29 Aralık 2013 Pazar

Küheyli Buharlan - Mümtaz Mehmet Tütüncü



Steampunk nedir? Steampunk, sanayi devriminin dünya teknolojisindeki en büyük ve son teknolojik devrim olduğu alternatif bir evren tasviridir. Viktoryen dönemi İngiltere'sinin tüm dünyanın moda-zevk anlayışına hakim olduğu, kullanılan tüm aletlerin mekanik olduğu bir dünyadır. Bir nevi makina mühendislerinin dünyası. Peki neden böyle? Nasıl oluyor da günümüz elektrik dünyasında buhar gücüyle çalışan makinelerin ön planda olduğu bir dünya tasviri bu kadar ilgi çekebiliyor? Böyle bir sorunun bence net cevabı tam olarak 19. yüzyılda yatıyor. 1800'lerin başlarında Endüstri Devrimi gerçekleşir ve 1800'ler buhar gücünün ve mekaniğin kontrolü altında kısa sürede teknoloji alanında büyük bir sıçramaya sahne olur. Ardından Jules Verne ve H. G. Wells gelirler. Kendi günlerinin en başarılı bilimkurgu eserlerini yazarlar. Jules Verne bir yandan aya gider, bir yandan dünyanın merkezine gider, bir yandan balonla dünyanın çevresinde dolaşır. Hepsinin ötesinde de kaptan Nemo ve Nautilius (hatta daha doğrusu Nautilius ve kaptan Nemo) u sunar bizlere. H. G. Wells ise farklı bir dünyanın peşindedir. Onun evreninde hayvanları ameliyat ederek insanlaştırmayan çalışan Dr. Moreau, görünmezlik iksiri üzerinde çalışan Görünmez Adam, 3 boyutta hareketin yorumlanması ile zamanda yolculuğu bulan bilim adamı ve uzaylıların dünyayı istilası vardır. Bu iki büyük yazar başta olmak üzere dünya çapında güçlü bir bilimkurgu edebiyatı oluşur (Wells ve Verne öncesi pek çok eser bilimkurguya yakın, bilimkurgu olarak tanımlanmaya uygun kabul edilir. Mary Shelley'nin Frankeinstein'ı da günümüz yaklaşımına en yakın ilk bilimkurgu eser olarak değerlendiriliyor. Ama yine de Wells ve Verne'ün bilimkurgu edebiyatı oluşumunun kırılma noktası olduğunu belirtmek doğru bir yaklaşım olur). Endüstri devrimi ışığı altındaki teknolojinin başrolü oynadığı hikayeler anlatmak demek bir zamanlar bilimkurgu demek olsa da artık bilimkurgunun bir alt dalı olarak steampunk demektir.





Steampunk hikayelerde atmosferi/kurgusu/hikayesi açısından pek çok ortaklıklar bulunur. Dünyayı sarsacak bir icat söz konusudur. Bazen (başrolde) bu mucitin aşırı yetenekli, mucite gençliğini hatırlatan bir çırağı vardır. Diğer tarafta ise bu icadın peşinde, bu icatı kendi çıkarları için kullanmayı amaçlayan "kötü adamlar" vardır. Bazen bir organizasyon, bazen bir hükümet... İcadın ne olduğunu çoğunlukla hikayenin ortalarına kadar ne biz, ne de hikayenin genellikle başrolündekiler bilmez. Kovalamacalar, aksiyonlar, ilginç steampunk aletler, silahlar ve sonrasında da büyük karşılaşma. Steamboy, Laputa: Castle in the Sky tadındaki kimi çocuklara yönelik yapımların kurgusu tam olarak bu şekildedir. City of Lost Children, Metropolis tadındaki kült filmlerde ya da görsel olarak enfes birer steampunk dünyası yaratan Wild Wild West, 9, Avatar: The Legend of Korra, The Prestige gibi filmlerde de bu tarzda bir yapı görmek mümkün. Tabii bu bahsettiğim hikayeden tamamen uzak, steampunk'ı görsel yapısını kurmakta kullananlar da var; Alan Moore'un Leauge of Extraordinary Gentleman çizgiromanı, Van Helsing ve Hellboy'un filmleri ya da Fullmetal Alchemist gibi.


Steampunk, her ne kadar Viktoryen İngilteresi görseli ile anılsa da temelde buhar gücünün teknolojisi ile ön plandaki bir tarz. Dolayısıyla "Hazerfen Ahmet Çelebi, buhar gücüyle tanışmış olsaydı neler olurdu?" sorusunun cevabı, Osmanlı Türkiyesinde geçecek bir steampunk öykünün kapısını açıyor bizlere. Hazerfen Arif Çelebi'yi ünlü bir doktor olan babası, çocuk yaşında dönemin ünlü mucitlerinden birinin yanına çırak olarak veriyor. Mekaniğin eşsiz dünyasında büyüyen Arif Çelebi, enerji dönüşümlerine merak salıyor ve kaynatılmış suyun sahip olduğu potansiyelin mekanik hareket elde edebilmek için ne kadar güçlü bir kaynak olduğunu keşfediyor. Bir savaşta sesini kaybeden sadrazam Mustafa Paşa'ya yeniden konuşabilmesi için icat ettiği huni sayesinde kurdukları dostluk; Mustafa Paşa'ya Megafonlu Mustafa Paşa lakabını, Arif Çelebi'ye de yeni icatlara yönelmesinde teşvik sağlıyor. Hayalgücü sınırsız olan insanlardan olan Arif Çelebi'nin atölyesi ile Mustafa Paşa'nın malikanesi arasında gidip geliyor kitap. Bu gidiş gelişlerde de çeşitli icadını anlatıyor bize; yangınların hızlıca söndürülmesini sağlayacak bir tulumba sisteminden hızlıca büyük hesaplamalar yapabilecek bir buhar güçlü gelişmiş hesap makinesine, otomatik silah doldurma düzeneğinden buhar gücüyle çalışan bir at'a kadar. Peki ya şimdiye kadar yapılmış tüm icatları sistematik bir şekilde inceleyip, tüm icatların çalışma sistemlerinden bir şeyler çıkartarak tüm zamanların en grifit aleti icat edilseydi ne olurdu? Buhar gücüyle çalışacak bir silah kendi kurşununu kendi doldurabilir mi? Oldu olacak insan etkisi olmadan ateş de edebilsin. Hazır başlamışken düşmanı da tespit edebilsin... (Daha fazlası heyecan kıran bilgi sınıfına giriyor).

-- Bu noktadan sonra kitapla ilgili, çok önemli olmamakla birlikte birkaç imada bulunabilirim. Büyük süprizleri kaçırmayacağım ama okumadan önce hiçbir şey bilmek istemeyenler bundan önceki son birkaç cümle ile bundan sonrasını okumasınlar. --


"Küheyli Buharlan" bir nev-i sahte-belgesel tarzında bir kitap. "Rüzgarendiş Padişah IV. Fırat isimli tarihi piyesten sahneler", eski dergilerin dönemin mucitleri ile ilgili yazıları, Hazerfen Arif Çelebi'nin günlükleri, "Huniciler Ocağı" ile ilgili tarihi bir makale gibi çeşitli alıntıların derlemesi olarak sunuluyor bize. Aradaki boşlukları da zaman zaman anlatıcı dolduruyor. Tabii aradaki boşlukların tam manasıyla doldurulabilmiş olduğunu söylemek çok mümkün değil. Yazarın bilinçli tercihidir büyük ihtimalle; hikayeler birbirinden kopuk kopuk sunuluyor. Mesela Arif Çelebi'nin katıldığı bir savaşta tuttuğu günlüklerde bir hikayeyi okuyoruz. Heyecan yavaş yavaş gelişiyor, Arif Çelebi'nin gördükleri ile ilgili düşüncelerini takip ederken yeni bir hikayenin gelişmekte olduğu hissine kapılıyoruz. Bölüm bittiğinde Arif Çelebi'nin hayatında bazı değişikliklerin olacağını, ilerleyen bölümlerde karşılaşacağımız bazı gelişmelerle ilgili ipuçları okuduğumuzu düşünüyoruz. Oysa bu konunun esamesi bir daha hiç açılmıyor. Tam olarak alışık olduğumuz "... olur ve olaylar gelişir..." tarzından çok "... olur sonra ... olur. O sırada ... olurken ... olmuştur" tadında daha az kurgusal, daha çok belgeselvari bir modda ilerliyor hikaye. Böyle hayalgücünüzde hikayenin boşluklarını doldurmanız, olayların detaylarını, gelişimini, sonuçlarını kendiniz hayal etmeniz için gerekli bilgiyi sağlıyor gibi kitap daha çok. Her ne kadar hikayeyi sürükleyici olarak tanımlamak çok yerinde olmasa da gerek bilimkurgusal yapısı ile, gerekse de yazarın çeşitli konulardaki felsefesi ile kitap beni çok etkiledi. Özellikle 2 konuda karakterlerinin düşünceleri yoluyla bize aktardıkları, dost sohbetlerinde bol bol gönderme yapılacak cinsten. Daha uzun ve detaylı olanı kitabı okuyacaklara bırakıyor, nispeten daha kısa, kitapta geçen hikayelerden daha bağımsız olanını burada paylaşmak istiyorum:

"... hiçbir göz, varoluşuyla, sadece kendisine işaret etmez... Sadece kendisine işaret etmez, çünkü "görmek" deyince ilk ve neredeyse daima tek akla gelen şey göz olduğu halde hiçbir göz, tek başına, kendisine sahip olan canlıya görme kabiliyeti sağlayamaz. Görmek için, gözün bir beyne bağlı olması, gözün yakaladığı ışığın, şekillerin, renklerin bir beyne aktarılması gerekir...  Bir göz, yani bir göz ve akıl çifti, kendisini taşıyan canlının dışındaki bir cisme baktığı zaman, o cismin şeklini ve hareketini görür, gördüğü kadarıyla o cismi veya hareketini bilir, bildiği kadarıyla düşünür, değerlendirir... ya eğer (gözün baktığı) cisim canlı ise, o da bir kafa ve o kafanın içinde başka bir göz, yani bir göz ve akıl taşıyorsa?

İşte o vakit, aniden, sanki kapkaranlık bir gecede bir şimşek çakar ve birbirine bakan o iki göz arasında ikisini de bir girdap gibi içine çeken uçsuz bucaksız bir boşluk açılıverir... Artık gözlerden hiçbiri, diğerini görmek, bilmek, düşünmek ve onun hakkında şu beya bu şekilde bir değerlendirme yapıp bir hüküm vermekle kalmaz. Kendisi karşısındakini görürken, karşısındakinin de kendisini gördüğünü, dolayısıyla bildiğini ve hakkında herhangi bir şey düşünüp herhangibir fikre vardığını bilir..."

Bu göz-görmek muhabbetinden yola çıkarak insanın kendi bireyselliği, başka insanlarla ilişkileri gibi konularda geliştirilen fikirler, değerlendirmeler, erişilen sonuçlar; okurken beni gerek hikayeden, gerek bulunduğum ortamdan, gerekse de kendi düşüncelerimden koparıp tamamen kendi dünyasına çekti. Kitapta bol bol kullanılmış Osmanlıca kelimelerin anlamlarına bakmadan okumaktan sıkılmayacak ya da kitabın en arkasında yer alan sözlükten bakmaya üşenmeyecekler için, bilimkurgu meraklıları başta olmak kaydıyla hevesle okunacak bir roman "Küheyli Buharlan". 

"Aşikar değil mi Paşam, buharlı atıma bu kanatları takacağım! Böylece, buharla işleyen kanatlı bir at yapmış olacağız!..." (Küheyli Buharlan, arka kapaktan alıntı)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder