Steampunk nedir? Steampunk, sanayi devriminin dünya teknolojisindeki en büyük ve son teknolojik devrim olduğu alternatif bir evren tasviridir. Viktoryen dönemi İngiltere'sinin tüm dünyanın moda-zevk anlayışına hakim olduğu, kullanılan tüm aletlerin mekanik olduğu bir dünyadır. Bir nevi makina mühendislerinin dünyası. Peki neden böyle? Nasıl oluyor da günümüz elektrik dünyasında buhar gücüyle çalışan makinelerin ön planda olduğu bir dünya tasviri bu kadar ilgi çekebiliyor? Böyle bir sorunun bence net cevabı tam olarak 19. yüzyılda yatıyor. 1800'lerin başlarında Endüstri Devrimi gerçekleşir ve 1800'ler buhar gücünün ve mekaniğin kontrolü altında kısa sürede teknoloji alanında büyük bir sıçramaya sahne olur. Ardından Jules Verne ve H. G. Wells gelirler. Kendi günlerinin en başarılı bilimkurgu eserlerini yazarlar. Jules Verne bir yandan aya gider, bir yandan dünyanın merkezine gider, bir yandan balonla dünyanın çevresinde dolaşır. Hepsinin ötesinde de kaptan Nemo ve Nautilius (hatta daha doğrusu Nautilius ve kaptan Nemo) u sunar bizlere. H. G. Wells ise farklı bir dünyanın peşindedir. Onun evreninde hayvanları ameliyat ederek insanlaştırmayan çalışan Dr. Moreau, görünmezlik iksiri üzerinde çalışan Görünmez Adam, 3 boyutta hareketin yorumlanması ile zamanda yolculuğu bulan bilim adamı ve uzaylıların dünyayı istilası vardır. Bu iki büyük yazar başta olmak üzere dünya çapında güçlü bir bilimkurgu edebiyatı oluşur (Wells ve Verne öncesi pek çok eser bilimkurguya yakın, bilimkurgu olarak tanımlanmaya uygun kabul edilir. Mary Shelley'nin Frankeinstein'ı da günümüz yaklaşımına en yakın ilk bilimkurgu eser olarak değerlendiriliyor. Ama yine de Wells ve Verne'ün bilimkurgu edebiyatı oluşumunun kırılma noktası olduğunu belirtmek doğru bir yaklaşım olur). Endüstri devrimi ışığı altındaki teknolojinin başrolü oynadığı hikayeler anlatmak demek bir zamanlar bilimkurgu demek olsa da artık bilimkurgunun bir alt dalı olarak steampunk demektir.
Steampunk hikayelerde atmosferi/kurgusu/hikayesi açısından pek çok ortaklıklar bulunur. Dünyayı sarsacak bir icat söz konusudur. Bazen (başrolde) bu mucitin aşırı yetenekli, mucite gençliğini hatırlatan bir çırağı vardır. Diğer tarafta ise bu icadın peşinde, bu icatı kendi çıkarları için kullanmayı amaçlayan "kötü adamlar" vardır. Bazen bir organizasyon, bazen bir hükümet... İcadın ne olduğunu çoğunlukla hikayenin ortalarına kadar ne biz, ne de hikayenin genellikle başrolündekiler bilmez. Kovalamacalar, aksiyonlar, ilginç steampunk aletler, silahlar ve sonrasında da büyük karşılaşma. Steamboy, Laputa: Castle in the Sky tadındaki kimi çocuklara yönelik yapımların kurgusu tam olarak bu şekildedir. City of Lost Children, Metropolis tadındaki kült filmlerde ya da görsel olarak enfes birer steampunk dünyası yaratan Wild Wild West, 9, Avatar: The Legend of Korra, The Prestige gibi filmlerde de bu tarzda bir yapı görmek mümkün. Tabii bu bahsettiğim hikayeden tamamen uzak, steampunk'ı görsel yapısını kurmakta kullananlar da var; Alan Moore'un Leauge of Extraordinary Gentleman çizgiromanı, Van Helsing ve Hellboy'un filmleri ya da Fullmetal Alchemist gibi.
Steampunk, her ne kadar Viktoryen İngilteresi görseli ile anılsa da temelde buhar gücünün teknolojisi ile ön plandaki bir tarz. Dolayısıyla "Hazerfen Ahmet Çelebi, buhar gücüyle tanışmış olsaydı neler olurdu?" sorusunun cevabı, Osmanlı Türkiyesinde geçecek bir steampunk öykünün kapısını açıyor bizlere. Hazerfen Arif Çelebi'yi ünlü bir doktor olan babası, çocuk yaşında dönemin ünlü mucitlerinden birinin yanına çırak olarak veriyor. Mekaniğin eşsiz dünyasında büyüyen Arif Çelebi, enerji dönüşümlerine merak salıyor ve kaynatılmış suyun sahip olduğu potansiyelin mekanik hareket elde edebilmek için ne kadar güçlü bir kaynak olduğunu keşfediyor. Bir savaşta sesini kaybeden sadrazam Mustafa Paşa'ya yeniden konuşabilmesi için icat ettiği huni sayesinde kurdukları dostluk; Mustafa Paşa'ya Megafonlu Mustafa Paşa lakabını, Arif Çelebi'ye de yeni icatlara yönelmesinde teşvik sağlıyor. Hayalgücü sınırsız olan insanlardan olan Arif Çelebi'nin atölyesi ile Mustafa Paşa'nın malikanesi arasında gidip geliyor kitap. Bu gidiş gelişlerde de çeşitli icadını anlatıyor bize; yangınların hızlıca söndürülmesini sağlayacak bir tulumba sisteminden hızlıca büyük hesaplamalar yapabilecek bir buhar güçlü gelişmiş hesap makinesine, otomatik silah doldurma düzeneğinden buhar gücüyle çalışan bir at'a kadar. Peki ya şimdiye kadar yapılmış tüm icatları sistematik bir şekilde inceleyip, tüm icatların çalışma sistemlerinden bir şeyler çıkartarak tüm zamanların en grifit aleti icat edilseydi ne olurdu? Buhar gücüyle çalışacak bir silah kendi kurşununu kendi doldurabilir mi? Oldu olacak insan etkisi olmadan ateş de edebilsin. Hazır başlamışken düşmanı da tespit edebilsin... (Daha fazlası heyecan kıran bilgi sınıfına giriyor).
-- Bu noktadan sonra kitapla ilgili, çok önemli olmamakla birlikte birkaç imada bulunabilirim. Büyük süprizleri kaçırmayacağım ama okumadan önce hiçbir şey bilmek istemeyenler bundan önceki son birkaç cümle ile bundan sonrasını okumasınlar. --
-- Bu noktadan sonra kitapla ilgili, çok önemli olmamakla birlikte birkaç imada bulunabilirim. Büyük süprizleri kaçırmayacağım ama okumadan önce hiçbir şey bilmek istemeyenler bundan önceki son birkaç cümle ile bundan sonrasını okumasınlar. --
"Küheyli Buharlan" bir nev-i
sahte-belgesel tarzında bir kitap. "Rüzgarendiş Padişah IV. Fırat isimli
tarihi piyesten sahneler", eski dergilerin dönemin mucitleri ile ilgili
yazıları, Hazerfen Arif Çelebi'nin günlükleri, "Huniciler Ocağı" ile
ilgili tarihi bir makale gibi çeşitli alıntıların derlemesi olarak sunuluyor
bize. Aradaki boşlukları da zaman zaman anlatıcı dolduruyor. Tabii aradaki
boşlukların tam manasıyla doldurulabilmiş olduğunu söylemek çok mümkün değil.
Yazarın bilinçli tercihidir büyük ihtimalle; hikayeler birbirinden kopuk kopuk
sunuluyor. Mesela Arif Çelebi'nin katıldığı bir savaşta tuttuğu günlüklerde bir
hikayeyi okuyoruz. Heyecan yavaş yavaş gelişiyor, Arif Çelebi'nin gördükleri
ile ilgili düşüncelerini takip ederken yeni bir hikayenin gelişmekte olduğu
hissine kapılıyoruz. Bölüm bittiğinde Arif Çelebi'nin hayatında bazı
değişikliklerin olacağını, ilerleyen bölümlerde karşılaşacağımız bazı
gelişmelerle ilgili ipuçları okuduğumuzu düşünüyoruz. Oysa bu konunun esamesi
bir daha hiç açılmıyor. Tam olarak alışık olduğumuz "... olur ve olaylar
gelişir..." tarzından çok "... olur sonra ... olur. O sırada ...
olurken ... olmuştur" tadında daha az kurgusal, daha çok belgeselvari bir
modda ilerliyor hikaye. Böyle hayalgücünüzde hikayenin boşluklarını doldurmanız,
olayların detaylarını, gelişimini, sonuçlarını kendiniz hayal etmeniz için
gerekli bilgiyi sağlıyor gibi kitap daha çok. Her ne kadar hikayeyi sürükleyici
olarak tanımlamak çok yerinde olmasa da gerek bilimkurgusal yapısı ile, gerekse
de yazarın çeşitli konulardaki felsefesi ile kitap beni çok etkiledi. Özellikle
2 konuda karakterlerinin düşünceleri yoluyla bize aktardıkları, dost
sohbetlerinde bol bol gönderme yapılacak cinsten. Daha uzun ve detaylı olanı
kitabı okuyacaklara bırakıyor, nispeten daha kısa, kitapta geçen hikayelerden
daha bağımsız olanını burada paylaşmak istiyorum:
"... hiçbir göz, varoluşuyla, sadece
kendisine işaret etmez... Sadece kendisine işaret etmez, çünkü
"görmek" deyince ilk ve neredeyse daima tek akla gelen şey göz olduğu
halde hiçbir göz, tek başına, kendisine sahip olan canlıya görme kabiliyeti
sağlayamaz. Görmek için, gözün bir beyne bağlı olması, gözün yakaladığı ışığın,
şekillerin, renklerin bir beyne aktarılması gerekir... Bir göz, yani bir
göz ve akıl çifti, kendisini taşıyan canlının dışındaki bir cisme baktığı
zaman, o cismin şeklini ve hareketini görür, gördüğü kadarıyla o cismi veya
hareketini bilir, bildiği kadarıyla düşünür, değerlendirir... ya eğer (gözün
baktığı) cisim canlı ise, o da bir kafa ve o kafanın içinde başka bir göz, yani
bir göz ve akıl taşıyorsa?
İşte o vakit, aniden, sanki kapkaranlık bir
gecede bir şimşek çakar ve birbirine bakan o iki göz arasında ikisini de bir
girdap gibi içine çeken uçsuz bucaksız bir boşluk açılıverir... Artık gözlerden
hiçbiri, diğerini görmek, bilmek, düşünmek ve onun hakkında şu beya bu şekilde
bir değerlendirme yapıp bir hüküm vermekle kalmaz. Kendisi karşısındakini
görürken, karşısındakinin de kendisini gördüğünü, dolayısıyla bildiğini ve
hakkında herhangi bir şey düşünüp herhangibir fikre vardığını bilir..."
Bu göz-görmek muhabbetinden yola çıkarak insanın
kendi bireyselliği, başka insanlarla ilişkileri gibi konularda geliştirilen
fikirler, değerlendirmeler, erişilen sonuçlar; okurken beni gerek hikayeden,
gerek bulunduğum ortamdan, gerekse de kendi düşüncelerimden koparıp tamamen
kendi dünyasına çekti. Kitapta bol bol kullanılmış Osmanlıca kelimelerin
anlamlarına bakmadan okumaktan sıkılmayacak ya da kitabın en arkasında yer alan
sözlükten bakmaya üşenmeyecekler için, bilimkurgu meraklıları başta olmak
kaydıyla hevesle okunacak bir roman "Küheyli Buharlan".
"Aşikar değil mi Paşam, buharlı atıma bu
kanatları takacağım! Böylece, buharla işleyen kanatlı bir at yapmış
olacağız!..." (Küheyli Buharlan, arka kapaktan alıntı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder