik ülkesine döndüğünde kredi kartlarının hiçbiri çalışmamaktadır ve verdiği bir çek karşılıksız çıkmıştır. Hesabının olduğu bir bankaya gidip sorunlarına bir çözüm arar. Van Damme bankaya girdikten bir süre sonra bankada silah sesleri duyulur. İçeri girmeye çalışan polisi Van Damme pencereden "git buradan!" diye uyarır. Belçika'nın göz bebeği, gururu, aktörü Van Damme, bir bankayı soymaktadır!

Film, Van Damme'ı içeren bir soygunu anlattığından dolayı suç filmi yapısında bir çeşit komedi filmi olarak nitelendirilebilir. Filmi bir suç filmi parodisi olmaktan alıkoyan ise sahip olduğu gerçekçilik tadı ve duygusal sahneleri. Hele ki Van Damme'ın monolog yaptığı bir sahne var, bir an filmden kopartıp Van Damme'ın iç dünyasına (belki gerçek, belki kurgusal) götürüyor bizi. Her kesimden Brüksel'linin Van Damme'ı karşılarında görünce verdikleri tepkiler de hep duyduğumuz (ya da bazılarının şahit olduğu) ünlü gören insan tepkileri (göründüğünden daha kısaymış, Van Damme tekme atsana, seninle bir fotoğraf çektirebilir miyiz, televizyonda daha nazik biri gibi gözüküyor...).

Dürüst olmak gerekirse ben bir Van Damme hayranı sayılmam. Oynadığı filmlerden en meşhur olanlarını izlemişimdir ama hatırlamıyorum bile. Türkiye'de çekilen "Sınav" filmi bile benim için Van Damme'dan çok güzel müzikleri ile hatırlanır. Fakat kendisiyle, Amerika'da çektiği filmleriyle, hayatındaki başarısızlıklarla (bir kısmı bile bir yandan doğruysa) bu şekilde dalga geçebilmiş, bir film malzemesi haline getirmiş olması bence büyük bir başarı. Karate yeteneğini sonuna kadar kullandığı, bol dövüşlü filmlerini bilenler için, aktörlük yeteneğini daha üst seviyede kullanmış olduğu bu film bence bulunmaz bir değer. Van Damme'ı ucundan kıyısından tanıyan, bilen hemen hemen herkese zevkli vakit geçirtebileceğine inandığım bir film JCVD.


23 Ağustos 2012 Perşembe

Subheim



Nefret yakın yıllarda tanıştığım bir duygu. Kolay sinirlenme veya rahatsız olma duygusunu nefretle tanışana dek nefretle karıştırırdım. İçindekileri dökme, ortamdan uzaklaşma, ya da içine çekilme, sinir veya antipatiden kolay kaçma yolları iken, oyunun içine nefret girince, ayak bileklerinizden yükselen ateşin, kollarınızda ve bacaklarınızda birleşen gerilimi pamuk iplikleriyle tutan kontrolünüzü bir bir yakarken, beyninizin içindeki o baskının, nefret edilen konunun ya da bireyin kalbini elinizle sökme isteği yaratmasına kadar yükseliyor. İşin manasızlaştığı, yok etmenin tek güdü haline geldiği duygular, zifir siyahından elektrik mavisine, kimyasal alev yeşilinden kan kırmızısına doğru sürekli hal değiştiriyor. Pislikçe düşünmek, boş bakışlarla geçen zamanı çiğneyip geri tükürüyor.

Subheim nefretle tanıştığım zaman bana tavsiye edilen bir müzik projesi. Otobüste, serviste, parkta, sokakta yürürken veya kitap okurken, müzik sırası Subheim'a geldiğinde, yaptığım işe birkaç dakika ara veriyorum. Düşünmeye, gözlemlemeye, arkaplana geçmeye, ufak ufak görünmez olmaya başlıyorum. Su yüzeyinin hemen altından ilerleyen, birazdan alçakça bir yolla avını yiyecek acımasız bir avcı gibi gözlerimi kısıyor, çevreme değersizlermiş gibi bakmaya zorlanıyorum. İnsanların iğrenç hayatlarına devam ettiklerini görme, yaptıkları aptalca eylemlere dışarıdan bakma, acıma, birinin kolundan koparırcasına tutup iğrenç yönlerini yüzüne vurma isteği, nefretin alevi ile çevreyi yapılabilecek potansiyeller, o anki beynin içinde cereyan eden kum fırtınasının arasında arada bir görüş alanına giren birkaç fotoğraf sadece.

Subheim Yunan kütüklü Kostas Katsikas'ın bir elektro, instrumental, downtempo müzik oluşumu. Yüksek derecede elektro müziğe eşlik eden kadın ve erkek vokaller, çello, keman, vurmalı çalgılar ile oluşan harman ile insanın karanlık tarafındaki duygularını besliyor. Müzik ruhun gıdası ise, Subheim acı; ama yararlı bir sebze gibi.


Subheim, ilk albümü 'Approach' ile insan bilincinin tam ortasındaki sinirlere, baş parmağıyla hayvanca bastırarak en acı hisleri ortaya çıkartmıştı bende. Ani ve yüksek seviyeli, her seferinde daha da can acıtan uyarmalarla en köklü anı ve duyguları alev alev canlandırması ile yıllardır vazgeçemediğim bir albüm oldu. Parçaları hala azalamayan bir etki ile, her hava ve uzam koşulunda kafamı bambaşka düşüncelere sokmayı başarıyor.

İkinci albümü 'No Land Called Home' ile bu sefer insan bilincinin hapsedildiği zifiri karanlık bodrumdan çıkıp, gecenin bir yarısı Beyoğlu'ndan evine dönmeye çalışan, köküne kadar anason ve kötülük kokan amcanın, canhıraş çabalarla yürümeye uğraşırken bir yandan çevreyi de gözlemlemeyi eksik etmediği süreçte yaşadığı karmakarışık, bombok duygu ve düşünce girdabını beyne zerk ederek, farklı insan yönleri, kültürleri, sesleri ve duygularını, velet bir çocuğun bir aleti karıştırıp bozarken aldığı o iğrenç haz ile birleştirip önümüze sunmuş, meseleyi daha da genele taşımıştı. Benim için birincisi kadar kişisel ve karanlık bir albüm olamamış, ama korkutucu derecede mistik ezgileriyle, rahatsız edici tez gecelerini kafamda daha da ölümsüz yapmıştı.

Bana Subheim'i tavsiye eden sevgili E.D. dışında çevremde kimse Subheim'dan hoşlanmıyor. Belki bizim içimiz çürük, belki insanlar Subheim ile çeşitli durumların nasıl değişik atmosferlere sokulacağının farkında değil. Subheim bana acı söyleyen, sevmediğim, aşağılık artist bir arkadaşım gibi. Çevrede öyle arkadaşların gerekliliğini sakın görmezden gelmeyin.

Karanlıktan beslenin.


22 Ağustos 2012 Çarşamba

Total Recall - 2012


Hikayemiz, pek çok başarılı bilimkurgu filminde olduğu üzere Philip K. Dick'in "We Can Remember It for You Wholesale" isimli bir kısa öyküsünden uyarlama. Aslında "Total Recall" u hatırlıyor olmanız çok olası, 1990'da Schwarzenegger'in başrolünü oynadığı filmin bir nevi yeniden çevrimi. Konuyu, hikayeyi çok fazla hatırlamasanız bile "3 memeli kadın" ve "marsın atmosferinde patlayan kafalar" çok kişide bir şeylerin canlanmasını sağlayacaktır eminim. Bizim gençliğimizin en unutulmaz sahnelerindendi bunlar.

Hikayemiz post-apocaliptik bir gelecekte geçmektedir. Dünyanın büyük bir kısmı kimyasal bir savaş sonrası yaşanmaz hale gelmiştir. Hayatın olduğu 2 ülke kalmıştır; İngiltere ve Avusturalya (nam-ı diğer "Koloni"). Koloni daha düşük hayat standardlarına sahip, çoğunlukla işçilerin çalıştığı bir ülkedir. İki ülke arasında ulaşım, dünyanın içinden geçen bir tünelden geçen bir asansör sayesinde sağlanmaktadır. Gelişen teknoloji sonucunda Rekall isimli bir şirket, insanlara verdikleri kimyasallarla sahte anılar vermektedir. İsterseniz bir süper sporcu, isterseniz metresi olan bir adam, isterseniz çok gizli bir casus olabilir, bu insanların yaşamış olabileceği hatıralara sahip olabilirsiniz. Tek bir şartla, istediğiniz anılar, sahip olduğunuz anılarla çakışmamalı. Yani zaten sporcu olan bir adam, sporcu olmak üzere anılar almak isterse sistem hata vermekte, kişinin beyni yanmaktadır. Ana karakterimiz, bir fabrika işçisi Douglas Quaid'de bir gün Rekall'u denemeye karar verir. Ve sonrasında kendini bir curcunanın, kovalamacanın, aksiyonun tam ortasında bulur.


Hikayenin en ana hatlarıyla, fragmanından (hatta afişinden) da anlaşılabilinecek özetine bakınca insan şunu düşünüyor: Douglas Quaid'in yaşadıkları, Rekall'ın yüklediği hatıralar mı, yoksa tüm bunları gerçekten yaşıyor mu? Filmle ilgili bilgi vermemek adına bu konuya bir açıklık getirmeyeceğim. Sadece şu kadarını söylemek istiyorum, beni en çok hayal kırıklığına uğratan konu bu soruya ve cevabına filmin yaklaşımıydı. Filmden çıktığımızda baya uzun uzun "şu şöyle olsa, bu böyle olsa daha iyi olurdu" diye konuştuk. Bu sorunun cevabına yaklaşımın üzücü bir şekilde harcanmış, yeterince değerlendirilememiş olduğu konusunda film çıkışı hem fikirdik.

Filmin zaten çok başarılı bir hikayeden uyarlandığı açık (okuma fırsatım olmadı ama Philip amcamızın yapay zeka konusunda çok başarılı olduğu su götürmez bir gerçek). Gerek hikaye bakımından olsun, gerek aksiyon bakımından, gerekse de bilimkurgusal açıdan yeterince tatmin edici bir film. Hikayedeki birkaç sıkıntı film çıkışı haklı olarak eleştirilse de yaklaşık 2 saat boyunca iyi bir seyir keyfi sunuyor. Bir yeniden çevrim olmanın getirisi olarak ilk filmle karşılaştırılmaması mümkün değil. İnsanın aklına şu soru geliyor; zamanının şartlarında harika bir bilimkurgu filmi olan ve günümüzde hala daha bilimkurgunun en kült filmlerinden biri kabul edilen bir filmi yeniden çekmeye değmiş mi? İlk filmin kendi zamanına göre eriştiği seviyeye ve hatta daha da üstüne yeni filmde kendi zamanına göre erişebilmiş mi? İlk filmi izlemiş, hatırlıyor olan birisi için bu filmi de izlemeye değer mi? Bu soruların cevabı, bir bilimkurgu sever ve sinemaya gitmekten zevk alan bir insan olarak benim için evet. Özellikle bilimkurguya çok meraklı olmayan ve/veya ilk filmi zaten izlemiş olan bazıları için bu soruların cevabı hayır olacaktır. İlk filmi izlememiş, izlemiş ama hatırlamıyor ya da izlemiş ve çok beğenmiş olanların ise filme bir şans vermekten pişman olmayacaklarına inanıyorum.

21 Ağustos 2012 Salı

Erken Kaybedenler - Emrah Serbes - 2009

Ergenlik zor zanaat. Suyun içindeyken pek farketmemiştim; fakat pek sevgili kardeşim sayesinde dışarıdan, kıyıdan da izleme fırsatım oldu erkek ergenliğini. Ben erkeğin ergenlik çağının hiç bitmediğini, giderek azaldığını ve bastırıldığını düşünen insanlardanım, bu sebeple ergen erkek aslında her yerde bekliyor, aramızda geziyorlar, her yerdeler. 

Emrah Serbes son dönemlerde popüler olan bir insan, hepimizin bildiği gibi usta yönetmen Serdar Akar, Erdal Beşikçioğlu ile 2006 basımı 'Her Temas İz Bırakır'a hayat verdiğinde Ankara'da fırtınalar koptu. Emrah Serbes ismini de maalesef (kitaptan değil de) diziden sonra tanıdık. 

Her Temas İz Bırakır'ın akıcılığını çok beğenmişken, Son Hafriyat'ın kurgusu ile çok heyecanlanmıştım. Doğal ve sıcak anlatımıyla Emrah Serbes özellikle biz Ankara insanına hitap ediyor. İtalya'da bazı 'inside joke'lar yüzünden, kitap ve diziden aynı duyguları almadığını gözlemlemiştim diğer insanların.

Serbes'in Ç. serisinden sonraki ve son kitabı ise aslında aynı yoldan giderek, sadece hedef kitleyi değiştiriyor. Bu sefer kırklarında, içindeki enerjiyi zar zor kullanan bir ergen değil de, ergenlik havuzunun tam merkezindeki, diri ve bıçkın çocuk ve gençleri izliyoruz. 

Toplam sekiz kısa öyküden oluşan kitap, birinci kişiden anlatımla günlük havasında farklı durum ve yaşlardaki erkeklere özgün hikayeleri bize aktarıyor. Serbes'in bence başardığı en iyi yön, düşünce yapısını ve anlatımını tam o zamanki yaş hallerimize tekrar indirgeyebilmesi, ki bu da gerçekçiliğini ve eğlencesini pek bir arttırıyor. Hikayeleri bilmeden, mesela internette bir köşeden okusanız, o yaştaki bir çocuğun yazdığına ucundan inanabilirsiniz. 

Özellikle erkek okuyucaların çocukluğunda gördüğü ve deneyim ettiği, mühendis abi, lojman hayatı, sevilen kızın ailesinin tayininin çıkması, yaz tatili kampları, tatil yeri eczaneleri, mahalle maçları, büyük kız muhabbetleri, üniversite öğrencisi önyargıları, özel öğretmen kafası, çırak hikayeleri gibi çoğu detay ve benzer olaylarla çok eğleneceği bir kitap. Öyle mükemmel bir kitap değil; ama her hikayede ayrı bir tebessüm yaratacak etkide.

" (Ağbim) Babamın ölümünü düşünmeyi bırak," diye bağırdı. 

"Bir erkek olsan böyle birşey söylemezdin. Otopark mafyası öldürdü onu. Erkek olsaydın babamızın öcünü alırdın. Ama sen karıyla kızla gününü gün ediyorsun. Babamıza layık bir evlat değilsin. Babam çelik gibi adamdı, araba çarpmasıyla öldüremeyeceklerini bildiklerinden, üstüne kamyon sürdüler onun. Makine mühendisi adamsın, istesen tank yapabilirdin. En azından taramalı tüfek yapabilirdin, babamı öldüren adamlardan öcümüzü alabilirdin. Ama sen çamaşır makinesi yapmayı tercih ettin. Neden ağbi neden! Onursuz geçmişinin kirli çamaşırlarını yıkamak için mi? Yerde kalan kanımızı yıkamak için mi?"  

-Zannettiğin gibi değil



19 Ağustos 2012 Pazar

Metro 2034 - Dmitry Glukhovsky - 2009



"Ne bilim ne de bilim kurgu geleceği öngörebildi." diye ihtiyar aklından geçirdi. Homer daha çocukken ona, 2034 yılında insanoğlunun çoktan galaksinin yarısını ya da en azından kendi güneş sistemini fethetmiş olacağını söylemişlerdi. Ama hem geleceğin romanlarını yazan yazarlar hem de bilim insanları, hep insanlığın akılcı ve tutarlı hareket edeceği düşüncesinden yola çıkmışlardı. Sanki insanlık, tembel, düşüncesiz ve zevk düşkünü birkaç milyar birey değil, ortak akıl ve aynı yöne meyilli irade gücüyle donanımlı bir tür arı kovanıydı; sanki uzayı fethetmek gibi bazı ciddi niyetleri vardı. Böyle sanmışlardı. Ama insanlar bunu yapmak yerine bu oyundan sıkılmışlar ve önce elektroniğe, sonra biyo-teknolojiye yönelmek uğruna, bütün girişimlerini, deneyimlerini yarıda bırakmışlardı. Ne yazık ki bu alanların birinde bile etkin bir sonuç elde edememişlerdi; belki sadece nükleer fizikte.

-sayfa 178, Gürel Yayınları

Bilimkurgu için hep daha iyisi, daha geniş sınırlar gidişatın ve düşüncenin merkezinde yer almıştır. Bilinmeyeni çözmek, gizemi ortaya çıkarmak bilim için başarı olduğu kadar, bilimkurgu için aynı etkiyi yaratır. Gözlem, analiz ve deneycilik bilimkurgunun çekirdek işlemidir asında. 

Pek tabi en büyük gizemlerden biri kafamızı havaya kaldırdığımızda gördüğümüz uzay ve içinde yüzen kütleler olunca bilimkurgunun da büyük bir çoğunluğu uzay çevresinde dolaşıyor. İnsanlığın başka gezegenlere, galaksilere gittiği kitaplar, filmler, oyunlar bize aslında insan bilincinin bir sonraki adımını gösteriyor bir nevi. Birlik olan dünya sahip olduğu kaynakları birleştirip uzay çalışmalarına harcamasıyla aslında şu anda yaşadığımız birçok dünya içi sorunu atlatıyor mesajı veriliyor. Bu bilince gelebilecek miyiz, orası tartışılır.

Metro 2033 ve 2034'te Glukhovsky bilimkurgu hakkını bu çerçeveden değil de, apocalyptic wasteland'den yöne kullanıyor. 


Elbette ki insanoğlunun iğrenç bilinç ve zihnine bakılırsa birlik olup gezegeni sahiplenmenin yerine, birbirini yiyip üzerinde yaşadığı bu yerküre parçayı da yoketmesi daha olası geliyor. Tarih boyunca insanlar arasında yaşanan gerginlik, çıkar çatışmalarının getirdiği dolmuşluk, şehir büyüklüğünde alanları, yüzyıllarca yok eden nükleer silah teknolojisiyle ve bağnaz politika anlayışıyla birleşince dünya yüzeyinde yaşanmayacak, tamamen radyo-aktif bir sahaya dönüşüyor. 

Nedenlerin unutulduğu, o kısa süren savaşı görenlerin artık ortalarda çok gezmediği bir uzamda buluyoruz kendimizi metro serisinde. Nükleer savaşın sonrasında bu sefer Rusya tarafını, Moskova metrosunu geziyoruz. Zorunlu olarak metroya inen insanoğlu, bu kocaman karınca labirentinde yıllar içinde tekrar yaşamaya başlamış, temel yaşam şartlarını sağladıktan sonra (doğal olarak) köylerini, kasabalarını, hatta kalelerini, paktlarını, kısacası sistemini kurmuş. Birlik beraberlik sağlanırken, çıkar ilişkileri, ticaret, taraflaşma ve kin tekrar insan doğasından çıkıp metroda yaşam bulmuş.


Bu devasa metroda iyilik ile kötülüğün, kapkaranlık bir ortamda, gökyüzünü unutmuş insanlar üzerinden mücadelesine tanık oluyoruz. İlk kitap olan Metro 2033'te Artyom'un metronun içinde, üzerinde ve derinliklerinde geçen harkulade heyecanlı macerasına eşlik ederken, Metro 2034'te Metronun tarihini yazmak isteyen Homer, belalı bir geçmişe sahip hanımkızımız Saşa ve birinci kitabın da sert ve gizemli karakteri Hunter'ın metronun yeni tehdidine karşı yola koyulmalarını izliyoruz. 


Metro serisi umudun tamamen tükendiği bir postapocalyptic bir uzamda, karanlık, açlık içinde, ot gibi yaşayan insanların içindeki umut kırıntılarını okuyucuya aktarırken, bilimkurgu ve fantastik öğelerle de mükemmel bir biçimde eğlendirmeyi başarıyor. Nükleer savaş sonrası sığınak yaşamının gerçekçi bir deneyi üzerinden işlenen insan doğası ile birlikte insan ilişkileri, gruplaşma, korku, baskıcı rejim, duygu, umutsuzluk, sevgi ve nefret gibi konular satır aralarında örneklerle nezih bir şekilde inceleniyor.

Bilimkurgunun postapocalypse'e döndüğü dönemeci es geçmeyenler için Metro serisi, özellikle 2033, bence popüler romanlar arasında en iyi örneği. 

Son olarak ekleme, kitaptan hoşlananlar için 2033'ün aynı isimli bir FPS vidyo oyunu mevcut. Artyom'u kontrol ettiğimiz Metro 2033 başarılı bir oyun, ki Metro: Last Light adlı devam oyunu da kısa zaman sonra geliyor.

Bir Uzay Efsanesi - Arthur C. Clarke



"Öndeyiş: İlkçocuklar

Onlara ilkçocuk deniyordu. İnsanoğluyla uzaktan yakından ilgileri olmamalarına rağmen, etten ve kandandılar; uzayın derinliklerine baktıklarında, korku ile hayranlık arası bir saygı, şaşkınlık ve yalnızlık hissi kaplıyordu içlerini. Güç kazanır kazanmaz, kendilerini yıldızlar arasında dostlar aramaya başladılar.
...
Tüm Galakside, "bilinç"ten daha değerli bir şey bulamadıklarından onun her yerde doğması için çaba gösterdiler. Yıldız tarlalarının çiftçileri oldular; ektiler, bazen de biçtiler.
Bazen de soğukkanlılıkla zararlı otları ayıkladılar.
Bin yıllık bir yolculuktan sonra araştırma gemisi Güneş Sistemi'ne girdiği zaman dev dinozorlar çoktan yok olmuştu. Gemi donmuş dış gezegenleri geçti ve ölmekte olan Mars'ın çöllerinde biraz durarak Dünya'ya baktı. 
... Öğrenebilecekleri her şeyi öğrendiklerinde uygulamaya başlamışlardı. Karada ya da denizde yaşayan birçok türün kaderiyle oynadılar. Fakat hangi deneylerinin başarıya ulaştığını en azından bir milyon yıl boyunca öğrenemeyeceklerdi.
Sabırlıydılar; ancak henüz ölümsüz değildiler. Yüz milyar yıldızın bulunduğu bir evrende yapacak daha çok şey vardı ve birçok gezegen onları bekliyordu. Bu yüzden bir kez daha bu yldan geçemeyeceklerini bilerek boşlukta ilerlediler.
Aslında tekrar geçmelerine gerek de yoktu. Bıraktıkları uşaklar gerisini halledeceklerdi.
...
Ve şimdi, yıldızların arasında evrim yeni hedeflere doğru ilerliyordu. Dünya'nın ilk kaşifleri et ve kan sınırına çoktan ulaşmışlardı. Makineleri vücutlarından daha iyi duruma gelir gelmez de taşınmaya başlayacaklardı. Önce beyinleri, sonra da yalnızca düşüncelerini metal ve plastikten yapılmış yeni kusursuz evlerine yerleştirdiler.
Bunların içinde, yıldızların arasında dolaştılar. Ondan sonra da uzay gemisi yapmadılar. Kendileri uzay gemisiydiler.
Ancak makine-varlıkların devri de çabucak geçti. Bitmek bilmeyen deneyleri sırasında, bilgilerini uzayın kendi bünyesinde depolamayı ve düşüncelerini sonsuza dek donmuş ışık kafeslerinde korumayı öğrenmişlerdi.
Böylelikle kendilerini saf enerjiye dönüştürdüler. Binlerce gezegende açtıkları boş yuvalar ölümün umursamaz dansıyla titredi ve paslanıp ufalandılar.
... Ve o muhteşem aletleri hala çalışmaya, yıllar önce başlamış olan deneylerini gözetim altında tutmaya devam ediyordu.
Ancak bundan sonra yaratıcılarının emirlerine her zaman uymayacaklardı. Maddeden yapılmış her şey gibi, onlar da Zaman'ın ve onun sabırlı, yorulmak bilmez uşağı Entropi'nin sebep olduğu zararlara karşı bağılıklıkları yoktu."
3001: Son Efsane, İthaki Yayınları

Arthur C. Clarke King's Koleji'ni fizik ve matematik dallarında birinci olarak bitirmiş. British Interplanetary Society'nin eski başkanı, Academy of Astronautics, Royal Astronomical Society ve başka bir çok bilimsel organizasyonun üyesiymiş. Sayısız ödül, sayısız başarısından uzun uzun bahsetmenin çok fazla anlamı yok. En önemlisi kendisi Robert A. Heinlein ve Isaac Asimov ile birlikte bilimkurgunun "3 büyük yazar" ı olarak anılırmış. 1948 yılında BBC'nin hazırladığı bir yarışma için "Gözcü" isimli bir hikaye yazmış. Yıllar sonra Stanley Kubrick kendisiyle iletişime geçip "dillere destan bir bilimkurgu filmi" için bir fikri olup olmadığını sorduğunda bu öyküsünü gündeme getirmiş. Aya kurulan ve dünyada insanları gözleyen gözcü, bilimkurgu külliyatının en kült simgelerinden biri olan Tektaş'ın çıkış noktası olmuş. Stanley Kübrick ile birlikte "2001: Bir Uzay Efsanesi" nin senaryosunu oluştururken Clarke bir yandan da hikayeyi kitap şeklinde yazmış. Kitap 1968 yılında basılmış.

Astronomi bilimindeki gelişmeler, Güneş sistemini incelemek için gönderilen, Mars, Jüpiter, Jüpiter'in uyduları ile ilgili pek çok bilgi sahibi olmamısı sağlayan modüller sonucunda Uzay Efsanesi'nin devamını getirme ihtiyacı hissetmiş ve 2010, 2061 ve 3001 olmak üzere 3 devam kitabıyla 4 kitaplık bir seri yazmış.

Bu kadar uzun bir alıntıya ve bu kadar ansiklopedik bilgilere, seri ile ilgili çok fazla bilgi vermeden anlatabilmek için başvurdum. Çünkü serinin her bir kitabında gerçekleşen olay, sonraki hikayelerin temelini oluşturuyor. Şu kadarını söyleyebilirim, Arthur C. Clarke'ın bilinen en büyük bilimkurgu yazarlarından biri olması boşuna değil. Öngördüğü teknolojik gelişimleri o kadar sağlam temeller üstüne koyuyor ki bahsi geçen teknolojilerin o zamanlarda gelişmiş olup olmadığından şüphe duyuyorsunuz. Zaten her kitabın önsöz ve sonsözünde belirttiği üzere geliştirdiği fikirleri incelediği gerçek bilimsel makalelerden alıyormuş. Şu bilim adamının şu çalışması, bu teorisinin bu gibi sonuçlar verebileceğini düşündüm diye anlatıyor. Yazdığı üzere, hikayeleri ne kadar bilimden faydalanarak yazılmışsa bazen yazdıkları ya da öngördükleri bilimsel ya da teknolojik gelişimin öncüsü olmuş. Pek çok astronot, fizikçi, matematikçi, astronom ve başka bilim adamlarıyla sürekli iletişim içindeymiş. Yani aslında Clarke'ı edebi yeteneği olan bir bilim adamı (astronom) olarak değerlendirmek bence çok yanlış olmaz.

Clarke'ın inceleme-analizleri sadece bilimle sınırlı da değil. Sosyal, toplumsal, ekonomik, politik yapılarla ilgili de çeşitli fikirleri var. Seri ne kadar uzay, geleceğin teknolojisi gibi konulardan desteklense de bu belirttiğim konuların geleceği ile ilgili de çeşitli öngörülerde bulunmuş. Uzaylılar üzerinden biyoloji ve kimya bilimlerine olan hakimiyeti de ortada.  Aynı zamanda dine olan yaklaşımını da görüyoruz. Tabii tüm bu saydıklarım çok güçlü bir mantık sistemiyle oluşturulduğu ve öngörüldüklerinden dolayı çarpıcı bir gerçekliğe sahipler. Ne yazık ki Clarke içinde yaşadığımız yüzyılı insanlığın en karanlık, en kötü dönemi olarak nitelendiriyor. Hatta bu değerlendirmeyi gelecekte yaşayan insanlara yaptırıyor, bir nevi bizi toplumsal bakımdan ilkel sınıfına koyuyor.

Bilimkurgu sevmeyenler için bir uyarım olacak; kitap çok fazla uzay tasviri ve bilimsel-teknolojik tanımlarla dolu. Aynı zamanda akıcı-sürükleyici kurgusal bir yapıdan çok mantık üzerinde belirli bir noktaya emin adımlarla ilerleyen bir öykü var. Yani bu seri macera-serüvene yönelik merak duygunuzu değil; bilim, uzay, gelecek ile oluşan merak duygunuzu tatmin etmeye yönelik bir seri. Yani uzun lafın kısası: bilimkurgu sevmiyorsanız uzak durmanız gereken bir seri. Bilimkurgu seviyor ama okuduğunuz kitapta bol aksiyon, sürükleyici bir macera arıyorsanız yine es geçmeniz gereken bir seri. Yine de -en azından bilimkurgu severlerin- birinci kitaba bir şans tanımaları gerekir. Eğer ki ilk kitabı bitirdikten sonra arada sırada kitapta anlatılan olaylar, yaşananlar, ayrıntılar aklınıza geliyor, bir şeyleri irdelemenize neden oluyorsa, seriyi bitirdiğiniz zaman gelmiş geçmiş en iyi uzay destanlarından birini bitirmiş olmanın burukluğunu yaşayacaksınız.


Dipnot: Tüm alıntılar İthaki yayınlarından çıkmış "2001: Bir Uzay Efsanesi", "2010: Uzay Efsanesi-2", "2061: Uzay Efsanesi 3", "3001: Son Efsane" kitaplarından alınmıştır. Gerek seri, gerek yazarla ilgili çok daha ayrıntılı bilgi kitapların önsöz ve sonsözlerinde bulunabilir.

17 Ağustos 2012 Cuma

Milliyet Çocuk - Dinozorlar Dergisi Serisi - 1993



Sevgili Murat ile, sanırım yaz başında, çay-muhabbet süreçlerinden bir tanesinde eski dergilere sarmıştık. Abi Hugo'nun dergisi var, Dinozorlar var diyorduk, daha bir sürü de saymıştık tam hatırlayamadım, ki hemen çok sevdiğimiz Devr-i Alem Sahaf'a doğru yola koyulduk. Bir iki birşey aldıktan sonra şansımızı deneyelim dedik ve dergileri sırayla çok sevgili Ayhan Bey'e sorduk var mıdır acaba diye. Dinozorlar ve Hugo'nun eski dergilerini bulmamızla oracıkta mest olmamız bir oldu, hemen dergileri rezerve ettik. Pink Martini konseri öncesi Murat sağolsun hepsini alıverdi. Konserden sonra eve gelip bir dergiye göz attım genel olarak; Zaman Makinesi diye birşey varmış ona karar verdim. Patır patır zihnimdeki unutulmuş anılar gözümün önüne döküldü resmen.

Doksanlı yılların başında İstanbul'a taşındığım (sürüldüğüm) zamanlar genelde apartmandaki yaşıtlarımla oynardım. Yapacak çok birşey olmuyordu, zaten apartman önüne çıkmaktan başka birşey yapamıyorduk, onda da seksek, yerden yüksek, ip atlama, birdir bir gibi şeyler oynuyorduk. Bir yandan da televizyondaki kült çizgifilmleri izleyip, onların muhabbetlerini döndürüyorduk. He-Man ve She-Ra VHS kasetlerim hala biryerlerde durması gerekiyor hatta. Yapacak çok şey oluyordu aslında, transformers bir aracım olduğunu hatırlıyorum, yeşil harç aracıydı, kuzen MCan'da ninja turtles seti vardı, arabası falan vardı kocaman, onunla aklımız çıkardı, bir de C64 vardı o zaman, onunla iyi vakit geçiriyorduk. 

Sonra birşeyler oldu, Jurassic Park filmi çıktı 1993'te, kendimizi kaybettik. T-Rex, Raptor, Triceratops gelince hayata diğer şeyler pek sarmaz oldu. Gazeteden filmin afişleri kesilir, dinozorlarla ilgili ne varsa toplanırdı. Sonra Milliyet Çocuk çok akıllıca bir hareket yaptı ve Dinozorlar dergisini bastı. 



Dinozorlar dergisi aslında yabancı 'Dinosaurs!' adlı derginin Türkçeye çevrimi. Segdwick Jeoloji Müzesi desteği ile geçmişin devlerini keşfetmek için çocuklara yönelik harika bir eğlence ve eğitim dizisi. Dergide Dinozor Dünyası, Zaman Dedektifi, Gözlemcinin Rehberi, Resimli Tarih, Kimlik Kartı (Favorimdi), Uzmana sorular, Geçmişin Devleri ve Dino Test gibi farklı köşelerle çocuklara en anlayabilecekleri seviyede (ve aslında arada gayet detaylı ama akıcı) Dinozorlarla ilgili canlı anlatım, arkeolojik kazı verileri, Dinozor devrinin iklimi ve özellikleri gibi konular ve bu konuların çevresinde gezinen detayları aktarıyor. 



Bunun yanında derginin 2 tane mükemmel özelliği var. Bunlardan ilki o hafta aklımızı başımızdan alan 3-B gözlükler. İlk sayıyla birlikte verilen T-Rex şeklindeki gözlüklerde orta sayfada yer alan dinozorların 3 boyutlu resimleri benim için mükemmel bir zevkti. Siyah beyazımsı olan resimler beni daha bir o zamanlara götürür, o atmosfere daha da bir sokardı. 



Diğer bir mükemmel özelliği ise derginin başından itibaren verilen fosforlu T-Rex iskeleti ve üzerine monte edilen derisiydi. İskeleti de derisi de ayrı bir müthişti, iskeletin fosforlu olması hem gün içinde masa üzerinde müthiş bir biblo olmasına yarıyordu, hem de gece ayrı bir şölen yaşatıyordu. T-Rex'in derisi verildikten sonra hevesimiz kursağımızda kaldı, zira bende ve (eminim) birçok çocukta maalesef maket boyası yoktu. Dergide gösterilen harkulade boyanmış T-Rex'in yanında salt yeşil kalan bizim T-Rex'lerin başında adeta hüznü tatmıştık. 

93', İstanbul, Dinozorlar Dergisi ilk sayısı zevkini tadarken.
Uzun zamandan sonra Dinozorlar dergisini görmek eskilerden birçok hatıranın tekrar hortlamasına neden oldu, bu kesin. Bunun dışında dergiyi tam 20 sene sonra tekrar okumak, değişik bir bilinçle tekrar incelemek çok lezzetli bir deneyim. Eğer önceleri bu dergiyi okumuşsanız, ne yapın ne edin, bir şekilde edinin seriyi. 




9 Ağustos 2012 Perşembe

Polis - Onur Ünlü

Yönetmen: Onur Ünlü
Yazan: Onur Ünlü
Oyuncular: Haluk Bilginer, Özgü Namal, Ragıp Savaş, Sermiyat Dimyat, Emre Karayel,  Settar Tanrıöğen


1973 doğumlu, yönetmen bir abimiz Onur Ünlü. Kendisini kimileri bir zamanlar Afilli Filintalar blogunda yazdığı (bir süre sonra tüm yazılarını kaldırdı blogdan) yazılarından tanır, kimileri (bu yazının konusu olan) "Polis" ile başlayıp "Güneşin Oğlu", "Çocuk", "Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi" tarzı filmlerinden, kimisi de "Leyla ile Mecnun" dizisinden duymuştur adını. Ben Afilli Filintalar ile tanıyıp Leyla ile Mecnun sayesinde sevmiştim kendisini. Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi'ni izledikten sonra ise öteki çalışmaları hakkında fikir sahibi olmam gerektiğini düşündüm. Polis'i ilk çıktığı zamanlarda Sinema dergisinde okumuştum. Sıradan bir film olmadığını herkes konuşuyordu, bir kısım ise hiç sevmemişti filmi. Ben de ancak fırsatını bulabildim izlemek için.

Filmle ilgili can sıkacak şekilde bilgi vermeden yorumlamaya çalışacağım ki izlememiş olanlar da merak etsinler, sonra izlerken bana kızmasınlar "bu da söylenir mi be!" diye. Filmin ana karakteri Musa Rami adında, meslekte uzun yıllar geçirmiş, çok saygı duyulan bir polistir. Musa Rami bir mafya ailesiyle uğraşmaktadır, doğal olarak (film icabı yani) mafya ailesi de Musa Rami ve ailesi ile uğraşmaktadır. Bir yandan da sosyoloji bölümü öğrencisi Funda'ya bitirme projesinde danışmanlık yapmaktadır ve Funda'ya aşıktır. Film baştan sona Musa Rami'nin İzmitliler (mafya ailesi), kendi ailesi, işi, Funda'ya aşkı ile cebelleşmelerini anlatır.

Türk sinemasında alışık olduğumuz bir karakter değildir Musa Rami. Bir çeşit çizgiromanvari bir polistir. Açılış sahnesi de bunu net bir şekilde ortaya koyar. Çevresini sarmış 4 adamla kapışması ve ardından İzmitliler'den biriyle konuşması normal bir aksiyon-polisiye izlemeyeceğimizi ortaya koyuyor. Zaten Onur Ünlü'de çeşitli röpörtajlarında filmini noir olarak nitelendiriyor ve Beckett vari bir absürdlük içerdiğini belirtiyor. Kurgusal olarak da sıradan, çizgisel bir yapı izlemiyor film. Bazı sahneler bir önceki ve bir sonraki sahneden bağımsız olabiliyor. Hele 2 polisin kendi aralarında sohbet ettikleri bir park sahnesi var, bize izlediğimizin gerçek olabilecek bir hikaye değil kurgusal bir sinema filmi olduğunu çok açık hatırlatıyor. Filmdeki absürdlüklerin hikayeye etkisindense detayların filme katkısına kapılmamız gerektiğini, asıl güzelliğin bu noktada olduğunu vurguluyor. Zaten filmdeki detayları ayrıntı olarak görüp asıl hikayeye odaklananları filmin sonunda kötü bir süpriz bekliyor; sonu itibariyle film, hikaye akışından değil her bir sahneden, her bir sahnedeki detaylardan zevk alanları ödüllendiriyor.

Her şeyin yanında, bence filmdeki karakter ve hikaye çokluğu ana yapıya biraz zarar veriyor gibi. Bazı sahneler (ve karakterler) fazlasıyla gereksiz duruyor filmde. Ya ondan, ya bundan vazgeçilse, vazgeçilmeyene daha çok vakit tanınsa daha uygun olabilirmiş. Tabii bu eleştri yukarıda bahsettiğim "hikayeden zevk almak/ detaylardan zevk almak" konusuyla çelişkili duruyor; ana napayım, ben (alışık olduğumdan ötürü) hikayeye daha çok dikkat eden bir insanım (yani doğal olarak filmin sonunda hayal kırıklığına uğradım). Öte yandan Onur Ünlü'nün tarzındaki gelişmeyi göz önünde bulundurunca Polis'in iyi bir başlangıç olduğu aşikar.

Bir yandan günümüzün ilgi çekici yönetmenlerinden biri olan ve gelecek işleri (benim için en azından) büyük heyecan yaratan Onur Ünlü'nün tarzına yakın durmak açısından iyi bir film Polis. Öte andan Haluk Bilginer'in harika oyunculuğuna bir film boyunca şahit olmak başka bir zevk (Bu filmdeki oyunculuğu ile 18. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde en iyi erkek oyuncu ödülü kazanmış). Son celsede kesinlikle izlemeye değer bir film.

Daha fazlası için (bu filmle ilgili değil, Onur Ünlü temelli filmler için): http://www.eflatunfilm.com/#!/tr

5 Ağustos 2012 Pazar

En Kahraman Rıdvan - Bülent Arabacıoğlu

Parodi kavramı için Türk Dil Kurumu "Ciddi sayılan bir yapıtın bir bölümünü ya da tamamını alaya alarak, biçimini bozmadan ona bambaşka bir özellik vererek biçimle öz arasındaki bu ayrılıktan gülünç etki çıkaran tür" demiş. Yunanca'dan karşılığı "karşıt ezgi" oluyormuş, tiyatro terimleri sözlüğüne göre. Parodi konusu, iş güldürmeceye gelince çok sık karşımıza çıkan bir konu. Amatör çalışmalardan (binbir çeşit youtube videosu, hepinizin aklına geliyordur en az 10 tane) profesyonellerine, en kötülerinden (Scary Movie ile başlayan 'movie' silsilesi) kült mertebesine erişenlerine (çocukluğumuzun favorileri 'The Tick' ya da 'Inspector Gadget' gibi) kadar. Hele bizde, Türkiye'de çok daha sık rastlanan ve (bence) çok iyi örnekleri de görülen bir tür parodi (Turist Ömer Uzay Yolunda olsun, Gora, Arog, Yahşi Batı olsun, Leyla ile Mecnun dizisi olsun...).

Bülent Arabacıoğlu'nun yazdığı, çizdiği "En Kahraman Rıdvan" serisi de yine (benim çok başarılı bulduğum) bir süper kahraman parodisi. Bülent Arabacıoğlu, Harita Mühendisi olarak mezun olduktan sonra 1970'lerde karikatürlük mesleğine başlamış. Yıllarca Çarşaf, Laklak, Gırgır, Hıbır, Hbr Maymun, Dinozor, Hürriyet, Milliyet gibi dergilerde çalışmış. 1975'te hepimizin bildiği "Tipitip" i yaratmış. Ardından 1980'lede Gırgır'a geçtikten sonra Tipitip benzeri, biraz daha insanca çizgilere sahip "Rıdvan" ı çizmeye başlamış. Babamın, benim çizgiromanlarıma, mizah dergilerime bakıp andığı, "bizim zamanımızda 'En Kahraman Rıdvan' vardı" dediği, zamanının sevilen hikayelerinden biri olmuş "Rıdvan". Vikipedi'nin iddiasına göre Gırgır dergisinin tirajının dünya sıralamasında yer almasını sağlayan hikayelerden biriymiş. 2010 yılı itibariyle "Uykusuz Çizgi Roman Klasikleri Serisi" bünyesi altında ciltlenip yeniden basılmaya başlandı Rıdvan'ın maceraları. Mürekkep basın ile 5 hikayesi yeniden yayınlandı şimdiye kadar. Aynı zamanda yeni nesil aylık mizah dergisi "Harakiri" de de Rıdvan yeni maceraları ile geri döndü aramıza.

Birinci maceranın ilk karelerinde, bir nevi tanıtım namına şu şekilde başlar Rıdvan'ın hikayesi: "Şu ezilmiş domates kılıklı dünya, bir beter dünya idi... Bu beter dünyada haksızlar, kötüler, hırsızlar, üç kağıtçılar ve ceyar hep orta hakemin kararıyla galip geliyorlardı... Bankalar soyuluyor, insanlar öldürülüyor, aşıklar sevdiklerine kavuşamıyor, bizim takım habire puan kaybediyordu... Ve bir gün salıyı kırk beş geçe tüm bu kötülüklere karşı amansız bir savaş açmaya karar verdim..." Yarım akıllı, cesur, saf, iyiliksever, en önemlisi de çizgiroman sevdalısı bir adamdır Rıdvan. Yıllarca heyecanla okuduğu o süper kahramanlardan biri olmak ister. Farkında olmadığı bir nokta vardır ki kendisinin hiçbir süper gücü yoktur. Hatta gücü bile yoktur, atletik bile değildir. Sadece dünyayı kötülüklerden korumak ister, o kadar. Kendisine bir kostüm ayarlar ve kendince, hayranı olduğu karakterleri taklik etmeye çalışarak kötülüklerle savaşmaya başlar. Bir nevi süper kötü tadındaki Pislik'le kapışarak başladığı ilk macerasından beri yayınlanan 5 ciltte uzaylı robotlar, dolandırıcı para babaları, uyuşturucu tacirleri ve mafya babalarını alt eder Rıdvan.

Bu noktadan bakınca parodi kavramını neden gündeme getirerek başladığım anlaşılabilir sanırım. Rıdvan aslında bir kahraman değil, bir kahraman parodisidir. Hikayelerde kendisi haricinde çok az kişi Rıdvan'ı bir kahraman olarak görür; insanların gözünde o akılsız bir deliden başka bir şey değildir. Sokakta bulduğu köpek bile "zavallı biraz üşütük birine benziyor, kafası biraz terelelli" diye düşünür Rıdvan'la ilgili. Tabii ki bahsi geçen köpek de Red Kit'in Rintintin'i, Tarkan'ın kurtunun bir parodisidir. Tıpkı bir macerada yanına yardıma gelen ikilinin Tom Miks'deki Konyakçı ve Doktor Salloso'nun parodisi olması gibi. Olay parodi olunca, eserin gönderme yaptıkları hakkında fikir sahibi olmamak, eserden alınacak zevke bir miktar balta vurabilir. Mandrake'nin illüzyonlarına, Konyakçı'nın sakarlıklarına, Süpermen'in kostüm değiştirmesine şahit olmamışların Rıdvan'a empati kurmak, Rıdvan'ın başından geçenleri sempatik bulmak konusunda sıkıntıları olabilir. Fakat yine de gönderme yaptığı yapıtlardan bağımsız düşünülse bile Rıdvan'ın maceralarını komik bulmak, onu heyecanla okumak mümkün. Sonuçta ne kadar sağda solda ufak göndermeler olsa da hikayelerin temeli çoğunlukla hepimizin bildiği, tanıdığı, gerek Şener Şen'in, gerek Kemal Sunal'ın filmlerinden aşina olduğu Türkiye parodisi bir dünyada geçiyor. Rıdvan'ın mafya ile hesaplaşmasında Kemal Sunal'ın çakma mafya olduğu filmi, ya da Rıdvan'ın banker olduğu hikayede Şener Şen'in "Namussuz namuslu" filmi hatırlamamak mümkün değil. Bir yandan da Bülent Arabacıoğlu'nun zamanının (hatta belki günümüzün bile) en iyi karikatüristlerinden biri olduğunu, ufak ayrıntılarda bambaşka hikayecikler gizleyerek çizgiroman okuyucusu mest etmeyi bildiği göz önüne alınınca "En Kahraman Rıdvan" herkes tarafından bir şans tanınmayı hak ediyor.