24 Temmuz 2012 Salı

Replikas - Biz Burada Yok İken



1964 yılında, Yugoslavya'da yapılan Balkan Melodileri Festivali'ne Tülay German, Türkiye'yi temsilen Tanju Okan ve Erol Büyükburç ile katılmış ve Burçak Tarlası'nı söylemiş. Bazılarının ODTÜ - Bahar Şenliklerinde eski 45'likler olarak tanıdığı, Nefes'te her hafta bir akşam benzer bir program ile çıkan Murat Meriç'in söylediğine göre çok beğeni toplayan bu parça, Türkiye'ye dönüşte kayıt edilmiş ve çok satmış. Tülay German'ın "Burçak Tarlası" ile gelen başarısını pek çok isim takip etmiş, geliştirmiş ve ortaya zamanında "Anadolu-Pop" olarak adlandırılmış, günümüzde "Anadolu-Rock" olarak nitelendirilen müzik türü çıkmış. Moğollar başta olmak üzere Ersen ve Dadaşlar, Dervişan, Haramiler, Üç Hürel, Selda Bağcan, Cem Karaca, Barış Manço, Fikret Kızılok, Erkin Koray, Edip Akbayram gibi pek çok isim Anadolu-Pop tarzında enfes şarkılar ortaya koymuş ve çok sevilmişler. Günümüzün en başarılı rock gruplarından biri olan Replikas, 2012 yılında, "Biz Burada Yok İken" adıyla bu eski Anadolu-pop şarkılarına bir nevi saygı albümü çıkardılar.

1990'larda birlikte çalmaya başlayan birkaç arkadaşın kurduğu, 2000'lerde tam şeklini alan Replikas, ilk albümünü de 2000'de çıkartır. 2002'de Roxy müzik ödülünü kazanırlar. 2012'ye kadar, bir tanesi besteledikleri film müziklerinden oluşan toplam 5 albüm yayınladılar. İsmini  Karacaoğlan'ın "Sual eylen bizden evvel gelene/ Kim varmış biz burada yoğ iken" sözlerinden alan "Biz Burada Yok İken" 6. albümleri. Albüm, farklı sanatçıların zamanında bestelemiş olduğu 11 tane parçanın yeniden yorumlanmasından oluşuyor.

Albümde en çok öne çıkan parçalar benim için 1968 yılında Haramiler grubu tarafından seslendirilmiş "Aya Bak Yıldıza Bak" parçası(nın yeniden yorumlanmış hali), 1972'de Barış Manço ve Kurtalan Ekspres tarafından seslendirilmiş "Ölüm Allahın Emri" ve 1967 yılında Cem Karaca ve Apaşlar tarafından seslendirilmiş "Suya Giden Allı Gelin". "Aya Bak Yıldıza Bak" albüme çok iyi bir başlangıç sunuyor. Şarkıların yorumlarının güncel tarzda ne kadar başarılı yorumlanırken özünün de yıpratılmadığını gösteriyor. Özellikle 2. gitar solosu bölümünü her dinlediğimde müziğin sesini açıp o an yaptığım işe 5-10 saniye ara veriyorum. "Suya Giden Allı Gelin" ve "Hudey Hudey" parçaları, tanıyanların Softa grubundan bilecekleri Ece Özey'in düeti ile şenleniyor, baya bir güzelleşiyorlar.


"Ölüm Allahın Emri", Barış Manço'ya duyduğum büyük sevgi yüzünden sanırım albümde hakkında olumsuz hisler beslediğim tek parça. Yiğidi öldürüp hakkını vermek gerek; özellikle Cahit Berkay'ın yaylı tanbur ile eşliği ile müzikal bakımdan şarkı harika olmuş. Elektro gitar-bateri-bas üçlüsünden alışık olduğumuz rock tınıları ve yaylı tanbur'un uyumu ve müziklerin şarkının esenliksiz havasını yansıtışı enfes. Fakat bir yandan da solistin sesi bir o kadar hayal kırıcı. Barış Manço'nun kalın, bas sesinden alışık olduğumuz şarkıyı, Replikas'ın solistinin nispeten daha ince sesinden, tane tane bir telafuzla dinleyince biraz ruhu ölmüş gibi hissediyor insan. Tabii şarkının asıl halini benim kadar çok sevmiş, dinlemiş olmayanlarınızın albümde en çok beğeneceğine inandığım parça da bu.

Şarkıların yanında albümün tasarımı da ayrı bir güzel. Murat Meriç tarafından yazılan iç yazılar, her bir şarkı ve şarkının bestecisi ile ilgili çeşitli bilgiler veriyor. Aynı zamanda bir tane de Anadolu-pop müziğinin doğuşu, gelişmesini günümüze getirene kadar anlatan (benim de ilk paragrafta alıntılar yaptığım) bir sayfa var. Tabii tüm bunların, şarkılarla ilgili bilgilerin ve bu son sayfanın birer tane de İngilizce kopyaları var.

Albümde yer alan şarkıların ve şarkıları asıl besteleyen-söyleyenlerin listesi şu şekilde:
Aya Bak Yıldıza Bak - Haramiler
Kaleden Kaleye Şahin Uçurdum - Moğollar
Köprüden Geçti Gelin - Erkin Koray ve Yeraltı Dörtlüsü
Hudey Hudey - Cem Karaca ve Apaşlar
Kaşık Havası - Silüetler
Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm - Ersen ve Dadaşlar
Ölüm Allahın Emri - Barış Manço ve Kurtalan Ekspres
Çiçek Dağı - Erkin Koray Dörtlüsü
Suya Giden Allı Gelin - Cem Karaca ve Apaşlar
Panayır Günü - Timur Selçuk Orkestrası (Melih Kibar bestesi)
Sür Efem Atını - Mazhar ve Fuat

Replikas ile ilgili daha çok bilgi için: http://replikas.com/v4/


22 Temmuz 2012 Pazar

Met Üst - Tek Kişilik Dev Dergi



Metin Üstündağ abimizi, günümüz gençliğinden Penguen okuyanlar iyi tanırlar, "Pazar Sevişgenleri" ve "Süzme Bal" başlıkları ile. Zaten kendisi de Penguen'in kurucularından birisi; Erdil Yaşaroğlu, Selçuk Erdem gibi birkaç isimle Leman'dan ayrılıp birlikte Penguen'i kurmuşlar. Metin abimizin Penguen'deki köşesi tam olarak komik espiriler üzerine kurulu güldürme temelli bir köşe değil, daha çok insan halleri, insan-insan ve insan-şehir ilişkilerini parodileştirerek tebessüm ettirmek ve düşündürmek üzerine desek, kendisine biraz haksızlık etsek bile başka karikatüristlerle olan farkını belirginleştirmiş oluruz (lanet olası cümle, bir türlü bitiremedim, çok da çirkin bir şey oldu. Silemiyorum da...). Metin abimiz 1965 Erzincan doğumluymuş. Çocukluğunda İstanbul'a gelmiş. Penguen'i kurana kadar Çarşaf, Gırgır, Limon, Leman, Nankör, Öküz, Deli dergilerinde çalışmış. Çeşitli televizyon programlarına metin yazarlığı yapmış.

Penguen'deki haftalık çalışmaları kendisini ifade etmek konusunda yeterli olmamış olsa gerek, 2012 Haziran ayında "Met Üst" adı altında tek kişilik bir dergi çıkarttı. Kapağında yazdığı üzere 3 ayda bir yayınlanacakmış dergi, ilk sayısı Haziran-Ağustos ayları içinmiş. "Tek Kişilik Dev Dergi - Met Üst - Kafası Estiğinde Çıkar" yazıyor kapakta. Arka kapakta da dergi için "Yazar, çizer, şair, ressam, filozof, araştırmacı gazeteci, denemeci, hikayeci, senarist, editör, büdütör, vantirilok, son ütücü, nalbur... Tüm Met Üst'ler bütün hünerleriyle bir arada. Dışarıda birkaç Met Üst daha kaldı ama onlar da inşallah bir dahaki sayıya!" yazıyor.

Tam olarak da vaat ettiklerini veriyor dergi. İçeride Metin Üstündağ'ın birkaç biyografik yazısı, birkaç felsefi denemesi, birkaç şiiri, Gırgır'daki "Metin'in Aşıkları" köşesinden derlemeler, "Pazar Sevişgenleri" ve "Süzme Bal" tarzı birkaç köşe bulunuyor. Aynı zamanda meşhur resimlere yapılmış photoshopların bulunduğu "Tuhaf" adlı bir başlık ve kendisinin çizdiği, bazısının sulu boya olduğunu tahmin ettiğim birkaç resim de yer alıyor. Son olarak da Metin Üstündağ'ın yazdığı, Rewhat, Sencer ve Kutluhan Perker'in çizdiği birkaç hikaye bulunuyor dergide. Bu çizgili hikayelerden birkaçı ve birkaç tane de yazılı hikaye ünlü Türk yazar-şairleriyle ilgili. Musa Anter, Yılmaz Güney, Aziz Nesin, Behçet Necatigil, Atilla İlhan, Mehmet Akif Ersoy, Neyzen Teyfik, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Can Yücel'in hayatlarıyla ya da yapıtlarıyla ilgili hikayeler anlatmış Metin abi.

Metin Üstündağ'ı Penguen'de beğenmeyen, köşesinden çok fazla hoşlanmayan var mıdır bilemiyorum. Varsa bile o arkadaşların da bu derginin yalın, samimi, hafif delimsi, hafif felsefi tonundan hoşlanacağını düşünüyorum. Benim gibi Metin abiyi keyifle okuyanlar içinse bir köşede durup tekrar tekrar göz atılacak eşsiz bir çalışma olmuş. Umarız ki devamı gelir, eylül ayında 2. sayısı kitapçılarda yer alır.

17 Temmuz 2012 Salı

Kayaköy Sanat Kampı

Biz bu yaz, şimdiye kadar geçirdiğimiz en güzel tatillerden bir tanesini geçirdik. Çok kısıtlı bir zamanımız vardı, nereye gidip neler yapabileceğimize bakınırken zamanında çeşitli arkadaşlarımızın tavsiye ettiği Kayaköy Sanat Kampı'nın internet sitesinde dolanırken bulduk kendimizi. Tatilimiz o kadar güzel geçti, Kayaköy'e gittiğimize o kadar memnun kaldık ki bunu birileriyle paylaşmamak, başkalarının da oraya gitmesini sağlamamak bencillik olacaktı. Döndüğümüzden beri tüm arkadaşlarımıza uzun uzun anlatıyoruz. En düz anlatım bile dinleyen kişinin tatil programını yeniden gözden geçirmesine neden oluyor. Hal böyle olunca dedik bir kere de buradan anlatalım, daha çok kişinin güzel bir tatil geçirmesine vesile olalım.

Uzun bir yazı olacağına inanıyorum, okumaya vakti, hevesi, gücü olmayanlar için: http://www.sanatkampi.com

13 yıl kadar önce kurulmuş Sanat Kampı. Otobüsle (ya da bir şekilde) Fethiye'ye varıyorsunuz. Ardından güneye doğru 8 km ve Kayaköy'desiniz. Anlatılanlara ve kampta izlediğimiz bir belgesele göre eski bir Rum köyüymüş Kayaköy. Yunanistan ile yapılan nüfus değiştirme anlaşması sonrasında burada yaşayan Rumlar Yunanistan'a, oradaki Türkler de Kayaköy'e göç etmişler. Sanat kampı, köyün merkezine yaklaşık 5-10 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde. İlk olarak konaklamadan bahsedeyim, 3 çeşit konaklama alternatifi sunulmuş. Ya odalarda, ya bungalovlarda ya da çadırda (kampın çadırı ya da kendi götürdüğünüz çadır) konaklayabiliyorsunuz. Biz odada kaldık, çok sevimli odalar. İç tasarımı olsun, dış tasarımı olsun, duvarlarındaki resimler olsun çok sevimli yerler. Çadırda kalmaya alışkın insanlar için öteki seçenekler de hiç sıkıntılı olmayacaktır eminim; gerek bungalov gerekse de çadır için ihtiyacınız olan her şeyi sağlıyorlar (uyku tulumu, mat, yastık, vs.).

Kampın günlük programı aşağı yukarı şu şekilde: Sabahtan erken kalkabilenler hoca eşliğinde yoga yapıyorlar. Ardından kahvaltı, sonrasında atölye çalışması oluyor. Atölye çalışması sonrasında öğlen yemeği yeniyor. Öğlen yemeğinin ardından hedef çoğunlukla bir koy olmak üzere doğa yürüyüşlerine çıkılıyor. Ormanın içinde yaklaşık 1-2 saatlik yürüyüşler sonrasında enfes güzellikteki koylardan birine varıyorsunuz. Bir güzel yüzdükten sonra tekrar kampa dönüyorsunuz ve akşam yemeğine oturuyorsunuz. Akşam yemeği sonrasında ebru atölyesi olabiliyor, belgesel gösterimi olabiliyor, ya da başka bir gösterim olabiliyor. Yeterli kalabalık varsa (bizim zamanımızda yoktu) kampın diskosunda bir parti olabiliyor, ya da Hisarönü'ne bir bara gidilebiliniyor. Hisarönü'nde gidilen bar kamp halkının tanıdıkları bir bar ve orası da başka bir güzel. Bir akşam yakınlardaki bir şarap evine gidiliyor. Ne yazık ki yeni yasalar dolayısıyla evlerde şarap üretimi baya bir kısıtlanmış, dolayısıyla gittiğimiz şarap evi kendi şarabını üretmiyordu. Fakat çok güzel bir ev, çok güzel bir müzik eşliğinde (bize İncesaz çalmışlardı) güzel bir şarap içiyor ve hoş bir sohbete dalıyorsunuz.

Atölye çalışmasından bahsettim, kamp herkesin kendince zevk alacağı bir şeyler bulabileceği bir etkinlik listesi sunuyor. Bizim gittiğimiz dönemde katılım azlığından dolayı sadece 3 atölye açıldı; fotoğrafçılık, resim ve deri işleme. Bunların yanında gideceğiniz döneme bağlı olarak seramik, ritim, ahşap oyma, kilim dokuma, kısa film, batik, latin dansları ve benzeri atölyelerden bir tanesine katılıyorsunuz. Atölyeler kesinlikle gelenlere zaman geçirtmek için kurgulanmış şeyler değil, baya profesyonel bir çalışma yürütüyorsunuz. Mesela deri atölyesini kampın dışında, Kayaköy'ün içinde, deriden çantalar, küpeler, ayakkabılar falan yapıp satan bir deri dükkanında, bu işi yapan kişiler tarafından alıyorsunuz. Ya da bizim katıldığımız fotoğrafçılık atölyesini bu konuda baya tecrübeli, bilgili, kampın yöneticisi Mutlu verdi (fotoğrafçılık konusunda ne kadar profesyonel çalıştığından emin değilim ama işi bildiği kesin). Sabah kahvaltı öncesi yoga atölyesi isteyen herkese açık, aynı şekilde akşam yemeği sonrası yapılan ebru atölyesi de öyle. Program tam 7 gün sürüyor. İlk gün kampa geliş ve ortama alışmakla, son gün de vedalaşmalarla geçiyor. Kalan 5 günün 3'ü atölyeler ve doğa yürüyüşleri ile geçiyor. 2 günde de tekne turları var. İlk tekne turu tüple dalış yapmak isteyenlere. Çok cüzzi bir fiyata tüplü dalış yapabiliyorsunuz. Tüplü dalış yapmak istemiyorsanız da tekne turuna katılıp dalış yapmaya gidilen koylarda yüzebiliyorsunuz. Son tekne turunda ise koy koy Fethiye'yi geziyorsunuz, zaten doğa yürüyüşünde vardığınız enfes 2-3 koya götürüyor tekne sizi, onların haricinde de Kelebekler Vadisi'ne ve Noel babanın adasına götürüyor.

Biz kampa pazar günü çok erken bir saatte vardık. O kadar erkendi ki herkes uyuyordu. Biz kampı gezinirken bir ablamız geldi, kahvaltı hazırlamaya başladı. Bizi de taze salatalık toplamamız için kampın bir köşesindeki tarlaya gönderdi. İnsanlar saat 9 gibi uyandığında taze salatalık, taze domates, 2 çeşit peynir, reçel, bal, 2 çeşit zeytin, sarella ve ekmekten oluşan kahvaltı hazırdı. Kimi sabahlar kahvaltıda yumurta da oldu, kimi sabahlar menemen. Sınırsız çay da cabası. Kampın yemeklerini sevimli bir teyzeler ordusu hazırlıyor. Öğlen ve akşam yemekleri inanılmaz leziz, çeşit çeşit oluyor. Bir akşam köfte ızgara, bir akşam balık da cabası. Açık büfe yemekler, istediğiniz kadar doldurabiliyorsunuz tabağınızı. Hatta gün içinde acıkırsanız, canınız bir şey çekerse mutfağa girip buz dolabını karıştırıp kendinize bir şeyler hazırlayabiliyorsunuz. Sabah çay sınırsız, onun haricinde bir içecek aldığınızda kamp listesinde isminizin yanına aldığınız içeceğe bir çentik atıyor, kamp sonunda borcunuzu ödüyorsunuz. Sanırım yemeklerin ne kadar leziz, çeşitlerin ne kadar çok olduğunu ne kadar anlatırsam anlatayım yeterli anlatamamış olacağım. Mesela ekmekler de el yapımı, yemek vakti sıcak sıcak dilimleyip açık büfenin yanına koyuyorlar. Tek bir istekleri var, bir şey yiyip içtikten sonra tabak-bardağınızdaki çöpleri uygun çöplere döküp tabak-bardağı mutfağa bırakmanız.

Kamp alanı apayrı bir güzellik. Öncelikle tüm alan meyve ağaçlarıyla dolu. Hele ki karadutlar; benim şimdiye kadar gördüğüm en iri karadutlardı. Dutuyla meşhur Ayaş'ın dutları bile bu kadar başarılı değiller. Şeftali ağacı, erik ağaçları her yerde. Biz gittiğimizde henüz olgunlaşmamış olmasına rağmen kayısı ağaçları da hatırlıyorum bol miktarda. Meyveler haricinde sağa sola gerilmiş hamaklar mevcut kampta. Bir basket potası ve basket topları, langırt masası, pinpon masası, raketleri ve topları, yüzme havuzu her an kullanıma hazır durumda. Kitaplarla dolu bir kütüphane de cabası. Aynı zamanda birçok bisiklet de mevcut kampta. İstediğiniz vakit bisikletlerden birini alıp, kampın dışında dolaşmaya çıkabiliyorsunuz. Kampın 4 bir yanını saran çok başarılı bir ses sistemi de cabası. Birkaç kaynaktan gümbür gümbür çalan müzik değil, pek çok yerden, hafifçe çalan bir ses sistemi kurulmuş. Çok sevimli de bir DJ kabini var. Çalınan müzikler de ayrı bir güzel. Her saat, o ana uygun bir müzik; sabah kahvaltıda hafif, yormayan, sonrasında hareketli, bazen rock, bazen reggie. Balık akşamı Türk sanat müziği. O ana uygun olduğunu düşündüğünüz bir şarkı mı var, gidiyorsunuz DJ kabinine, internetten buluyorsunuz, açıyorsunuz, o anda sizin tavsiye ettiğiniz şarkı çalıyor. Ya da bir müzik çalarınızda mı var şarkı, bağlıyorsunuz müzik çalarınızı sisteme, klasik kulaklık girişinden, sizin müzik çalarınızdan çalıyor müzik.

Bize anlatılana ve gördüğümüze göre kamptaki pek çok şeyi kampın sahipleri yapmış. Mesela disko binasını, odaları, tüm bunların içlerini (lambalar, diskodaki taştan masalar, havalandırmalar, oturma yerleri, tezgahlar, vs.), duşları, Mutlu'nun ofisini, mutfağı, girişteki tabelayı (inanılmaz güzel bir tabela), sahneyi vs. Her sene de kampa yeni ne yapılabilinir diye değerlendirmeler yapıp ona göre yeni şeyler yapıyorlarmış. Mesela yıllar önce altı ebru atölyesi olan oda yokmuş, havuz yokmuş, yemek alanı farklıymış, mutfak daha küçükmüş, vs. Her sene kampı ziyaret eden, kampta konser veren isimler ise heyecan verici. Mesela geçtiğimiz senelerden birinde Erkan Oğur gelmiş kampa konser vermeye, bu sene de Birsen Tezer'in kampta konser vereceği duyuruldu (hatta sanırsam geçen hafta bahsi geçen konser gerçekleşti, Birsen Tezer'in sayfasından takip edebildiğim kadarıyla).

Kampın katılımcılara sunduğu rahatlık ve huzur ise apayrı bir konu. İlk olarak her türlü imkan sunuluyor ama kimse hiçbir şey yapmaya zorlanmıyor. Sabah yoga atölyesine uyanabilirseniz geliyorsunuz, istemezseniz gelmiyorsunuz. Fotoğraf atölyesindesiniz ama deri atölyesinde ne var ne yok merak mı ettiniz, gidip orayı ziyaret etmeniz mümkün. Doğa yürüyüşü yapmak istemiyorsanız koylara aynı zamanda bir tane de minibüs kalkıyor (arabanın ulaşabildiklerine tabii). Bu arada inanılmaz sevimli, filmlerdeki hippi minibüslerine benzeyen, içi, dışı, her yeri boyanmış Volkswagen minibüs de bambaşka bir renk. İstediğiniz vakit istediğinizi yapmakta özgürsünüz. Kamptaki insanlar o kadar sıcak kanlı, o kadar cana yakın ki kendinizi resmen evde gibi hissediyorsunuz. Mesela bilgisayarını getirip etkinlikler falan sırasında bilgisayarını tezgahta bırakanı vardı. Oraya gitmeden önce biraz şüpheli gelen bir durum bu; çalınır mı, başına bir şey gelir mi, bir şey olur mu... Oysa oraya gittiğinizde böyle konularda şüphelenmek o kadar saçma geliyor ki. Tam bir aile havası hakim kampa. Kampın sahipleri, organizatörleri büyük çoğunlukla akrabalar zaten. Onların akrabaları da kampın işlerine bol bol yardımcı oluyorlar (yemeklere, vs.). Aynı zaman da katılımcılarda da bir aile havası oluşuyor. Mesela 10 yaşında çocuğuyla gelmiş bir baba abiniz, kızı da kardeşiniz gibi oluyor; ki katılımcıların yaş aralığı az kişi olan bizim dönemimizde bile baya bir genişti (herhalde 7-8'den 45-50'ye bir yaş aralığı vardı). Bir o kadar da uluslararası kamp; bizim dönemde katılımcı olarak gelmiş bir Kanadalı kız, bir Japon kız, Yoga öğretmeni olarak gelmiş, yoga saatleri haricinde bir katılımcı gibi olan Rus hocamız ve ailesi vardı. Bunların haricinde yıllardır her yaz Kayaköy'e gelen ve artık uluslararası katılımcılardan sorumlu olarak kampta görev alan Hollandalı bir çocuk ve yine kampta (sanırsam havuz ve içeceklerden sorumluydu) çalışan bir de İngiliz mevcut.
Sanıyorum daha sayfalarca da anlatabilirim kampın güzelliklerini ama sanırım bu kadarı bir tanıtım yazısı olarak yeterli. Zaten ben ne kadar anlatırsam anlatayım her giden kendine göre başka güzellikler yaşayacak, bambaşka hatıraları olacaktır. Anlatmanın kolay kolay yeterli olacağını sanmıyorum. Kampın internet sitesinde dolaşmak ve ziyaretçi defterini biraz okumak benim verdiğimden daha fazla bilgi-fikir verecektir meraklılara: http://www.sanatkampi.com/index.html

Biz yazları fırsat buldukça gidebilmeyi umuyoruz Kayaköy'e. Aynısını herkese de tavsiye ediyoruz.

15 Temmuz 2012 Pazar

Animal Farm - Hayvan Çiftliği - George Orwell - 1945


Politikadan zerre anlamam. Haberlere bakan; sonra belgesel açan adamlardanım ben. Belgeselleri seviyorum. Politik kitap gibi şeyleri de açıkçası okumam, kurgusal, ki genelde bilimkurgu olursa ilgim o zaman yoğunlaşır.  Nedense evde duran İngilizce Animal Farm, bir önceki kitabım bittikten sonra düştüğüm boşlukta gözüme çarptı ve kitabı istemeye istemeye okumaya başladım. Çok değişik şekilde farkındalıklara ve etkilere neden oldu kitap sonunda, okuduğumdan memnun kaldım.

George Orwell ile tanışmam 1984 kitabı ile başlamıştı. Kendisinin politik duruşundan çok yarattığı distopya ve bilimkurgu öğeleri ile kendi janrasında örnek teşkil ettiğinden distopya kitapları arasında illa ki okumam gerekiyordu. Yaratılan CCTV dünyası, toplum sınıfları, gergin distopya atmosferi, akıllıca düşünülmüş arkaplan bilimkurgu öğeleri ile Winston'un hikayesi beni benden almıştı. Daha sonraları okuduğum ve genelde 84'ün takipçisi olan distopya kitaplarından elbette ki çok zevk aldım; ama 1984 hala bambaşka aklımda.

Orwell'in deneyim ettiği savaş ve buhran zamanlarından kalma politik duruşu bellidir. Hayvan Çiftliği ise İkinci Dünya Savaşı öncesi Stalin Erasının bir deneyi aslında. İngiltere'de yer alan bir hayvan çiftliğinde değişik türde hayvanlar tarafından gerçekleştirilen ve domuzlar tarafından yönlendirilen, çiftlik sahibine karşı yürütülen isyan ve devrim ile ardından gelen yozlaşmayı ve distopyayı okuyucuya aktarıyor.  Bu işleyişi öylesine sembolik, ve  bir o kadar da ince anlatıyor ki Orwell, duvara asılabilecek prospektüs niteliğinde resmen roman, çok açık ve net. Tarihin izdüşümünden, farklı bir uzamda yapılan kontrollü bu deney aslında üst güçlere karşı yapılan başkaldırmanın getirdiği insancıl düşüncelerin, güç elde olduğunda ne kadar yobaz ve kör bir noktaya geldiğini adım adım bizlere iletiyor. Açık ve net uzamı, akıllıca seçilmiş insan ve hayvan karakterleri, ince kurgusu ve ciddi mesajlarıyla Hayvan Çiftliği herkesin ders alması gereken yegane bir kitap. 

Evet, Orwell, Distopya, 84 ve Hayvan Çiftliği hakkında daha uzunca konuşulabilir; fakat amaç bilgiyi kısaca paylaşmak olduğu için çeşmede çok uzatmaya da gerek yok. George Orwell'in kitap için yazdığı birkaç önsöz var farklı ülkelerin basımları için, yukarıdaki kapağa sahip kopyada iki adet önsözü var hatta, onlar okunarak konu hakkında daha çok bilgi edinilebilir.

12 Temmuz 2012 Perşembe

Pink Martini Konseri - Ankara, Temmuz 2012

Kendi içimizde çeşitli ufak aksaklıklarla başladık Pink Martini konseri maceramıza. Ankara'nın mükemmel yaz trafiği dolayısıyla konser başlama saatine çok az kala yetişebildik konsere. "Nasıl olsa yaz, Ankara'nın genç kitlesi ya evlerine döndüler, ya da tatildedirler. Çok yoğun bir talep olmaz konsere" diye düşünüyor, avutuyorduk kendimizi. Tabii tüm avuntularımız Yüzüncüyıl pazarına gelmemizle darmaduman oldu; daha oradan araba ve insan kalabalığı başlıyordu. Neyse ki kapıda biletini internetten alıp bastırmayı bekleyen (herhalde 200-300 civarı vardı) insanların önüne geçerek (biletini önceden bastırmış olaraktan) direk salona girebildik. ODTÜ Vişnelik Çim Anfisi tıklım tıklımdı ve biz çok şanslı insanlar olaraktan en önlerde, başkalarının oturmayı tercih etmediği, zemini çok düzgün olmayan bir noktaya yerleştik. Rahatsızlığımız 10-15 dakika sürdü çünkü 3. şarkıda solist ablamız herkesi ayağa davet etti ve biz de en ön sıralardaki yerimizi aldık.

Konsere "Amado Mio" ve ardından "Quizas Quizas Quizas" şarkılarıyla başladılar. İlk şarkılar normalde alışık olduğumuz tempolarından biraz daha yavaştı. Ardından solist ablamız Storm Large hepimizi dansa davet etti (bu şarkıyı tam hatırlayamadım ama önümüzde dans eden abiyi düşünerek bir salsa parçası olduğu hissiyatındayım). Ardından günün ilk harika süprizi geldi: Üsküdar'a Gideriken! Storm ablam, ne kadar bazı noktalarda telafuzu, anlaşılmayacak kadar bozulsa da genellikle hem anlaşılır derecede akıcı, bir o kadar da güzel söyledi. Bizim alışık olduğumuz Türk Sanat Müziği havasından çok (sanıyorum ki şarkının aslına uygun olarak) Balkan müziği havasında çaldılar şarkıyı ve bizi mest ettiler. Üst üste harika parçalar çalarlarken grubun kurucusu, piyanist abimiz Thomas Lauderdale sıradaki şarkıyı söyleyecek bir abiden bahsetti, öyle ki abimizin bir wikipedia sayfası var: http://en.wikipedia.org/wiki/Ari_Shapiro Hem Tom abinin, hem Wikipedia'nın söylediğine göre kendisi Beyaz Saray'da hava durumu sunucusuymuş. Kendisi Storm ablamızla, yanlış hatırlamıyorsam ayrılıp giden bir adamın gidişini kadının, dönüşünü erkeğin ağzından anlatan 2 şarkıdan oluşan "And then you are gone" ve "But now I'm back" şarkılarını seslendirdiler. Ardından yeni bir süpriz ile "Aşkın Bahardı" ile coşturdular seyirciyi. Öyle ki şarkı bittiğinde çılgın bir alkış tufanı koptu. Konserin en güzel süprizi ise sondan bir önceki şarkıda geldi. 11 yaşında küçük bir kız, Yasemin, sahneye çıktı ve "Una Notte a Napoli" şarkısında Pink Martini'ye eşlik etti.



Konser beklediğimizden erken bitti, fakat gerek süprizleri, gerek harika sahne şovlarıyla, zaten kendilerinin de harika bir grup olması dolayısıyla enfes bir akşam yaşattı bize Pink Martini. Konser boyunca da sürekli tekrarladıkları, facebook resimlerinde de tekrarladıkları üzere Türkiye seyircisi kendilerinin favorilerindenmiş, Türkiye konserleri hep bambaşka geçermiş. Sanıyorum ki karşılıklı bir sevgi bu; konser bitiminde sanatçılar sahneden indikten sonra, teknik ekipten bir abimiz sahneyi toplarken bile hala alkışlamalar devam ediyordu.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Emrah Ablak - Tübitak

Emrah Ablak, çizdiği her dergide heyecanla takip edilesi bir abimizdir. Ben şahsen çizimlerine ilk Kemik ve Lombak'ta rastlamıştım, Wikipedia diyor ki benden önce Avni, Dıgıl, Fos, Parazit, Biber, HBR Maymun ve L-Manyak'ta da çizmiş. O vakitler Penguen'de de çiziyordu, Penguen'den ayrıldıktan sonra kısa bir yayın ömrü olan Fermuar dergisinde galiba çizdi (benim aldığım Fermuar sayılarında çizimleri vardı en azından). Fermuar kapandığından beridir Uykusuz'da. 2 sayıda kapatılıp bir modern zamanlar miti olan Harakiri'nin ilk sayısında ismi geçse de iç kapak haricinde bir çalışması yok içinde; ki ikinci sayıda ismi de geçmiyordu zaten (hatta Harakiri'nin yeniden yayınlanacağı haberindeki çizer listesinde de yer almıyor, alsa ne güzel olurdu...).

Mevzubahis Tübitak hikayesini de sanırsam ilk olarak Lombak'ta çizmeye başlamış (ben Lombak'ta tanışmıştım kendisiyle). 2005 yılında Doğan Kitap'tan ilk toplama albümü çıkmış, ardından bu sene (2012'de) Mürekkep yayınlarından ikinci toplama albümü çıktı. Aynı zamanda da geçen sene (2011'de oluyor bu da) uzun soluklu bir çizgiroman tadında "Tübitak - Saklı Düşman" hikayesinin ilk kısmı yayınlandı.

Tübitak, bildiğimiz "Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu" nda, temizlik görevlisi olarak çalışan Bayram Efendi'nin hikayesini anlatır. İlk hikayelerde bilimsel bir kurumda çalışan cahil ama cüretkar bir temizlikçi görevlisinin bilimle tezatlığı üzerinden kurgulanan hikayelerde yavaş yavaş bir laboratuar'ın başı bilim adamı Azmi Cankuş da bir ana karaktere dönüşmüş, olay temizlikçi ile bilim adamı tezatı üzerinden yürümüştür. Çaycı bayram ve labda çalışan bilim adamları Ergin ve Hakan'ın da ana karakter olarak ön plana çıkmalarıyla kadro tamamlanmış.

Hikayeler genel olarak Azmi Cankuş'un geliştirmeye uğraştığı yeni bir teknoloji ile açılır. Azmi abimiz bize teknolojinin geri planını ve gelinen son noktayı anlatır, sonrasında da ürettiği yeni ürünü-teknolojiyi tanıtır. Ardından bir şekilde genellikle bir densizlik sonucu Bayram hikayeye dahil olur ve yeni ürünü-teknolojiyi kurcalamaya, bazen bozmaya, bazen de kendince kullanmaya başlar. Sanıyorum ki Emrah Ablak'ın bir makine mühendisi olması dolayısıyla olacak, bilimsel, teknolojik yaklaşımlar, terimler o kadar başarılı ve gerçekçi ki hikayelerde insan bazı hikayede anlatılanların belli bir seviyede gerçek olabileceğini düşünüyor (ki bazılarında gerçeklik payı da var belli bir noktaya kadar. Mesela Cern'deki bilimsel araştırmayla ilgili olan hikaye gibi). Dolayısıyla bilime en ufak bir ilgi duyan insanların zevkle okuyacağı hikayeler var ortada. Tabii öte yandan bilimle alakası olmayan Bayram efendi ve çaycı Ali emmi'nin varlığı, olaylara kattıkları bakış açıları da bilimsel konulardan hiç zevk almayan insanların da hikayeleri zevkle okumasını sağlar eminim. Özellikle Emrah Ablak'ın yaratıcı fikirleri ve başarılı hikaye kurguları kesinlikle takdire şayan.

Toplama hikayeler bu şekilde, öte yandan "Tübitak - Saklı Düşman" bambaşka bir kafa. Bu noktada Emrah abimizle ilgili bilinmesi gereken bir konu daha var. Kendisi motorcu bir gezgin aynı zamanda. Hatta Uykusuz dergisinde bir hafta bir çeşit gezi güncesi yazmış-çizmişti. Aynı zamanda yine Uykusuz'da Memo Tembelçizer de Emrah Ablak'la birlikte çıktıkları bir motor gezisini hikayesine yedirmişti. Bahsettiğim gezi, ayrıntılarını net hatırlamasam da Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki bir şehirden başlayan ve Türkiye'nin güneyindeki ülkeleri kapsayan bir gezi (Yalan olmasın ama sanki Suriye, Lübnan, Ürdün, İran'ı falan filan gezmişlerdi. Uykusuz'un konu ile alakalı sayısını bulup bakmak lazım...). Bu konu neden önemli? Çünkü Saklı Düşman tam olarak bir Bayram Efendi sakarlığı hikayesi değil. İlk sayısı Ankara'dan İran'a giden bir aksiyon, kovalamaca hikayesi. İlk sayının arkasında yer alan haritaya göre de hikaye Arap Denizi ve Kızıldeniz'de geçen bir gemi yolculuğu sorasında Lübnan'a, oradan da Suriye'ye geçecek. Sanıyorum ki buraları gezmiş olduğundan olacak, inanılmaz başarılı bir Tahran ve Yezd tasfiri var Emrah Ablak'ın hikayesinde, çizimlerinde. Hikayenin, kurgunun güzelliği, karakterlerin başarısı zaten toplama ciltlerden aşina olduğumuz konular; fakat uzun soluklu bir hikaye olunca anlatılan her şey ayrı bir güzel.

Tavsiyem odur ki 2 ciltlik toplama albümleri alın okuyun. "Saklı Düşman" a ise devamı çıkmadan sakın bulaşmayın. Şayet bir gazla okuyup ilk bölümün sonuna gelince insanın hevesi kursağında kalıyor, ikinci sayıyı beklemek baya bir zor oluyor. Şimdilik hikayenin İran bölümü sonrasında olacakları merakla beklemekten başka yapacak bir şey yok...

8 Temmuz 2012 Pazar

İnanılmaz Örümcek Adam

Söz konusu Örümcek Adam olunca beğeni oranı biraz düşüktür. Kimisi hala bir öğrenci olan Peter Parker'ın hikayesinin küçük yaş çizgiroman severlere hitap ettiğini düşünür. Kimisi Batman, Süperman ya da Marvel karakterleri Demir Adam, Wolverine, X-men hatta Daredevil ya da Punisher ile karşılaştırınca zayıf, çömez bulur Parkerzade'yi, yeterince sert olmadığını söyler. Ya da yaşadığı şehir (NY), esprileri falan filan dolayısıyla fazla Amerikan bulunur. Ben öteki tarafta, Örümcek Adam'ı sevenlerin tarafında yer almışımdır. Belki okuduğum ilk süper kahraman çizgiromanı Örümcek Adam'ınkiler olduğundan, çocukluğumda zevkle izlediğim Örümcek Adam çizgi filminden, belki de karakter cidden benim beğenime hitap ettiğinden.

Sam Raimi'nin yönettiği Örümcek Adam 3'lemesini görsel bakımdan mükemmel bir şölen olduğunu düşünmeme rağmen filmleştirme amacıyla hikayeye yapılan darbeler pek bir acı verici gelmişti bana. Filmlerden zevk alabilmek için okuduğum ve çizgi filmini izlediğim Örümcek Adam hikayelerinden (ki hepsinin çeşit çeşit farklılıkları vardır, hiçbir hikaye bir ötekini tutmaz) farklı, film için yazılmış bir Örümcek Adam hikayesi izlediğimi kabul etmek ve bazı şeyleri göz ardı etmek zorunda kalmıştım. Ne olursa olsun iyi bir üçlemeydi Sam Raimi'ninki, hikayeyi yeni baştan ele almayı gerektirmeyecek bir seriydi. O yüzden Peter Parker ile başlayıp Örümcek Adam ile devam eden, hikayeyi en baştan alan yeni bir filmin çekildiği haberini aldığımda, Örümcek Adam'ı seven ben bile çok fazla heyecanlanmamıştım, içimden "aman be..." demiştim. Fakat fragmanlar çıkmaya başladıkça filmin izlemeye değer bir film olacağı konusunda bir fikir oluştu. Bugün fırsatını bulunca da gittim izledim.

Hikayenin en baştan alınmasına gerek var mıydı sorusunun cevabı birkaç yıl arayla vizyona giren 2 tane Hulk filmi zamanında verilmişti zaten. Benim anladığım, düşündüğüm kadarıyla Örümcek Adam hikayesinin yeniden ele alınmasının nedeni Marvel'ın film stüdyosu kurmuş olması ve gerçekleştirdikleri büyük projelerle ilgili (Avengers, vb.). Zaten ilk üçlemeden farklı olabilmesi için ellerinden geleni yapmışlar; düşman olarak kertenkele - Dr. Kurt Connors'ı çıkarmışlar, sevgili olarak (Peter Parker'ın ilk göz ağrısı) Gwen Stacy'i almışlar. Ben amcanın hikayesini değiştirmişler, Peter'ın gerçek ailesinin hikayesini dahil etmişler falan filan... Peter'ın Örümcek Adam'a dönüşmesi hikayesini bile olabildiğince değiştirmişler. Yani elimizde bir yeniden çevrim değil, aynı karakteri kullanan farklı bir hikaye var. Dolayısıyla çizgiromanların çok hayranı olmayan ve ilk üçlemeyi izlemiş kişiler için bile izlemeye değer bir film var ortada.

En kritik noktayı kendimizce tartıştıktan sonra gelelim filmin artılarıyla eksilerine. Aslında filmi çok beğenmiş birisi olarak artılarını saymak zor olacak gibi. Çizgiromanın hikayesine daha bir saygılı hikayesi önemli bir nokta (filmin sonunda Kertenkele'nin ölüp hikayeden çıkmaması ve Örümcek Adam'ın ağ fırlatıcılarının kendi ürünü aletler olması). Öte yandan karakter tam Peter Parker olamamış. Süveterli, gözlüklü, inek olduğu için Flash'ten dayak yiyen Peter Parker gitmiş, kapşonlu, kaykaylı, Flash'e kafa tuttuğu için dayak yiyen, inek olmaktan öte çok akıllı bir Peter Parker gelmiş (gözlük yerine lens takıyor olması da cabası). Bir başka kritik nokta ise Pagan Çeşmesi'nin grubunda da bir arkadaşın belirttiği gibi Örümcek Adam'ın maskesinin çok fazla çıkması. Yani aslında fragmanda gözüktüğü kadar kötü değil, sadece 3 kere çıkıyor maskesi. 1'inde sadece küçük bir çocuk görüyor, bir başkasındaysa sadece Kertenkele görüyor. Fakat asıl sorun NYPD'nin yarısından fazlasının ortasında maskesiz Örümcek Adam'ın polislerle kapıştığı sahne. Gerçek kimliği polis departmanının yarısından fazlasını görmesini geçtim, yüzbaşı Stacy olayın ciddiyetini kaybedip başka insanların önünde kızıyla "sevgilin Kertenkele'yle dövüşür...." falan filan diye konuşuyor. Yani teoride Örümcek Adam'ın kimliğinin Kertenkele ile büyük kapışmasının ertesi günü tüm gazetelerde olması gerekir.

Fazla uzatmadan toparlamak gerekirse; bol bilgisayar destekli, aksiyonlu, süper kahraman filmlerinden hoşlanmayanlar haricinde herkesin zevkle zaman geçireceğini düşündüğüm bir film. Devam filmlerinin geleceğini söylemek için filme gitmiş olmaya bile gerek yok ama yine de filmi izledikten sonra 100%. Ben inanıyorum ki ileriki Marvel projelerinde de (Avengers'ın devamı olsun ya da başka filmler olsun) arada sırada boy gösterecek yeni Peter'ımız. Gizli sahne her Marvel filmindeki gibi, fakat bu seferki bence pek çok filmdekinden çok daha iyi.